Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Felsefi Tartışmalar

Aydınlanma ve zihinsel ergenlik (1)-Ahmet Cemal  

Son zamanlarda giderek yoğunlaşan : “Ne yapılmalı?” sorusunun yanıtı da artık giderek belirginleşmekte – elbette böyle bir yanıta hazır olanlar için! Ya da bir başka deyişle, bu yanıtı karşısına konmuş bir ayna varsayıp, o aynanın yardımı ile kendi kendisiyle hesaplaşmayı göze alanlar için!

Önce “Ne yapılmalı?” sorusunun yanıtı: Sanki bu topraklarda, bu iklimde daha önce hiç yapılmamışçasına, bir Aydınlanma Seferberliği’ne girişmek. Çünkü bir nokta, artık kesin mi kesin: Batının en geç 18. yüzyılın sonlarında bireyler ve toplumlar için doğal bir yaşama biçimine dönüştürdüğü Aydınlanma, bizim yaşadığımız iklimden öyle anlaşılıyor ki bir rüzgâr gibi gelip geçmiş. Hiçbir zaman toplumun tüm katmanlarına işleyen, onu kökünden sarsıp kendine getiren bir fırtınaya dönüşemeden.

En kısacası: Her bakımdan Aydınlanma’yı hemen hiç bilmemiş ve tanımamış bir toplumda yaşamaktayız. Çünkü aksi olsaydı eğer, o zaman bugün yaşamakta olduğumuz, henüz yaşamadıklarımızın da hızla içine sürüklenme sürecine girdiğimiz yıkımların hiçbirini, ama abartmasız ve gerçekten hiçbirini yaşamazdık.

Bireysel sorumluluk kavramına, sanki böyle bir kavram dünya dillerinden hiçbirinin terminolojisinde daha hiç ortaya çıkmamış gibi, böylesine yabancılaşmazdık.

Geçen onyıllar boyunca bireysel sorumluluk diye bir kavrama neredeyse hiç ihtiyaç duymaksızın toplumsallaşmaya kalkışmazdık. Onyıllar boyunca, çoğu zaman belki iyi niyetle, ama çoğu kez ne korkunç bir cehalet canavarının pençelerine düştüğümüzün farkına varamadan ‘toplumcu’ olabileceğimiz gibi bir gaflete düşmezdik.

Hemen burada, geçmiş yıllar boyunca toplumculuğumuzun her dışa yansımasında kullanmaya bayılır olduğumuz bir söylemin, çoktandır ilke düzeyine çıkarttığımız bir söylemin umarsız yanlışlığına da dikkati çekmek zorunlu. Hep ya da çoğunlukla, şöyle denildi: “Bilinçsiz toplumlardan bilinçli bireyler yetişemez!” Ve böyle denirken, şu gerçek hep unutuldu: Dünya fikir tarihinde bugüne kadar yeterli yoğunlukta bilinçli bireyi olmayan bir toplumun bilinçli toplum niteliğini kazanabildiğine hiç rastlanmadı! Çünkü böyle toplumların, yani yeterli yoğunlukta bilinçli bireyi olmayan toplumların günün birinde bilinçli toplumlara dönüşüvermeleri, ancak sihirbazın değneği ile gerçekleşebilirdi.

Oysa tarih, sihirbazları ve değneklerini değil, ancak neden – sonuç ilişkilerini tanır!

Şimdi konumuz, Türkiye açısından bir aydınlanma seferberliği olduğuna göre, önce Alman filozofu Immanuel Kant’ın (1724-1804) ağzından Aydınlanma’nın (Alm.: Aufklärung) tanımına   kulak verelim: “Aydınlanma, insanın kendi kusurundan kaynaklanan ergen olmama halinden çıkışıdır. Ergen olmama hali, aklını bir başkasının rehberliği olmaksızın kullanabilme becerisinden yoksunluktur. Eğer ergen olmamanın nedeni aklın eksikliği değil, fakat aklını bir başkasının rehberliği olmaksızın kullanma kararlılığının ve cesaretinin eksikliği ise, o zaman ergen olmama hali insanın kendi kusurundan kaynaklanmış demektir. Kendi aklını kullanma yürekliliğini göster! Aydınlanmanın sloganı, işte budur.*”

Aydınlanma için Kant’ın tanımını seçtim, çünkü önümüzdeki haftadan başlayarak bazı açılardan çözümlemesini yapacağımız bu tanım, içinde ülkemiz açısından seferberliğini zorunlu gördüğümüz Aydınlanma’nın çok önemli öğelerini barındırıyor. Bunları, dediğim gibi, haftaya ele almaya başlayacağız.


*"Aufklärung ist der Ausgang des Menschen aus seiner selbstverschuldeten Unmündigkeit. Unmündigkeit ist das Unvermögen, sich seines Verstandes ohne Leitung eines anderen zu bedienen. Selbstverschuldet ist diese Unmündigkeit wenn die Ursache derselben nicht am Mangel des Verstandes, sondern der Entschließung und des Mutes liegt, sich seiner ohne Leitung eines anderen zu bedienen. Sapere aude! Habe Mut, dich deines eigenen Verstandes zu bedienen! ist also der Wahlspruch der Aufklärung."

denizcan  |  Cvp:
Cevap: 1
19.11.2014- 11:51

Aydınlanma ve Cumhuriyet-Ahmet Cemal  

Aslında örtüşen iki kavram.

‘Aydınlanma’ ve ‘Cumhuriyet’.

Cumhuriyet, ‘Aydınlanma’nın toplumsal düzlemde ve kamusal alanda somutlaşmasını ifade eden bir yönetim biçimi.

Milli Mücadele’nin kazanılmasının ardından kurulan Türk Devletinin ‘idare şekli’nin Cumhuriyet olarak saptanması, aynı zamanda Mustafa Kemal’in yeni topluma değgin bir çağdaşlaşma ve uygarlaşma girişimiydi. Osmanlı İmparatorluğunun enkazı üzerinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti, aynı zamanda ‘bilimsel çağ’ diye anılmaya başlanan bir yüzyılın ilk çeyreğinde ancak böyle bir yapı ile ayakta kalabilirdi.

Cumhuriyetin kurucusu, yalnızca kurmakla kalmamış, kurduğunun sürekliliğini sağlayacak hemen bütün önlemleri de almıştı. Almaya vakit bulamadıklarının da yollarını işaretlemişti.

Bugün, 91.kuruluş yıldönümünde o Cumhuriyetten geriye kalan pek az şey var. Son 15-20 yılın yaygın modası, bu gerilemenin hesabını genellikle hep Mustafa Kemal’e çıkartmak oldu. 1938’den bu yana geçen sürede bu bağlamda olup bitenlerin hesabını o sürede sorumluluk taşıyanlar tarafından üstlenilmesine ise pek az rastlandı.

Her kurum ve her kişi eleştirilebilir. Daha doğrusu, insan aklının doğal işleyiş biçimi olan eleştirel düşüncenin bir gereği olarak, eleştirilmelidir de. Elbette ‘yermek’ ve ‘eleştirmek’ kavramlarını birbirinden titizlikle ayırarak.

Ancak bugün geriye baktığımızda, Mustafa Kemal’in kurduğu cumhuriyeti her zaman öneminin gerektirdiği ciddiyetle değerlendirebildiğimizi hiç sanmıyorum. Bu ciddiyetten yoksun tutum, yaklaşık son 15-20 yılda tarihimizdeki Cumhuriyetlerin(!) ‘numaralandırılmasıyla’ daha da yoğunlaştı.

Ortaya bir ‘İkinci Cumhuriyet’ çıkartıldı. Sanki birincisi bütün koşulları ile denenmiş, ama sonuçta işe yaramadığı anlaşılmıştı. Çare, Batının tarihsel koşulları bizimkisinden çok farklı ülkelere özenilerek ‘yeni’ cumhuriyetlerin kurulmasında arandı.

Ama olmadı. Çünkü ‘ikincisi’, birincisinin çok kötü ve acınası bir taklidi olmaktan öteye gidemedi. Dahası, aslında taklit bile olamadı. ‘Yetmez ama evet’ oylarının çukurunda debelenen bir ucube olarak kaldı.

Ama kimileri, günümüzde ‘İkinci Cumhuriyet’in aksaklıklarından söz ederek yeni cumhuriyet arayışları içersindeler.

Aslında hiç olmamış veya ölü doğmuş bir cumhuriyetin yerine yenisini aramak...

Böyle bir girişimde bulunulmasın demiyorum. Ama bunu yaparken, Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet’in dönemini ve kuruluş koşullarını çok, ama çok iyi inceleyip öğrenmek gerekmez mi?

Elbette gerekir. En azından tarih bilinci dediğimiz kavram, bunu koşul kılar.

Peki, yapan var mı?

‘Cumhuriyet’ kurmak, kolay iş değildir!

Bu işe kalkışanlara, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihini bir kez daha, ama gerçekten dikkatle okumaları ve okudukları üzerinde düşünmeleri tavsiye edilir!

denizcan  |  Cvp:
Cevap: 2
19.11.2014- 11:52

Aydınlanmanın özü-Ahmet Cemal  

Dünya fikirler tarihinde herhangi bir ideolojinin cehalet temeli üzerine inşa edilebildiği bugüne kadar hiç görülmedi. Geçici bir süre sanki cehalet üzerine inşa edilebilmiş gibi gözüken ideolojiler de aradan fazla zaman geçmeden yozlaştı, yıkılıp gitti.

Durum, Marksizm için öncelikle böyledir.

Öncelikle diyorum, çünkü Marksizm, kendisinden önceki bütün dünya görüşleriyle ve felsefelerle eleştirel düzlemde hesaplaşarak kendini varedebilmiş bir ideolojidir.

O halde Marksizm, hangi iklimde ve toplumda kurulmasına çalışılırsa çalışılsın, ancak bilgiyi ve bilginin sürekli rehberliğini temel edinebilir.

Geçen yıl, TKP ikiye bölünmezden önce, bu partinin çatısı altında yaklaşık altı yıldır hizmet vermekte olan Nâzım Hikmet Akademisi’nde olup bitenler, bilginin rehberliğinden ayrılmanın ne gibi yıkıcı sonuçlara yol açabileceğinin açık göstergesi oldu.

Akademide olup bitenleri tekrar anlatacak değilim. O kurumda öğretim görevine başladığı ilk haftalardan itibaren   kurumun akademi kimliğini daha da güçlendirecek yeniden yapılandırma çalışmalarına girişen, bu çalışmaların her kademesinde partinin ilgili organlarına bilgi veren bir kişi olarak, sonradan olup bitenleri yeterince yazdım. Yazmaktaki amacım, her konuya olduğu gibi Nâzım Hikmet Akademisi’ne de yaklaşımın ancak ‘eleştirel’ olabildiği ölçüde yapıcı nitelik kazanabileceğini gözler önüne sermekti.

O dönemde akademinin gelecekteki yönetim biçimine ve eğitimine ilişkin olarak hazırladığım taslakları yakın bir gelecekte yayınlayacağım. O taslaklarda dile getirilen ve öğrenciler de dahil olmak üzere, tüm akademi çevreleri ile paylaşılan görüşler yüzünden sonradan pek çok saldırıya hedef oldum. Bu saldırılar karşısında soğukkanlılığımı korudum, bütün çabalarımı yalnızca akademideki öğrencilerimi yeterince sahiplenme hedefi üzerinde odaklaştırdım ve hiçbir saldırıyı – burada ‘saldırı’ sözcüğünü bilerek yineliyorum, çünkü hemen hepsi, eleştiri sayılamayacak kadar seviyesizdi! – kişisel olarak algılamadım. Algılayamazdım da, çünkü hemen hepsi, eleştirme hakkını yalnızca kendilerine tanıyan ‘ortak akıl’lardan kaynaklanmaydı! Zaten sonunda TKP’nin ikiye bölünmesi de bu ‘ortak akıl’ saplantısından ve eleştiri düşmanlığından ötürü gerçekleşti.

Bugün, HTKP üyesiyim. HTKP, eleştiriden ve eleştirellikten kesinlikle korkmayan bir siyasi yapı. Yani Marksist bağlamda bir siyasi yapı nasıl olması gerekiyorsa o yapıyı taşıyan bir kurum.

Bir zamanlarki Nâzım Hikmet Akademisi’nde gerçekleştirmek istediklerimize gelince, onları o akademideki eski öğrencilerimle birlikte bütünüyle bağımsız bir çatı altında, öğrencilerimle birlikte kurduğumuz ‘Ahmet Cemal Kültür Atölyesi’nin (ACKA) çatısı altında gerçekleştirme çabası içindeyiz. 1 Eylül 2014 günü çıktığımız bu yolda başlangıçta tahmin etmediğimiz kadar çok mesafe aldık. Şu anda “Dünya Edebiyatı”, “Mitoloji, İdeoloji ve Edebiyat”, “Sanat ve İletişim”, “Görsel Kültürün Temelleri” ve “Kültür Tarihi” başlıklı çalışmalarla sürdürdüğümüz ‘aydınlanma seferberliği’miz, yakında “Psikanalitik Edebiyat Okumaları”, “Shakespeare ve Politik Tiyatro”, “Bilim ve Politika” başlıklı çalışmaların ve çeşitli workshopların eklenmesiyle devam edecek.

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]