Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Türkiye Devrim Tarihi

Burjuva Demokratik Devrimi ve Doğu Anadolu
Dr. Sait EBİNÇ


                                                                                         
Bu makalede Cumhuriyet ve devrimlerinin doğu Anadolu’daki feodal yapıları neden tasfiye edemediği sorusuna burjuva demokratik devrim bağlamında yanıt aranacaktır. Bunun için de öncelikle burjuva demokratik devrimin tanımı ve bu devrimlerin kısa tarihsel arka plânına değindikten sonra Cumhuriyet’le birlikte Türkiye’de gerçekleştirilen burjuva demokratik devrimin yapısal niteliklerini tartışacağız.   Burjuva demokratik devrimi siyasal iktidarın bir sınıftan (ya da sınıflar koalisyonundan) başka bir sınıf ya da sınıflar koalisyonuna geçişidir.[1] Devrim, ekonomik, toplumsal gelişmeye engel olan miadını doldurmuş feodal yapı ve kurumları oldukça hızlı ve şiddetli bir dönüşümle, tasfiye ederek yerlerine yeni değerlerin ve kurumların getirilmesidir.[2] Devrim sürecinde değer ve kurumların en genel siyasal biçimi ise uluslaşma ve onun siyasal egemenliğinin somutlandığı ulus devlettir.[3]   Ulus devlet ise ekonomik ve toplumsal koşulların artık kendini yeniden üretemediği bir aşamada, devrimci burjuvazinin feodal sınıfı tasfiye ederek siyasal iktidarı ele geçirdikten sonra ulus devlet sınırları içinde bir iç pazar yaratarak kapitalizmi egemen üretim biçimi haline getirmesidir.[4] Bu nedenle toplumların tarihsel özgüllükleri ne kadar farklı olursa olsun burjuva demokratik devrimlerinin ortak paydası kapitalizm öncesi üretim biçimine ait her türlü engeli tasfiye edip burjuva sınıfının önünü açmak ve toplumsal düzende köklü bir değişiklik getirmektir. Ancak devrimin hızı ve yönü toplumdan topluma değişmektedir.   Devrim, tek kerelik siyasal bir eylemle yıktığı eski toplumsal sınıfların kurum ve geleneklerini ortadan kaldırdıktan sonra toplumun tümüne “nüfuz etmek” için bir sonraki aşama olan toplumsal devrim sürecine geçer. Bu nedenle eski düzenin kurumlarının tamamen tasfiyesi uzun yılları kapsayabilir. Örneğin Fransa’da bu tasfiye süreci 80 yıl gibi bir süreye yayılmıştır.   Fransa’da Eğitim ve Öğretim Yasası ancak 1875’te üçüncü Cumhuriyet döneminde çıkarılabilmiştir.[5] Burjuva devrimleri konusunda dikkat edilmesi gereken çok önemli bir ayrım, kapitalizmin en gelişmiş olduğu ilk burjuva devrimleri ile kapitalizmin geciktiği ya da az geliştiği gecikmiş burjuva devrimler arasındaki ayrımdır.[6]

Kapitalizmin erken geliştiği ülkelerdeki burjuva demokratik devrimlerin oluşma koşulları geriye dönük tarihsel bir seyirle incelendiğinde; kısaca şu evreler dikkati çekmektedir: Avrupa’da 16. yüzyılın sonundan başlayarak hızlanan ekonomik gelişme ile eşzamanlı olarak bilime verilen önemin artması, astronomideki, matematikteki ve fizikteki gelişmeler, 17. yüzyıl bilim devrimiyle sonuçlanmıştı. Bilimsel devrimin ortaya çıkardığı düşünce biçimi sorgulayıcı, akılcı, daha çok gözlem ve deneye dayalı bir dünya görüşünü egemen kılmıştı. Kilisenin ortaçağ boyunca egemen olduğu Hıristiyan teolojisi ve bunun dünya merkezli evren anlayışı Kopernik tarafından yıkılmış onun yerine Güneş merkezli evren anlayışı egemen olmuştu. Hrıstiyan teolojisinin dünya merkezli kozmos anlayışının yıkılması kilisenin kendi meşruiyetini dayandırdığı dinsel ideolojiyi ve bunun bir uzantısı olan siyasal meşruiyetini sarsmıştı. Bilimsel devrimlerle birlikte yeryüzünde olan biten olayların nedenini yine yeryüzünde arama anlayışı determinist neden­­­-sonuç bağlantısı kurarak bu ilişkilerin nedenlerini ortaya çıkarma çabası dinsel ideoloji yerine bilimsel-laik aydınlanmacı aklın egemenliğini kurarak dünyevi iktidarın kaynağını siyasal egemenliğin sahibi olarak ulusa dayandırarak yeryüzüne indirmiştir. Bu lâikleşme sürecinin siyasal ve toplumsal sonuçları ilk olarak 1640 İngiliz Devrimi ile gerçekleşmişti.[7] Ardından gelen Fransız Devrimi ise laikleşme sürecinin bir sonraki adımı olmuştur. Batı Avrupa’daki bu devrimlerin temel özelliği kapitalizmin en çok geliştiği bir sürecin sonucu olarak bu devrimler toplumdan devlete doğru yönelen basınçla gerçekleşmiştir. Burjuva devrimlerinin ikinci kuşağı ise geç kapitalistleşmeye paralel olarak 1861’de İtalya’da, 1870 Almanya’da gecikmiş burjuva devrimleri olarak gerçekleşmiştir. Bu devrimler birinci kuşağın aksine devletten topluma doğru uzanan bir altüst oluş süreci ve daha sonrasında ulusal birliklerini sağlamakla sonuçlanacaktı.[8]

Burjuva devrimlerinin üçüncü dalgası ise Türkiye, Çin, İran, Rusya gibi kapitalizmin az geliştiği, bu nedenle de geleneksel feodal üretim ilişkilerinin egemenliklerini önemli ölçüde sürdürdüğü ülkelerde gerçekleşmiştir.

Burjuva devrimleri ile ilgili olarak vurgulanması gereken temel özellik burjuva devrimlerinin ister ilk örneği olan İngiliz ve Fransız Devrimleri olsun, ister Almanya ve İtalya örneğindeki gibi ikinci dalga olsun, ister Rusya, İran, Çin, Türkiye gibi üçüncü dalga olsun, burjuva demokratik devrimleri içinde bulunulan dönemin, kapitalizmin gelişmişlik düzeyinin, ülke içi tarihsel toplumsal dinamiklerle nesnel evrensel eğilimlerin karşılıklı olarak birbiriyle kesiştiği bir uğrakta biçimlenmiş olmasıdır. Örneğin ikinci ve üçüncü dalga burjuva devrimleri kendi içlerinde kapitalist gelişmişlik bakımından farklı olsa da birinci dalga devrimlere oranla çok daha otoriter bir nitelik taşırlar. Çünkü birinci kuşak devrimlerde olduğu gibi gelişmiş ve farklılaşmış bir toplumsal tabanı, bu tabana dayalı gelişmiş burjuva sınıfsal muhalefeti yeterince olgunlaşmadığı gibi burjuva sınıfsal ideoloji de yeterince olgunlaşmamıştır. Bu nedenle bu devrimlerin demokratik niteliği devrimin ilk aşamasında kitleleri seferber etmesiyle sınırlı kalmıştır.[9]






         

spartakus  |  Cvp:
Cevap: 1
03.12.2014- 04:27

Türk Devrimi

Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluş tarihine, toplumsal, siyasal ortamına ve kurucularının hangi sınıfsal kökenli olduklarına bakıldığında Cumhuriyet devriminin bir burjuva demokratik devrim olduğu açıktır. Osmanlı’nın feodal ve İslam dinine dayalı teokratik devlet sistemine karşı uluslaşma süreci, aynı zamanda emperyalizme karşı verilen ulusal Kurtuluş Savaşı koşulları içinde biçimlenmiştir.   Bu nedenle devrimin öncü kadrosu İttihatçıların oluşturduğu bir asker ve sivil küçük burjuva aydın ekibidir. Devrim bu ekibin yarattığı ve yürüttüğü bir sürecin içinde biçimlenmiştir. Bu aydın sınıfın başlıca özellikleri; mektepli aydınlanmacı, genç, laik ve burjuva ideolojisine sahip olmaları yanında Selanik, Mekadonya, İstanbul gibi İmparatorluğun daha çok kapitalizmin geliştiği kentlerinde yetişmiş olmalarıydı.[10]

Düşünsel bakımdan ise bu küçük burjuva sınıfın başlıca özellikleri; Osmanlının İmparatorluk zihniyetinin tam karşıtı olan “vatan” ve “millet” kavramlarına sarılmalarıdır. Jön Türkler’den Kuvay-ı Milliyecilere kadar, peşinden koşulan ve uğrunda savaş verilen fikirlerin kaynağı “vatan” ve “millet” kavramları olmuştur.[11]   Sabahattin Selek, “Anadolu ihtilâli”nin, Kurtuluş Savaşı’yla iç içe gelişmesi nedeniyle “ihtilâlin ideolojik bir hareket olarak başlamadığını dolayısıyla savaş koşulları içinde böyle bir hazırlığın olmadığını vurgulamıştır. Ancak böyle bir ideolojik hazırlığın olmadığını varsaysak bile vatan ve millet kavramlarının kendisi burjuva ideolojisinin tasavvurunun dışında düşünülemez. Kaldı ki 1860’ların ortalarından itibaren başlayan Jön Türk hareketi, 1908 İttihat Terakki devrimi ve son olarak da Atatürk’ün Kurtuluş Savaşında siyasi stratejinin bir gereği olarak açıklamamış olsa bile aydınlanmacı, laik bir ideoloji ve buna dayalı bir ulus devlet projesinin olduğu çok açıktır. Devrimin savaş koşulları içinde başlaması devrime başarı şansı kazandırmakla birlikte bu durum yeni devletin kuruluşunda ve daha sonraki devrimci kararların alınmasında ve uygulanmasında pek çok zaafları beraberinde getirecekti. Selek’e göre dış düşmanlar karşı ”vatan” ın savunulması ve “millet” in kurtuluşu için savaşta yer alanların çok azı devrimci idi. Savaşanlar için kurtarılacak kutsal varlıklar arasında saltanat ve hilâfet makamları da vardı. Kurtuluş Savaşı içinde bütün sınıfların oluşturduğu ittifak devrimin uzak hedefleri bakımından büyük bir zaaftı. Çünkü ilerleyen sayfalarda daha ayrıntılı değinileceği gibi savaşın başlangıcında kurulan bu ittifak savaşın sonunda ve cumhuriyet devrimleri sırasında devrim sürecini yavaşlatan ya da ona tamamen karşı çıkan bir muhalefet çıkaracaktır. Bu nedenle ittifakın önemli bir ayağını oluşturan feodal ve büyük toprak sahibi sınıflarla eşraf sınıfının nihai olarak tasfiyesi mümkün olmayacaktı.   Bu gerekçelere dayanarak Selek Anadolu İhtilalinin ne bir halk hareketi ne de burjuva devrimi olamayacağını savunur. Oysa burjuva sınıfını ille de organik bir sınıf olarak salt ekonomik güç anlamında algılamamak gerekir. Aslında burjuva sınıfı yalnızca ekonomik bir sınıf kategorisine indirgenemez. Burjuvaziyi tanımlamada ekonomik kategori kadar ve hatta çoğu zaman bunu da aşan ideolojik değerler de sınıflandırmaya dâhil edilmelidir. Nitekim Sina Akşin burjuva sınıfının bu ideolojik yönüne vurgu yaparak, 19. yüzyılda Osmanlı özgürlükçü akımlarının burjuva niteliğinin her şeyden önce ideolojik bir olgu olduğunu belirtir. İmparatorlukta burjuva ideolojisinin iki temel kaynağı vardı. Burjuva ideolojisinin imparatorluk içindeki birinci kaynağı hiç şüphesiz özellikle imparatorluğun kapitalizme erken eklemlendiği liman kentlerindeki gayrimüslim azınlıkların yaşam ve düşünce biçimlerindeki burjuvalaşma sürecidir. Burjuva ideolojisinin ikinci kaynağı ise Batılı modern eğitim veren tıbbiye, harbiye, mülkiye gibi okullardı. Bu okullardan yetişen küçük burjuva sınıfının amacı devleti kurtarmaktı. Tanzimat’la birlikte kurulmaya başlayan okullardan mezun olan mektepliler nesnel olarak devlet bürokrasisine bağlı oldukları halde kafa kuruluşu bakımından burjuva değerlerine bağlıydılar.   Bu nedenle ülkenin ancak bir burjuva düzeni içinde kalkınabileceğine inanmışlardı.[12] Okullardan yetişen kadrolar aydınlanma ideolojisini ve Batı’daki gelişmeleri kavrayacak sınıfsal farklılaşmanın sonucu olarak kendi sınıflarının bilincindeydiler. Bu nedenle Osmanlı yönetimine, değerlerine, ümmet toplumunun kurumlarına daha bilinçli bir muhalefet geliştirebilmişlerdir. Bu kadroların köken olarak küçük burjuva sınıfından gelmiş olmaları, onları kolaylıkla Fransız Devrimi’nin ilkelerine duyarlı hale getirmişti. İlkeler arasında vatan kavramının ön plana çıktığı yurtseverlik duygusu, ümmete karşı ulus düşüncesi, liberal ideolojinin bireysel hak ve özgürlükler kavrayışı yanında meşruti monarşi de olsa bir parlâmenter sistemi savunuyorlardı.[13] Türkiye’de burjuva olgusu Avrupa’daki sınıfsal farklılaşmaların olgunlaştığı düzeyde olmasa bile Türkiye’de burjuva devrimi ve onun aydınlanma ideolojisini temsil etmekteydi. [14]   Yukarıda da belirtildiği gibi Türkiye’de burjuva devrimi Kurtuluş Savaşı koşulları içinde bu küçük burjuva öncü kadronun liderliğinde biçimlenmiştir. Bu öncü kadro Kurtuluş Savaşı’nı sınıfsal olarak toprak ve mülk sahipleri yani eşraf ve ağa ittifakı içinde gerçekleştirmişti. Burjuva devrimini gerçekleştiren öncü kadronun yerel iktidar odaklarıyla kurduğu bu ittifak doğal olarak devrimlerin sürekliliğinde ve hızında bir çekingenlik yaratacaktı. Zira en başından beri kurulan bu ittifakın ideolojik dayanağı ağa ve eşrafa halifelik makamını kurtarma vaadinin verilmesiydi. Bunun yanı sıra Türkiye’de Devrim’in tamamlanması teorik olarak iki temel unsurun gerçekleşmesine de bağlıydı. Bunlardan birincisi toprak reformu ile feodal düzenin ekonomik temelini oluşturan toprağın geniş köylü yığınlarına dağıtılmasına bağlıydı. Ancak pratikte büyük toprak mülkiyetinin tasfiyesi için bazı ön koşulların bulunması gerekiyordu. Bunlar; işletme sermayesi, tarımsal teknoloji ve toprağı işletecek yeter sayıda nüfusun varlığıydı.   Bu koşullar yerine getirilmediği sürece toprak reformu da tek başına feodal yapıları çözmekte yeterli bir araç olmayacaktı. Ayrıca Doğu Anadolu’da Ermeni tehciri sonrası bölgede azalan nüfus da göz önüne alındığında toprak kıt değil tam tersine kıt olan toprağı işleyecek nüfustu. Bölgedeki nüfusun büyük bir kısmı savaşlarda ölmüş, geri kalan nüfus da ülkenin batısına göçmüştü. Bu nedenle toprak reformu diğer koşullar yerine getirilmeden uygulansa bile feodal düzeni tek başına çözebilecek bir araç değildi. Bölgede feodal yapıları tasfiye edecek burjuva sınıfının olmadığı koşullarda bu rolü devletin zor aygıtları üstlenecekti.

Feodal yapıların tasfiyesinde ikinci seçenek ise sanayi devrimi ile ağa ve eşraf sınıfının egemenliğine son verip, ekonomik egemenliği ticaret burjuvazisine geçirmek ve ticaret burjuvazisini sanayi burjuvazisine dönüştürerek kırsal göçü işçileştirip kentlileştirmekti. Ancak Osmanlı burjuvazisi Kurtuluş Savaşı sırasında yurt dışına kaçmıştı. Onların yerine savaş koşulları içinde Milli İktisat politikasıyla üretilmeye çalışılan yerli burjuvazi ise büyük çoğunluğu itibariyle henüz kasaba tüccarı seviyesinden öteye geçememişti.[15]

Atatürk’ün İzmir İktisat Kongresi’nde işe emek Misak-ı Millisi ile başlamasının bir nedeni de budur. Devlet öncülüğünde hızlı sanayileşme politikası yürütülecek. Bu politika II. Dünya Savaşı’na kadar uygulanacak fakat toprak reformu yapılamayacaktı. Bunun temel nedeni ise Kurtuluş Savaşı’nda eşraf desteğinden kaynaklanmaktaydı. Bu nedenle iktidar halkı değil eşrafı tercih etmişti. 1950’li yıllarda bile CHP il ve ilçe başkanlarının çoğu, yörenin âyan ve eşrafından oluşmaktaydı.[16]

Türk Devrimi’ni analiz eden Celal Nuri İleri adeta imparatorluğun feth-i meyyit (otopsi raporu) yazan bir düşünür olarak, Türk Devrimi hakkında şöyle yazmaktaydı:

“Yeniçeriliğin ortadan kaldırılmasına kadar hiçbir yenilik gerçekleşemezdi. Dünyayı tanımıyorduk. Tanzimat döneminin yenilik hamleleri taassubun duvarlarına çarpmıştı. Türk Devrimi yıkılmaya yüz tutmuş kurumları defnetmiştir. Devrimin ciddi bir mukavemet göremeyişi başka türlü açıklanamaz. Çünkü devrimin bütün talepleri akla ve mantığa ve çağın gereksinimlerine cevap vermesinde büyük payı olmakla birlikte, milletin uyanıklığı ve olaylardan ders almışlığının yanında karşısındaki muhafazakâr grubun örgütsüzlüğü ve nihayet olayların gelişimidir”.[17]

Yazar Türk devrimini Osmanlılıktan kopuş olarak tanımlar ve üç yüzyıldan beri toplumu bağlayan ve şaşırtan Doğulu düşünce ve yönetim tarzına son verildiğini belirtir. Celal Nuri, Yeniçeri kurumunun ortadan kaldırılmasından Vahdettin’in kaçışına kadar geçen dönemi bir hamilelik dönemi, Cumhuriyeti de savaşın ve devrimin çocuğu olarak niteler. Bunun yanı sıra ulus tanımını da çok netlikle ortaya koyarak dünyada saf ırkın olamayacağını, coğrafyadaki bölümler gibi etnik sınıflamaların da göreli olduğunu vurgulayarak insan topluluklarının 20. yüzyılda ırklara göre değil uluslara göre ayrıldığını, ulusu da bir devletin uyruğu olan insan topluluğu olarak tanımlar.[18]

Ulus tanımını o günün koşullarında çok netlikte ortaya koyan Celal Nurinin bu tanımı daha sonra 1924 Kanun-i Esasîye’de benimsenecektir. Ona göre Türk devriminin temellendiği ulusun oluşumunda ne din farkı ne ırk farkı gözetilmiştir.[19] Türk devriminde hiçbir etnik/dinsel kimliğe karşı, yalnızca kimliği nedeniyle mücadele bayrağı açılmamıştır. Türk devriminin toplumsal mücadelesi etnik bir temelden hareket etmemiştir. Bu nedenle Kürtlüğe karşı değil feodal üretim ilişkilerine, bu ilişkiler egemeni olana ağalık ve aşiretlik kurumuna karşı yürütülmüştür. Türk devriminin Rum, Ermeni, Yahudi azınlıkları da kapsayan iktisadi toplumsal mücadelesi yalnızca bu kimliklere sahip olunması nedeniyle değil, bunların emperyalizmin işbirlikçisi olarak çalışan burjuva kesimlerine karşı yapılmıştır.

1923 yılı başlarında temelinde eski düzenin kalıntıları ile oluşmakta olan siyasal iktidar yapısı arasındaki çatışma sivil iktidar/askeri iktidar görünümü almıştır. Ömür Sezgin’e göre bu sivil/asker görünümü altındaki asıl çatışma İttihat ve Terakki’nin kuruluşunda var olan Ahrar ve daha sonra Hürriyet ve İtilâf muhalefetinin 1923’ teki uzantısıdır. Siyasi iktidarın askeri iktidarla özdeşliğinden söz edilebilir ancak sivil iktidarı savunur görünenler demokrasiden çok eski düzenin savunucularıdır.   Bu muhalif grubun Mustafa Kemal’in ve temsil ettiği ideolojinin iktidarını sınırlandırabilmek için dini ideolojinin egemen olduğu bir toplumda hilafet makamının maddi manevi otoritesine sığındıklarını belirtir[20] Sezgin’e göre Meclis’te başından beri temel çatışma “aydınlanma ideolojisi” ile “dinci ve saltanatçı” ideoloji arasındadır.[21]

Kurtuluş Savaşı ve sonrası kuruluş aşamasındaki öncü kadronun sınıf bileşimine bakıldığında ise Kurtuluş Savaşını gerçekleştiren siyasal iktidarın sınıf bileşimi bir taraftan İttihat ve Terakki’nin uzantısı olan küçük burjuva mektepli sınıf ile ağa eşraf sınıfını oluşturan mütegalibenin birleşiminden oluşmuştu. Kuruluş aşamasında ön safta gözüken memur ve asker kadro ile okumuş orta sınıf olarak daha sonra CHP çevresinde örgütlenen sınıflardı. Bunun yanında taşrada Kurtuluş Savaşı koşulları içinde doğan ve güçlenen eşraf sınıfı bulunmaktaydı. Kasaba eşrafının Cumhuriyet’in öncü kadrosuyla iş birliği yapması öncü kadronun köylü kitleden büsbütün uzaklaşmasına yol açmıştı. Çünkü eşrafın çıkarları ticaret yoluyla sömürdüğü köylünün geri kalmasındaydı. Bunlar devrimcilerle köylünün arasında en büyük engeli oluşturmuşlardı.[22]

Her ne kadar ikinci mecliste bu ittifak küçük burjuva sınıfı lehine kısmen bozulsa bile 1950’ de eşraf sınıfı siyasal iktidarı tekrar ele geçirecektir. Kurtuluş Savaşı sonrası siyasal iktidarı ele geçiren ağa eşraf sınıfı, siyasal olarak dini politik bir araç haline sokarak devrim sürecini yavaşlatarak geleneksel toplumsal düzeni ve onun kültürel desteklerini değiştirme yerine bu ilişkileri popülist bir tarzda yeniden üretecekti.

spartakus  |  Cvp:
Cevap: 2
03.12.2014- 04:29

Türkiye’de Burjuva Demokratik Devrimin Sınırları

Burjuva demokratik devrimin sınırlarından kastedilen anlam coğrafi bir sınırlamadan öte devrimin gücü ve kararlığı anlamında kullanılmaktadır. Devrimin doğal ve nesnel sınırlarını belirleyen olgular üzerinden Cumhuriyet’in kapitalizmle geç eklemlenmiş bölgesi olan Doğu Anadolu’ bölgesinde somut tabiyet ilişkilerinden soyut tabiiyet ilişkisine dönüşme eğilimleri kast edilmektedir.

Türkiye’de Cumhuriyetin bir burjuva demokratik devrim olduğunu bu bölümün başında vurgulamıştık. Burjuva demokratik devrimlerin nesnel yönleri kadar onları biçimlendiren öznel yönleri de önemlidir. Bu öznel koşullar devrimin gerçekleştiği toplumlarda devrimlerin hızını kesen ya da durduran kapitalizm öncesi geleneksel toplumsal yapılar ve düşüncelerdir. Bu düşünceyi temsil eden sınıflar devrim sürecinde ya da sonrasında burjuva sınıfının kendi içindeki gerilim ve savaşlarda sıkışınca ilk ittifak kuracağı geniş yığınlar ve onların temsilcileri olarak adeta kötü gün akçesi işlevi görmektedirler.

Devrim hukuksal olarak eski toplumsal düzeni ve kurumları ortadan kaldırsa bile eski düzenin zihniyeti ve düşüncesi uzun bir süre varlığını sürdürmeye devam eder. Devrimin yavaşladığı dönemlerde karşı devrimci eğilime dönüşerek kendi kurumlarını yeniden canlandırma eğilimine girerler. Bu nedenle devrimin bütünüyle gerçekleşebilmesi devrimin, eski yapıları tasfiye etmesi ve yeni yapıları yaşamsal hale getirmesi için tamamlayıcı bir sürece ihtiyacı vardır.[23] Bu tamamlayıcı süreç de toprak ve üretim araçları üzerinde egemen toprak sahibi sınıfın gücünü ortadan kaldırma ve onun yerine kendi kurumlarını ikame etmesidir. Bu süreç toplumun gelişmişlik düzeyine göre uzun ya da kısa bir süreci kapsayabilir. Bu süreç sanayileşme gibi toplumsal değişmeyi hızlandıracak dinamikten yoksun olduğu koşullarda daha uzun bir zamana yayılabilir. Devrimsel sürecin işleyişi kuşkusuz salt ekonomik bir determinizmle açıklanamaz. Ancak yeni düzenin ideolojik ve hegemonik aygıtlarıyla kendini yerleştirmesi yine de ekonomik koşullardan bağımsız değildir. Bu çerçevede Doğu Anadolu’daki geleneksel aşiret ve cemaat yapılarının burjuva demokratik devrimin sınırlarını nerede belirlediği ya da nerede kestiği sorusu aşiret yapıları söz konusu olduğunda coğrafi bir sınır çizmek mümkün olabilir. Ancak cemaat kategorisi bakımından bu sadece bölgeyle değil artık günümüzde ülkenin büyük kentlerinden küçük kentlerine kadar bir dizi aralıkta daha geniş sınırlar içinde örgütlenip ekonomik, toplumsal ve siyasal egemen bir güç haline gelmiştir. Doğu Anadolu’daki aşiret ve cemaat yapıları burjuva demokratik devrimin ve onun sonucu olan ideolojisi ve aydınlanma düşüncesinin önündeki en büyük engeller olarak devrimin sınırlarını da belirlemişlerdir. Eski düzenin yapılarıyla yeni düzenin arasındaki gerilim ve mücadele diyalektik bir yapı içinde gerçekleşmektedir. Türkiye’de Aydınlanma ideolojisinin kendi tipini ürettiği kapitalizmle eklemlenmiş kentler dışında kalan kırsal alandaki bu yapılar bugün artık büyük kentlerde de aydınlanma devrimini kırdan başlayarak merkezdeki alanlarını işgal etme sürecine girmiştir. Bu merkezin çevre tarafından sıkıştırılması bir anlamda Orta doğu dinsel ideolojisinin ilk giriş kapısı olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan başlayarak sürekli ülkenin Batı’sına ve merkezine doğru halk halka yaylışını da gösteren bir durumdur. 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak Nakşibendî tarikatının bütün üstleri Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dadır. Cumhuriyet döneminde de Doğu ve Güneydoğu Anadolu Nakşîliğin merkez üssü olma konumunu sürdürmüştür. Bugün Nakşibendî tarikatının ve kollarının liderlerinin Doğu ve ya Güneydoğu menşeli olması tesadüf değildir. Türkiye’de artık ekonomik ve siyasal güç haline gelmiş cemaatler Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan itibaren Cumhuriyet’in ve aydınlanma düşüncesinin sınırlarına kazanımlarına en büyük basınç bu bölgeden itibaren oluşmaya başlamıştır.

Cumhuriyet’in ilk on yılında bu geleneksel güçler 1925 Şeyh Sait İsyanı ve ardından Takriri Sukun Kanunuyla uzun bir suskunluk döneminden sonra bazen Kürt milliyetçiliği, bazen demokrat partiyle birlikte popülist demokrasi söylemiyle birleşerek Kemalist ideolojisiyle mücadeleyi demokrasi ve bürokrasi ekseni üzerinden yürüterek devrime ve onun kazanımlarına karşı ittifak oluşturmada II. Meşrutiyet’de olduğu gibi Liberal-İslamcı ittifakların bugün de oluşması bir anlamda uzak tarihle yakın tarihin kısa devre yaptığını özetleyen bir durumdur.

Yakın tarih olarak 19. yüzyılda imparatorluğun temellerini sorgulayan Jön Türklerin başlattığı modernleşme ve uluslaşma sürecini Atatürk devrimleri ülkenin batısındaki kapitalizme eklemlenmiş kentlerinde tamamladı. Ancak ülkenin Doğu’sunda sadece Kemalist devrim değil ilk Burjuva demokratik devrim olan II. Meşrutiyet’i ilân eden İttihatçı kadrolar da bölgedeki feodal unsurlarla ittifak yapmak zorunda kalmışlardı. Bu zorunluluk daha çok Ermeni sorunlarına karşı Doğu Anadolu’daki Kürt aşiret reisleriyle yapılan bir ittifaktı. Bu ittifak Doğu Anadolu’da toplumsal ve siyasal dengenin önemli bir ayağı olan Ermeni-Kürt dengesini Kürtler lehine bozdu. Bu süreç bölgede aşiretlerin ve tarikatların daha da güçlenmesini sağladı.   Tehcirle birlikte ülkenin batısında Anadolu ticaret ve sanat hayatını ellerinde tutan Rum ve Ermeniler’in gidişi Anadolu şehirlerinde Türkler’e sanat ve ticaret hayatında önemli olanaklar yarattı.[24] Doğu Anadolu’da ise Ermeniler’den kalan kent içindeki arazi ve arsalara kentin yerleşik nüfusu olan aileler el koydular. Bu yerleşik nüfus 1950 yılından başlayarak kente göçün yoğunlaştığı yıllarda Ermeniler’den kalan arsa ve arazileri satarak arsa ve arazi rantları üzerinden büyük servetler edindiler. Bölgenin kırsal kesimindeki Ermeni arazilerine ise daha çok aşiret reisleri ve ağaları el koydular. Nitekim İsmet İnönü’nü Şark raporunda bu konuyu dile getirecek, aşiretlerin işgal ettiği Ermeni topraklarını boşaltmaları için I. Umumî Müfettişe bu yönde talimat verecekti. Savaş koşulları içinde yaratılmış ve savaşın olanaklarından en fazla kazançlı çıkmış sermaye sınıfının feodal yapıyı tasfiye etmek için ne bir ideolojisi ne de bu ideolojinin temellendiği sınıf çıkarları büyük toprak sahibi sınıfla çelişiyordu. Savaş koşulları içinde oluşmuş tüccar-sermaye sınıfı Avrupa’daki burjuvaziye benzer tam bir orta sınıf meydana getirememişti. Osmanlı orta sınıfını oluşturan kesimler geniş ölçüde Rum ve Ermeni unsurlardan oluşmuş bir sınıftı. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Anadolu’dan Rumlar ve Ermeniler gittikten sonra ortada orta sınıf olarak memurlar, askerler biraz da eşraf kaldı. Bu toplumsal yapının bulunduğu bir ortamda da Atatürk devrimlerinin güvencesi ister istemez sadece asker ve sivil bürokrasiye dayandırılmak zorundaydı. Bu nedenle Doğu Anadolu’da köylüyü ağanın ve eşrafın etkisinden çekip çıkaracak bir burjuva sınıfı olmadığı için sorunu çözmek asker ve bürokrasiye kalıyordu. Askerin de tanımı gereği bu sorunu çözmek için elinde devletin zor aygıtlarından başka kullanacağı mekanizma yoktu. Sermaye sınıfı ile eşraf arasında başlangıçtan beri kurulan ittifak sadece muhafazakâr bir ideoloji düzeyinde kurulan bir ittifak değildi. Bunun yanı sıra sermaye sınıfının ilk birikimini sağladığı ticaret sermayesinin taşradaki eşraf aracılığıyla gerçekleştirilmesine de dayanıyordu[25] Savaş koşulları içinde üretilmiş bu sermaye sınıfının bütün arzusu ve beklentisi devletin halkın sırtından sağlayacağı paralarla zahmetsiz, emeksiz kârlarını artırmak ve bu karla derme çatma bir imalât sanayii kurmaktan öteye geçmemişti.[26] Cumhuriyet’in ilk on yılında sermaye sınıfının ülkeyi kalkındıracağına olan beklentiler ve ümitler boş çıkınca 1932, sanayileşme politikası uygulamaya koyulacak, bu politikayla halkın sırtından feodal ağa büyük toprak sahibi indirilmeden bedellerini halkın ve köylünün ödediği ikinci bir yük olarak sanayici sınıfın bindirilmesi olacaktı.[27] Bu sanayileşme ise ülkenin batı illeri ile sınırlı kalacaktı. Ülkenin bütününde olduğu gibi Doğu’sunda da köylü yığınlarını egemen sınıfların aşiret, din mezhep baskısından kurtarılıp sınıf çıkarlarını görebilecek bir değişim ve dönüşümü sağlayacak politikalar geliştirilemeyecekti.[28] Bölgedeki feodal yapıları devletin ideolojik aygıtlarla dönüştürme çabaları ise sonuçsuz kalacaktı. Kurtuluş savaşını gerçekleştiren yenilikçi grupla ağa eşraftan oluşan karma kadronun devrimci kanadı modern eğitimin yalnız liman kentlerinde bulunduğu kurumlarda tamamlamışlardı. Buna karşın imparatorluğun diğer bölgelerinde geleneksel medrese kurumlarında yetişen gruplarla Batılı eğitim almış bu sınıflar arasında sosyo-kültürel farklılaşma, siyasal ve ideolojik birlikteliği sağlayamayacak kadar büyüktü.[29]   Bu nedenle, Doğu Anadolu’da aşiret, cemaat yapılarıyla değiştirilemeyen bir toplumsal ve kültürel yapı üzerine oturtulmak zorunda kalınan Cumhuriyet’in üst yapı devrimleri, derinlere nüfuz etmekte güçlüklerle karşılaşacağı kaçınılmazdı. Toplumsal yapı değiştirilmeden girişilen köy kalkınması eğitim hamlesi ve sanayileşme hareketleri beklenilenden farklı sonuçlar verecekti. Atatürk’ün ölümünden sonra toplumda akılcı bir değişim sağlamak için yapılan ideolojik ve hukuksal müdahaleler kapitalizmin modernleşme sürecinin kendi ivmesinin dayattığı değişimlerin ötesinde bunlara yapısal anlamda hız ve yön verecek siyasal bir iradenin kararsızlığı ve çekingenliğiyle daha da ileriye götürülemediği için ülkedeki büyük köylü kitlesini bu sürece dâhil edilememişti

Burjuva demokratik devrimi sınırlayan diğer bir neden Kurtuluş Savaşı’nın özel şartlarında yatmaktadır. Kurtuluş Savaşı, toprak ağası, tüccar, eşraf ve ulemasıyla Anadolu eşrafına dayanarak yürütüldüğü için bir halk hareketi yoktur. Ayrıca Osmanlı bürokrasisinden kalma unsurların da handikabını taşıyan devrimci kadro kendi saflarından kopmuş ön planda kişilerin liderlik ettiği ciddi bir muhalefetle karşı karşıya kalmıştır. Bu koşullar altında, tarımdaki Ortaçağ kalıntılarını bir devrimle temelinden tasfiye edip kalkınmayı sağlam bir tabana oturtmak mümkün olamamıştır. Bu şartlara rağmen öncü devrim kadrosunun dayandığı güçler aleyhine hareket geçmiş fakat eşraf ve ağa engelini kırmaya gücü yetmemiştir. Buna rağmen toplumu adım adım zorlayarak büyük işler başarılmıştır. Ama köyün dolayısıyla Türkiye’nin kaderi tam olarak değiştirilememiştir. Tutucu eşraf desteği ile bir Kurtuluş Savaşını gerçekleştirdikten sonra toplum katlarında başka bir desteği olmayan öncü kadronun toplumsal devrim isteği otoriter bir devleti zorunlu kılıyordu. Ne var ki bu şartlarda yürütülen devrimler üst yapı devrimleri olarak kalmış feodal engelleri kırarak toplumun geniş yığınlarına ulaşamamıştır. Devrimin sınırlılığının kültürel nedenlerini ise Suat Sinanoğlu şu şekilde açıklamaktadır: “Kemalizm, kültürün kişilik yaratıcı katında yeni bir anlam yaratamadığı ya da yarattığı anlam toplumun belli kesimleriyle sınırlı kaldığı için tam olarak toplumsal iktidarını gerçekleştirememiştir. İkinci olarak Kemalizm dine rakip olabilecek ideolojilerin ortaya çıkmasına izin verilmemiş olmasıdır.”[30] Bunun da başlıca nedeni işçi ve köylü kitlesinin örgütlenme kültür ve geleneğini engelleyen yasal ve ideolojik engellerdi. Devrimin diğer bir sınırlılığı tarımda kapitalizmin henüz pek az geliştiği o yıllarda ülkenin kapalı bir ekonomi çerçevesinde on binlerce dağınık köyde yaşayan köylü kitlelerinin pasifliği ve güvensizliğiydi.[31] Tarımda çalışan nüfus oranı bütün nüfusun yüzde seksenini oluşturduğundan işçi sınıfı bakımından emek-sermaye ilişkileri bağlamında işçilerin büyük bir çoğunluğu kamu sektöründe çalışan işçilerden oluşmaktaydı. Kamu sektöründe çalışan işçilerin büyük bir çoğunluğu ise köylülük formasyonunun egemen olduğu bir bilinç yapısına sahiptiler. Bu bilinci değiştirip dönüştürecek sendika ve siyasal örgütlenmenin karşısına tarikat ve cemaat yapıları alternatif olarak geliştirilip kurgulandığı için örgütlenme kültürü ve bilinci büyük kentlerdeki eğitimli kitleyle sınırlı kaldı. Bu nedenle çalışan işçilerin büyük bir çoğunluğu sağ partilerin siyasal tabanlarını oluşturmaya devam ettiler.

1950’li yıllara gelindiğinde ise halk yığınlarının dört te üçünün ekonomik, toplumsal ve kültürel hayatında devrimsel değişiklikler olmamış, sanayileşmenin etkileri bu kitlelerin yaşam sınırlarına bile ulaşamamıştı.[32]   Toprak reformu ise devletçi-seçkinci çevreler tarafından en çok üzerinde durulan konu olmasına karşın, toprak reformunun ekonomik, toplumsal ve siyasal boyutlarıyla ilgili çalışmalar yapılmamış bu konu sadece yasa düzeyinde ele alınmıştı. Yasanın uygulanmasına zemin hazırlayacak veriler ve arazi istatistikleri ve kadastro çalışmaları yapılmamıştı.[33]

Kırsal alanlarda feodal düzeni oluşturan toplumsal ve ekonomik yapının dirençli yapıları eğitim yoluyla değişim ve dönüşüm çabalarını önemli ölçüde engellemiştir. 1940 sıralarında köylerdeki geleneksel güç dengesini ve kullanılan teknolojiyi değiştirmeye yönelen Köy Estitüleri bir dereceye kadar başarı sağlamış fakat bu süreç 1948’de durdurulmuştur. [34]

Köy enstitüleri programı uygulanmaya başlandığı zaman kırsal alanlardaki güç dağılımı yüzyıllar önceki geleneksel yapılarıyla ve bu yapıların siyasal ve ideolojik düzeydeki düşünceyi savunan temsilcileriyle Köy Enstitüleri projesinin erazyona uğratıp daha sonra da tamamen tasfiye etmişti.[35]

1950–1960’lara gelindiğinde tarımdaki kapitalist gelişmeyle birlikte kırdan kente göç ve kitlelerin yoksullaşması ile sonuçlandı. Bu yıllarda traktör sayının altmış beş bine yükselmesi feodal yapıları bir ölçüde sarsmakla birlikte Demokrat Parti bu yapıları ideolojik olarak yeniden canlandırdı.

Bunun yanında Doğu Anadolu’da çok az bir nüfusun okur-yazar olması, ulaşım olanaklarının 1950’lere kadar çok yetersiz olarak kalması ulusal ölçeğe yayılan bir iç pazarın bütünleşmesinden mahrum kalmasıydı. Doğu Anadolu’yu ulusal pazara eklemleyecek bayındırlık hamlelerinin önüne, güvenlik gerekçesiyle stratejik düşüncelerin baskın çıktığı biliniyor. Sanayi tesislerinin yanı sıra özellikle demir ve kara yolu projeleri. Genelkurmay Başkanlığının onayına bağlıydı. Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, demir yolu ağının öncelikleri olarak güvenlik sorununa göre bu hatların geçiş güzergâhlarını belirlemişti.[36]

Sonuç olarak Türkiye’de sınıfsal ittifaklar ve sınıf bileşimleri Fransa’daki gibi burjuvazi ile aristokrasi arasında keskin bir sınıf çatışmanın olmaması, burjuvazinin tutucu ağa eşraf sınıfıyla olan ittifakını sürdürmesi devleti ve egemen geleneksel kültürü dönüştürememesiyle sonuçlanmıştı. Buna karşın Kıta Avrupa’sında sınıfların konumları doğu toplumlarına göre daha net ve keskin bir biçimde oluştuğu için bu toplumlarda burjuva kesin bir zaferle siyasal ve kültürel üst yapıları bütünüyle dönüştürmüştü.[37]   Türkiye’de ise siyasal iktidarın bileşenleri göz önüne alındığında köklü bir mülkiyet dönüşümü tanımı gereği olanaksızdı. Çünkü Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştiren toplumsal sınıflar da ağa ve eşraf bu koalisyonun temel bileşenlerini oluşturmaktaydı. [38]

1930 yılından sonra Doğu Anadolu’da Aşiret sistemine, feodal ilişkilere karşı Cumhuriyet’in dünya görüşünün tavizsiz ve kararlı bir uygulaması olarak değerlendirilmemiştir. Topyekûn bir değişimin devrimci programı yerine ve Osmanlı’nın çözülüş döneminde Batıcı ideolojiye göre biçimlendirilen reformlar daha çok ıslahat planları çizgisinde geliştirilmiştir. Batı’dan kapitalizmin hukuk, ekonomi kurum ve mevzuatı ithal edilirken, Doğu’da Batıcı ideolojinin Osmanlı geleneğine uygun siyasetler uygulanmıştı. Abdülhamit çizgisinden yararlanarak feodal güç ve ilişkileri besleyen kaynaklar tasfiye edilmek yerine daha da çoğalmıştı.

spartakus  |  Cvp:
Cevap: 3
03.12.2014- 04:32

1] Taner Timur. Türk Devrimi ve Sonrası İmge Kitabevi Yayınları 1993 Ankara s. 55–56

[2] Jean Millet İktisadi Olayarın Evrimi Çev: Ertuğrul Tokdemir Remzi Kitapevi Yayınları s. 108  

[3] Muzaffer İlhan Erdost. Küreselleşme ve Osmanlı Millet Makası Modelinde Türkiye Onur Yayıncılık 1999 Ankara s. 76

[4] Taner Timur A. g. e s.

[5]   Murat Sarıca. Emredici Vekâletten Temsil Sistemine Geçiş Yayınlanmamış Doçentlik Tezi s. 132

[6]   Elif Çeğlı, Bonapartizmden Faşizme Olağanüstü Burjuva Rejimlerinin Marksist Bir Tahlili, Tarih Bilinci, Yayınevi s. 48    

[7] XVII yüzyılın ilk İngiliz devrimi, yalnız mutlak monarşinin yerine demokratik olmasa da temsil bir hükümet geçirmek ve baskıcı bir devlet egemenliğini kararak kapitalizmin gelişmesinin önündeki engelleri kaldırmıştı Toprak aristokrasisi ve burjuva sınıfının devriminde uzlaşmayla çıkması bir anlamda İngiliz aristokrasinin içinde kilise mensupları ve dinin burjuvayla koalisyonu ifade eder. İngiltere’de burjuvazinin dinsel eğilimlerini güçlendiren bir olguda Hobbss ‘la birlikte yeni bir evreye giren Materyalizmdir. Materyalizm yalnızca orta sınıfın dini duygularını sarsmakla kalmamış bundan başka krallığın ayrıcalığının ve iktidarının bir savunucusu olarak da ortaya çıkmıştı. Monarşiye karşı çıkarlarını korumak için İngiliz burjuvazisinin dine sarılmasının bir nedeni de budur. F.Engels Seçme Yapıtlar, s. 464

[8] Sungur Savran ,“Osmanlı’dan Cumuhriyete: Türkiye’de Burujuva Devrimi Sorunu.” 11. Tez Kitap Dizisi, Kasım Uluslarası Yayıncılık, 1985 İstanbul s. 173–213  

[9] Sungur Savran A. g. m s. 174

[10] Sina Akşin Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi s. 56

[11] Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali s. 703

[12] Sina Akşin. Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, Remzi Kitap Evi 1987 s 82

[13] Attila İlhan. A. g. m s. 4

[14] İlhan Selçuk. “Askere Müdahale Üzerine” Cumhuriyet Gazetesi 11. Aralık Pazar s. 2 2006

[15] Doğan Avcıoğlu. Türkiye’nin Düzeni Cilt II s. 234

[16] Attile İlhan Burjuva Devrimi 22 Ağostos 1997 Cumhuriyet Gazetesi s. 13

[17] Celâl Nuri İleri Türk İnkılâbı s. 65

[18] Celâl Nuri İleri Aynı zamanda 1922 Yılında Kanun-i Esasi Encümen reisliğine seçilecek 1924 Anayasasının yazılmasında önemli katkılar sunacaktır.

[19] Celala Nuri İlleri. Türk İnkılâbı. s. 97 Haz Recep Duymaz.

[20] Ömür Sezgin Kurtuluş Savaşı ve Siyasal Rejim Sorunu   İmge Kitabevi Yayınları Ankara     2005 s.107

[21] Ömür Sezgin A. g.e. s.52

  Sınıf sözcüğü (classe) Fransızca’ya XIV. İngilizce’ye ise XVI yüzyılda girdi.   Her ikisi de Latince clasis sözcüğünden gelir; clasis sözcüğü ise yurttaşları, sahip oldukları servete göre ayıran çeşitli kategorileri belirtirdi. XVI. XVII. Yüzyıllar Frasızcası’nda sınıf terimi, daha çok kategori terimine yakın genel bir anlam taşımaktaydı. Bkz. Philip Benetton Toplumsal Sınıflar Yeni Yüz Yıl Yayınları s. 34 1997 Sınıf kavramının daha çok siyasal bir içerik kazanması 18. yüzyıl sonundan itibaren İngiltere’de daha sonra da 19. yüzyılda diğer Avrupa ülkelerinde meydana geldi. Sınıf sözcüğü az ya da çok açık bir şekilde bir anlamda kendi özerkliğini kazanırken, önceki tanımlardan başka şeyler ifade etmeye de başladı ve toplumsal ayrım ve ilişkileri farklı düşünmenin bir anlatım şekli oldu. Sosyolojik ve siyasal düşüncenin önemli bir kavramı haline gelen modern toplumsal sınıf kavramının tarihi bu şekilde başlıyordu. Asa Briggs’in kullandığı language of class terimi İngiltere’de 18. Yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıktı. 19. yüzyılın ilk on yılında yayıldı ve 1830’lu yıllarda yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı. 1772’ de ortaya çıkan Lower classes (alt sınıflar) terimini yirmi yol sonra middling ya da middle classes (orta sınıflar) terimi izlerken, son olarak da bunlara higher classes ve kısa bir süre sonra da upper clases eklendi, terim birinciler kadar tutulmadı, zira eski sınıflar ifadesi eski toplum içinde kök salmış olanlara daha uygundu. Working classes (işçi sınıfı)   terimini ilk kullananlardan biri 1813’ de Owen oldu.   Bkz. Braudel Maddi Uygarlık Ekonomi ve Kapitilazm II. cilt Çev: M. Ali Kılıçbay Gece Yayınları 1995 s. 432. XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda sınıf terimi toplumsal ayrım ve ilişkilerde yeni bir bakış açısını dile getirecektir. Meslek birlikleri, , kademeler, meslekler gibi sözcüklerden oluşan geleneksel anlatım, eski toplumsal düzene ve kendi görüntüsüne sıkı sıkıya bağlıydı. Bu, Eski Rejim Avrupası’nın, hem aristokratik hem de organik bir toplumun eşitsizliğinin hüküm sürdüğü ve insanların doğuştan ayrıldığı bir toplumun, ama aynı zamanda toplumsal hiyerarşide süreklilik düşüncesinin de egemen olduğu bir toplumun diliydi.. “meslek birlikleri” ya da “ meslekler” belirgin ve doğurgan ayrımları bir anlamda kutsuyordu; geniş ölçüde soyaçekime dayanan bu ayrımların gerekli ve meşru oldukları düşünülüyordu. Fakat bunlar toplumun sadece ve sadece bir bölümünü belirtiyorlardı. İnsanları karşılıklı bir zorunluluklar sistemiyle bağlayan aralarında somut ilişkiler kuran sıkı bir hiyerarşi düşüncesini dile getiriyorlardı. Toplumsal bünyeler tek bir zincirin halkaları olarak algılanıyordu. Tocqueville bu hiyerarşik yapıyı köylüden krala kadar uzanan uzun bir zincir olarak tanımlıyordu.   Language of class’ın ifade ettiği   kavram bambaşka bir şeydir; toplumsal katmanlar arasındaki ayrım, hiyerarşinin sürekliliğini, karşılıklı bağımlılık   ilişkilerinden çok ekonomik ayrımlar   toplumsal bölünmeyi belirlemektedir.“Sınıf” ayırımları hukuksal olarak kabul edilmemiş, olsa dahi sonuçta   her gruba özgü çıkarlardan hareketle insanları ayırır ve hatta, en azından onları gizli olarak   karşı karşıya getirir. Dolayısıyla toplumsal ilişkiler artık yan özellikleri göstermezler. Artık, kişisel bağlılık ve ahlaksal zorunluluklardan oluşan geleneğin dışındadırlar, zımnen de olsa gizli olarak birbirleriyle yarışan ya da çatışan kollektif çıkarlara dayalı soyut gibi görünürler,   Sınıf terminolojisinin bu dönemde henüz netleşmediğini görüyoruz. Değişik ve ikircil anlamları olan sözcükler vardır. Yine de bu yeni anlatım 19. yüzyılın ilk yarısında İngiltere’de toplumsal ayrımlar ve ilişkiler konusunda yeni bir kopmayı ve maddi yoksullukla birlikte bir kişisizleşme duygusu izliyordu. Nitekim yeni ekonomi, iş ilişkilerini alt üst ediyor ve   “yeni bağımlılık” adı verilen ilişkilerde yeni bir hiyerarşi yaratıyordu; bu anlayışa göre, insan- insan ilişkilerinin yerini uzak, soğuk ve kişisiz ilişkiler alıyordu. Sınıf sözcüğü, ortaya çıktığında devrimci terminolojinin önemli bir terimi değildi. Devrim, kuşkusuz, dili yeni deyimlerle zenginleştirdi, halk sınıfı, yoksul sınıf, işçi sınıfı, ama bunların kullanım alanı geniş olmadığı gibi anlamları da çok muğlâktı. Anlamdaki bu görece belirsizlik, genel olarak 19. yüzyılda da devam etti. Sözcük kendisine yandaş bulurken, çok sayıda nitelemeyle de birleşti: Çalışan sınıflar, zengin ve yoksul sınıflar, üst ve alt sınıflar aydınlanmış sınıflar, işçi sınıfı..vs. Bu, dönemde kavramın kullanımında   sınıf, sıra meslek birliği, katman sözcükleri arasındaki ayrımın halen belirginleşmediğini de ifade etmek gerek. En azından 1848’e doğru sözcük gerçek bir özerklik kazanamadığı gibi coşku uyandırıcı bir anlam da yüklenmedi. İngiltere deki duruma benzer hiçbir şey yoktu, söz konusu durumda sınıf   (üst’orta’alt) “sistemi” ifadesi, sıradan insanların gözünde coşku yüklü ve çatışma düşüncesine bağlı bir anlam kazanmamıştı.1870’li yıllara kadar sınıf sözcüğünün belirsizliği devam edecektir. Bu durum Jean Dubois’inın Vocabulaire Politique et Social en France de 1872 adlı yapıta ilişkin çözümlemesi sayesinde daha açık bir şekilde görülebilir. Artık siyasal ve toplumsal terminolojinin önemli bir terimi olmasına rağmen, sözcük, belirsizliğini halen korumaktaydı ve çok kez çoğul olarak ve birçok nitelemeyle birlikte kullanılıyordu. Aynı zamanda bir kaç,   anlatımda da yer alıyordu. Muhafazakarlar ve ılımlıların tercihi çoğul ve üst, eğitimli, alt sınıflar gibi ifadeler hiyerarşiyi meşrulaştırmak amacıyla kullanılıyordu. Kapitalist sınıf ve emekçiler sınıfından söz eden sosyalistler tekil olarak kullanırlarken, sağ çoğul olarak kullanıyordu. 1869 ‘da milletvekili Girault “işçi sınıfı” sözcüğünü teleffuz edince Yasama Meclisi’nde kızılca kıyamet koptu ve milletvekili konuşmasını tamamlayamadı Görüldüğü gibi bu alanda değişiklikler ve belirsizlikler hüküm sürüyordu. Yine de bir takım kuvvet çizgileri çıkarmak olanaklıdır. İlk olarak sınıflar ve katmanlar deyimleri sonunda meslek birlikleri ve sıralar sözcüklerini geride bıraktı. 1870’e doğru Sosyalizmin gelişmesi ve Marksizm’in etkisi (1870’li yıllardan itibaren) bu süreci hızlandırırken aynı zamanda sınıf sözcüğünü de toplumsal mücadeleye bağlayacaktır. Bkz. Philpe Benetton. Toplumsal Sınıflar,

  F.Braudel Maddi Uygarlık Ekonomi ve Kapitilazm cilt II. s.352

  Immanuel Siyes Tierse Etat Nedir A.Ü Hukuk Fakültesi Dergisi Çev: Süheyl Derbil Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi Cilt VIII. sayı 1-2 s. 126-207 Ankara 1951

    Server Tanilli. Dünyayı Değişterin On Yıl s. 132

    J.Michelet, Fransız İhtilali Tarih Cilt II. Çev: Hamdi Varoğlu Maarif Vekâleti Yayını II. Cilt 1952 Ankara s. 179 Gaxotte, Pirerre, Fransız İhtilali, Çev. Semih Tiryaki Soboul. Albert. Fransız İhtilâlinin Kısa Tarihi, Çev: İsmail Yarkın, İnter Yayınları 1989 s. 123, Furet, François. Fransız Devrimini Yorumlamak, Çev Ahmet Kuyaş Alan Yayanları 1989 s. 201

  Leo Hubarman. Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla Çev: Murat Belge İletişim Yayınlar 1997 İstanbul s. 92–93 A. Aulard, Farnasz İnkılâbının Siyasi Tarihi, Demokrasinin ve Cumhuriyetin Kaynakları ve Gelişmesi 1789–1804 Çev: Nazmi Poroy Türk Tarih Kurumu Yayınları Ankara 1982, Vedat Günyol, Devrim Yazıları, Çev: Meriç Gök. Nurettin Yıldırım, Sabahattin Eyüpoğlu Varlık Yayınları İstanbul 1962 s. 45.

[22] Mümtaz Soysal   “Büyük Yalan” s, 9 Yön sayı 40. 19 Eylül 1962, s.6

[23] Jean Maıllet. İktisadi Olayların Evrimi s.56

[24] Doğan Avcoğlu. Türkiye’nin Düzeni cil II. s. 568

[25] Mustafa Sönmez “ Türkiye’de Tarım ve Büyük Burjuvazi”   Yapıt. s.231–236

[26] Stefan Yerasimos. Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye Cilt III. s. 156

[27] Hikmet Kıvılcımlı Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi Tarih ve Devrim Yayınları İstanbul 1974 s.23

[28] Doğan Avıoğlu “Parlemantoculuk” Yön Sayı 144   21 Mart 1962 s

[29] Kurt Steinhous. Atatürk Devrimi Sosylojisi Cumhuriyet Kitapları 1991 s. 111

[30] Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi TTK yayınları Ankara 1980 s 154

[31] Selim İlkin İlhan Tekeli. “ Türkiye Taramı ve Yapısal Gelişmeler” (1900–1950)   Der: Ş. Pamuk, Z. Toprak a,g.m Türkiye’de Tarımsal Yapılar (1923–200) Yurt Yayınları 1988 Ankara s. 76

[32] Niyazi Berkes. İki Yüz Yıldır Neden Bocalıyoruz Yön Yayınları s. 53

[33] Özgür, Özlem 100 Soruda Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi İstanbul Gerçek Yayınevi s. 32

[34]   Emre Kongar. Türkiye’de Toplumsal Değişme Remzi Kitabevi s.350

[35]   Engin Tonguç,   Devrim Açısından Köy Enstitüleri ve Tonguç.   s. 51 İstanbul 1968

[36]   Doğan Avcıoğlu a. g. e 97

[37] Ellen Meikinsins Wood. Kapitalizmin Arkaik Kültürü: Eski Rejimler ve Modern Devletler Üstüne Tarihsel Bir Deneme, Çev: Oya Köymen İstanbul, 2007 s.32

[38] V.İ.Lenin Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Çev: Muzaffer Erdost, Sol   Yayınları,.Ankara 1992, s. 43

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]