Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

16.08.2014- 09:34

Cesaret-Metin Çulhaoğlu  

Erkan Baş’ın ve Can Soyer’in İleri’deki ilk yazıları, neyin gerektiğinin altını çiziyordu: Cesaret…

Evet, bize gereken budur…

Fransa’da, 1792 Ağustos halk ayaklanmasında Danton da “cesaret, cesaret, daha fazla cesaret” diyordu.

Örgütlenme, eylem, siyasal mücadele ve az önceki Danton göndermesinde söz konusu olan “ayaklanma”…

Cesaretin daha çok bu alanlarda sergilenmesi gerektiği düşünülür. Doğrudur; ancak, cesaretin yalnızca buralarda önem taşıdığı, başka alanlarda ise cesaretin yerini temkinliliğin alması gerektiği söylenemez.

Çünkü siyasal mücadelede sergilenecek cesaretin de bir öncülü, olmazsa olmazı vardır: Teoride, düşüncede ve siyasal süreçlere yaklaşımda cesaret…

Bu varsa, gerisi de gelecektir.

Başka yoldan söylersek, bize en başta gerekenlerden biri “teorik ihtilalciliktir” ve öyle böyle değil bayağı cesaret gerektirmektedir.

“Teorik ihtilalcilikten” kastedilen, Marx, Engels ve Lenin’in yazdıklarını orasından burasından derleyip “yepyeni” bir sentezle ortaya çıkmak, bir başka “Büyük Teori” inşa etmek değildir.

Kastedilen, az önce anılan müktesebattan hareketle Türkiye devrimine ilişkin bir kurgu, fikir ya da düşünce sistemi geliştirmektir.

İsteyen “vizyon” da diyebilir.

Peki, nasıl “geliştirilir”?

Elbette, inzivada tefekküre dalarak, istihareye yatarak, ilham perisini bekleyerek ve sonra da oturup yazarak değil; örgütle, kolektif çabayla, ortak akılla ve yaşanan deneylerden kalkarak…

***

Devam edelim ve soralım: Cesaret gerektiren teorik-düşünsel hamlede, bir tarafta pratik/deneyim öncesi kurguların, diğer tarafta ise pratik/deneyim sonrası çıkarsamaların payı hakkında bir şey söylenebilir mi?

Bir futbol takımının performansında “teknik direktörün payı” gibisinden bir sorunsaldır. Yani oturup ayrı ayrı pay biçmeye çalışmak beyhudedir; ikisi birbiriyle ayrıştırılamayacak biçimde iç içe geçer.

Başka yerlerde de söylendi: Daha işin başında kendine özgü bir cesaret gerektiren “teorik ihtilalcilik”, Büyük Teori ile ülke gerçekliği arasına “düşünülmüş somutu” yerleştirmektir. Dikkat: Afaki değildir, çünkü içinde somut vardır; ama çıplak gerçeklikten de ötedir, çünkü içinde düşünülmüşlük vardır.

İşte, bunu geliştirebiliriz. Kuşkusuz hemen, bir seferde ve masa başında değil, bir süreç içinde ve ülkenin canlı, canlılık vaat eden dinamiklerinden hiç kopmadan, örgütlü olarak…

***

Hepsi tamam da, bu işe bir mutlaka başlaması gerekenler, bir de peşinen hiç kalkışmaması gerekenler, hiç “kaldıramayacak” olanlar vardır.

“Ben hangisiyim acaba?” diye düşünenler çıkarsa, işte aşağıda bir “kontrol listesi”:

“Asker” sözünü işittiğinde aklına vesayetten başka bir şey gelmeyen, devrim denilen şeyi hiç düşünmese daha iyi olur.

Bu ülkede ne olacaksa Kürt siyasetinin açtığı yoldan yürünerek olacak diyen de, Kürt=bölücü denklemine hapsolup kalan da, cesaretini, teorik ihtilalcilik şansını yitirmiş demektir.

Bugün ülkenin “üçe bölünmüşlüğü” bir realite olsa bile, bu durumu kalıcı kabul edip iki bölmeden büsbütün vaz geçenler hiç başlamasınlar daha iyi.

AKP’nin/Erdoğan’ın “yüzde 50’lik tabanı” peşinen kayıp hanesine yazılıyorsa, insanların “devrim” diye kendilerine eziyet etmelerinin âlemi yoktur.

Kendini “Cumhuriyetçi” olarak tanımlayan, sola açık kesimlerin yanına “ya bizi ham yapıverirlerse” korkusuyla hiç yaklaşılmıyorsa, böyleleri evlerinde otursalar kendilerine de başkalarına da iyilik etmiş olurlar.

Gerçekten kitlesel her hareketlenmeye belirli bir renk çalması kaçınılmaz olan özgürlükçü ve otorite karşıtı yönelimlerden “liberallik” alarmı alanlar, tarla tarımını bırakıp seracılığa başlamalıdırlar.

Kitlelerin katıldığı, gerçek anlamda devrimci her sürece damgasını vuracak inişler çıkışlar, gelgitler ve karmaşık süreçler “kaos ürküntüsü” yaratıyorsa, böyleleri gerilere dönüp “barışçı geçiş olasılıklarını” tartmakla ve örneğin “Fransız solunun ortak programı” gibi belgeleri kıraat etmekle yetinmelidirler.

Sonuçta, gerçi “ayaklanma” uğrağında değiliz; ama gene de “cesaret, cesaret, daha fazla cesaret…”

yorum2006  |  Cvp:
Cevap: 1
19.08.2014- 05:53

Gerçek komünistlere en gerekli şey cesaret değildir, tarihte hiçbir zaman da öyle olmadı. Marx ve Engels proleteryayı en devrimci sınıf ilan ederken "zincirlerinden başka kaybedecek" birşeyi olmadığını da söylüyorlardı. Gerçekten de zincirlerinden başka kaybedecek birşeyi olmayanlar korkmaz. Küçük burjuva aydın kökenli bazı şahısların işi cesarete indirgemeleri, olsa olsa kendi eksiklikleridir. Yine de küçük burjuva aydınların hepsine haksızlık etmeyelim. Tarihte küçük burjuva aydın kökenli olduğu halde, son derece gözüpek, son derece cesur insanlar görüldü. Hem eylem bazında, hem de teorik bazda. Dünyada da,Türkiye'de de. Ancak "teorik ihtilalcilik" öncelikle cesaret isteyen birşey değildir. Öncelikle birikim ister. Yalnızca teorik birikim değil, pratik birikim. Pratiğin içinde yaya kalan bir hareket teori de üretemez. Aman cesur olalım, teori üretelim derseniz, söyledikleriniz küçük burjuva zırvası olmaktan öteye geçmez. Sağlam bir teori için hareketin içinde olmak ve hareketin güçlü olması gerekir, yoksa Türkiye'deki gibi bir takım insanlar masa başında keyiflerine göre "teori" üretir ve boş tartışmalarla birbirini yer.

denizcan  |  Cvp:
Cevap: 2
19.08.2014- 11:05

Tam da sırası
Metin Çulhaoğlu  


Türkiye sol hareketi, büyük ölçüde kendi “eseri” sayılabilecek bir uyumsuzluktan ya da asimetriden (adını ne koyarsanız koyun) kendini kurtarmak zorundadır.

Uyumsuzluğun özü şudur: Türkiye’nin bugünkü nesnelliği, sırasıyla, anti-kapitalist vurguları, amasız fakatsız sosyalist söylemleri, örgütlenmeyi ve mücadeleyi dayatırken, sol bunları nedense “azamici” bulmakta, kendini daha çok demokrasi ve demokratikleşme ağırlıklı söylem ve taleplerle sınırlayarak başkaları arasında silikleşmektedir.

“Tarihsel” boyutlarına da değinerek özetlemeye çalışalım.

***

Dünya kapitalizmi, tarihi boyunca iki ayrı dönemde şapkasından iki büyük tavşan çıkarmıştır.

Kapitalizmin, işçi sınıfı hareketi karşısında kendini yeniden üretmesine yarayan bu tavşanların ilki, 19. yüzyıl sonlarında “genel oy hakkı” ve “seçimler” olarak zuhur etmiştir. Evet, sınıf mücadelelerinin de “payı” vardır; ancak, son döneminde (1895) Engels’i bile kimi aşırı beklentilere yöneltecek kadar işe yarayan bir tavşan olduğunu kabul etmek zorundayız.

İkinci büyük tavşan ise, II Dünya Savaşı’nın ardından devreye sokulup “Keynesçi model” adıyla da bilinen “refah devleti” ve bölüşüm politikalarıdır. 1970’lere kadar devam etmiştir.

***

Bugün yapılabilecek temel tespit ise şudur: Kapitalizmin, emeği doğrudan karşıya alan, emek cephesinin tarihsel kazanımlarını kırpıp sonunda asgariye indirmeyi hedefleyen bir birikim/yeniden üretim modeli dışında başka bir şansı yoktur. Yani bugünkü model dışında bir alternatifi, şapkasından çıkarabileceği yeni bir tavşanı bulunmamaktadır. Yapabileceği, bu son modeli ama “hepimiz aynı gemideyiz”, “sosyal diyalog” vb. edebiyatıyla, ama yukarıdan daha sert baskılarla “aşağıdakilere” kabul ettirmektir.

Bugün dünya bu noktadadır.

***

Türkiye, pek çok açıdan “daha fazla” bu noktadadır.

Sınıfın kendisi çok ciddi bir saldırı altındadır; bu arada, okkanın özellikle altında kalanlar olarak kadınlardan ve gençlerden söz edilmektedir; özgürlük, eşitlik ve adalet denmektedir.

Ve AKP iktidarının bunların hepsine düşman olduğu ilan edilmektedir…

İyi güzel de, “demokrasi” ve “demokratikleşme” nasıl oluyor da gündemdeki tüm bu sorunları çözecek, mevcut özlem, arayış ve talepleri karşılayacak başlıca mecra sayılıyor ve hep oraya işaret ediliyor?

İşte bunu anlamak pek mümkün görünmüyor.

Evet, pek mümkün görünmüyor; ama hiç olmazsa biraz çaba sarf edelim.

***

Akla iki neden ya da “gerekçe” geliyor.

Birincisi: Sosyalist cenahta kimi kesimler kapitalizmin cepheden karşıya alınmasını, doğrudan sosyalist propagandayı, kimi sorunların neden ancak sosyalizmle köklü biçimde çözülebileceğinin anlatılmasını ve bunun gibi “doğrudan” mücadele kanallarının kullanılmasını, galiba ancak sosyalist bir devrimin ve iktidarın eli kulağındayken yapılması gereken işler olarak görüyor.

İkincisi ise ilkinin bir türevidir ve mantık şöyle işler: “Biz sosyalist özne olarak kendimizi kurarız, sosyalist kimliğimizi açık açık söyleriz; nitekim programımızda da bu yazar. Bu arada kendi çapımızda örgütleniriz de. Gelgelelim, Türkiye’de “güncel siyaset” başka gündemlerle, başka başlıklarda, daha yakıcı sorunlar üzerinden yürür. Biz de sosyalist kimliğimiz saklı kalmak üzere bu gündemlerde güncel politika yaparız…”

***

Akla gelen gerekçelerden her ikisi de ciddi bir eleştiriyi hak etmektedir.

Birincisi: Belki “indirgemecilik” yaftasından çekinildiği için, belki de siyaset alanının “daha dolaylı belirlenmiş” ve “iradeciliğe açık” oluşu abartıldığından, şu demokrasi ve demokratikleşme denilen şeylerin verili üretim tarzı ve onun birikim modeliyle sanıldığından daha fazla belirlenmiş olduğu unutulmaktadır. Oysa başta Türkiye’deki olmak üzere kapitalizm, de jure (hukuken, yasal olarak)   tanıdıklarını de facto (fiilen)   geçersiz kılmasını iyi öğrenmiştir.

İkincisi: Ne kadar elverişli olursa olsun hiçbir özel süreç ya da konjonktür, belirli bir ölçeğin altında kalan, hadi ölçeği geçtik kendi ayrı siyaset alanını kuramamış, henüz bir odak oluşturamamış bir sosyalist hareketi alıp daha önce bulunduğu konumdan çok ötelere uçuramaz.

Üçüncüsü: Belirli bir ölçeği tutturamamış, hadi ölçeği geçtik kendi ayrı siyaset alanını kuramamış, henüz bir odak oluşturamamış sosyalist hareket, özel uğraklarda (herhangi bir seçim, referandum, önemli bir siyasal karar vb.) başka özneleri etkileyemez, şu ya da bu yöne “ittiremez” ya da onların gözünde çekim merkezi olamaz.  

O zaman sonuca gelip bitirelim: Eğer 2010 referandumundan günümüze kadar olan dönem, Haziran Direnişi ve seçimler dâhil olmak üzere bu ülkede geniş bir kesimin arayış içinde olduğunu gösteriyorsa, en başta yapılması gereken iş, “Devrime, iktidara daha ne kadar var?” sorusunu bir kenara bırakıp bu ülkede ciddi bir sosyalist merkez ya da odak oluşturmaktadır.

Bu arada demokrasicilerin ve demokratikleşmecilerin kızması da hiç gerekmiyor: Şu demokratikleşme süreçleri sosyalistler kendi odaklarını kurmaya koyuldular diye sekteye uğrayacak değil ya?  

denizcan  |  Cvp:
Cevap: 3
23.08.2014- 21:17

Nerede 'büyük' düşünmeli?- Metin Çulhaoğlu

     
İlk yazıda “cesaret” demiş, “teorik ihtilalcilikten” söz etmiştik. İkisi, “büyük düşünme” anlamına da geliyor.

Peki, istisnasız her alanda, önümüze gelen her konuda mı?

Soruya belirli “düzlemler” tarif ederek yanıt vermeye çalışalım. Sırasıyla dört düzlem: Dünya görüşü, teori, ideoloji ve siyaset…

Bunlardan ilki, dünya görüşü (weltanschauung) söz konusu olduğunda cesareti, “teorik ihtilalciliği” şimdilik hiç tavsiye etmiyoruz. Öyle “aman, tehlikeli iştir, yapacaksak bari çok dikkatli olalım” anlamında değil. Yapılamayacağı, yapmaya kalkanlar sonunda dönüp dolaşıp aşmaya çalıştıkları şeyin daha gerisine düşecekleri için…

***

İnsanlık tarihinin nesnel sınırlamaları nedeniyle böyledir. İnsanlık, kendi tarihinde ilk büyük devrimi tarımla ve kentleşmeyle gerçekleştirmiştir. İkisi de milattan öncesine denk düşer. “Dünya görüşleri” 3 bin yılı aşkın bir süre bu iki devrimin sunduğu “altyapıda” ortaya çıkıp şekillenmiştir. Evet, çeşitlilik vardır, felsefeler, dinler, başka sistemler ortaya çıkmıştır; ama bunların çevrimsel hareketini kırıp ileriye doğru fırlayan “uçlar” çıkmamıştır.

Ta ki 1750-1850 dönemine tarihlenebilecek sanayi devrimine kadar.

Kuşkusuz, Aydınlanma destekli olarak…

Aydınlanma ve sanayi devrimi, 2-3 bin yıllık çevrimi kıran yepyeni dünya görüşlerinin ortaya çıkmasına zemin oluşturmuştur. Bu anlamda insanlık tarihinin ikinci büyük devrimidir.

Kim ne derse desin bugün düşünce dünyası, önceki tarihsel dönemdeki gibi, ama bu kez ikinci dönemin çevrimleriyle yol almaktadır. Liberalizm, muhafazakârlık, milliyetçilik ve sosyalizm… Sonuncusundan özel olarak kastedilen Marksizm’dir.

Marksizm’i en başta bir dünya görüşü olarak kabul edersek, işte bu düzlemde “büyük düşünmeye”, “teorik ihtilalcilik” denemelerine ve cesaret gösterilerine yer olamaz. Deneyen, sonunda bir de bakar ki Owen’i, Saint-Simon’u ya da Proudhon’u yeniden keşfetmiş…

Adını “radikal demokrasi” koyması fark etmez.  

Çünkü günümüz dünyası, çeşitli kılıklara girmiş olsa da, Marx’ın analiz ettiği dönemin dünyası olarak, o “altyapı” üzerinde devinmektedir.  

Bu nedenle (uzunca bir süre için) hiç tavsiye etmiyoruz.  

***

Sırada “teori” var.

Bir dünya görüşü olarak Marksizm’in kendi teorik bölmeleri vardır: Sınıf mücadeleleri teorisi, artı değer teorisi, devlet teorisi gibi…

Buralarda “teorik” ve “büyük” düşünmenin zeminleri vardır; ancak bunlar en fazla ciddi katkılar olarak kalabilirler. Bugüne kadar yapılmıştır ve en gelişkinleri bile ana sistemi açımlayıp geliştiren katkılar olarak değer bulabilmiştir. Yani bu katkılar, dünya görüşünün kendisini sorgulatmamıştır.

O zaman “teorinin” neresinde cesur olmak, büyük düşünmek gerekir?

Tam da Lenin’in zamanında yaptığı yerde: Dünya görüşü ile verili ülke gerçekliği arasına “düşünülmüş somutu” yerleştirip buradan bir iktidar perspektifi türeterek.

“Teori” düzlemi için bu kadar…

***

Geriye ideoloji ve siyaset kalıyor.

Dünya görüşü ile ülke gerçekliği arasında yerleştirilecek düşünülmüş somutta asıl “dolgu malzemesi” ideoloji ve siyasettir.

O zaman, cesaretin, teorik ihtilalciliğin ve büyük düşünme girişimlerinin sahne alabileceği ve alması gereken düzlemler bunlardır: İdeoloji ve siyaset…

Her iki düzlemde de bir “kırma”, “bozma” ya da “koparma” pratiği söz konusudur. İdeoloji düzleminde (ki özü ideolojik mücadeledir), egemen ideoloji ile emekçilerin kendi deneyimlerinden kaynaklanan ideolojik motiflerin buluşup eklemlenmesini sağlayan mekanizmalar ve bağlar kırılır, bozulur, koparılır.

Siyaset düzleminde (ki özü siyasal mücadeledir) ise, emekçileri devletin ve sermaye düzeninin siyasal aktörlerinin safına taşıyan yollar kesilir, bağlantılar koparılır.

Bütün bu pratikler, en az karşı tarafınki kadar bütünselliğe sahip ideolojik-siyasal kurgular ya da sistemler gerektirir.

Cesaret ve teorik ihtilalcilik olmadan, büyük düşünmeden böyle sistemler geliştirilebilir mi?

Cesaretle, teorik ihtilalcilikle ve büyük düşünerek geliştirilecek sistemler, mutlaka, sağlam bir omurgayı çevreleyen deneyimselciliğe, manevra alanlarına, yoklamalara ve bu anlamda başka esnekliklere olanak tanıyacaktır.

Peşinen “ikisi bir arada olamaz” diyenler, bırakın diyalektiği, siyasetten de bir şey anlamıyor demektir.    





Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]