Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

01.01.2015- 12:29

Cumhuriyetinizi nasıl alırdınız? Laik mi, seküler mi?

Ahmet Çınar



Nasıl bir cumhuriyet isterdiniz?

Seküler mi? Laik mi?

Ya da Bülent Ecevit’in siyasi literatürümüze armağan ettiği “inançlara saygılı laiklik”ten mi arzu edersiniz?

Bir de Tayyip Erdoğan tarifi var biliyorsunuz… “Ya Müslüman olursunuz, ya laik; hem laik hem Müslüman olunmaz” diyordu kendileri!

Bir kafa karışıklığı olduğu açık.

“Seküler” ve “laik” kavramlarını eş anlamlı olarak kullanan da var, seküleri bilinçli olarak tercih eden de, üzerine basa basa laikliği vurgulayan da.

Ortada bir yanlışlık olduğu kesin.

Birbirinin yerine kullanılan iki farklı kavram var ortada: Laiklik ve sekülerizm.

Birleşik Haziran Hareketi’nin 11 Ocak’ta tüm kentlerde aynı anda gerçekleştireceği ilk kitlesel eylem, doğru bir tanımlamayla “Laik ve bilimsel bir eğitim için ayaktayız” diye adlandırılmış.

Çünkü…

Onsuz bir saniye bile yaşayamayacağımız kavram laiklik.

Laik bir toplumda hiçbir kamusal alan, dinsel referanslarla düzenlenemez. Eğitim, sağlık, ekonomi, güvenlik, hukuk, iç politika, dış politika gibi alanlarda hiçbir dinsel yasanın/referansın/kuralın esamisi okunmaz. Hiçbir inanç grubunun lehine ya da aleyhine bir tasarrufta bulunulamaz.

Son zamanlarda “laik-laiklik-laikleşme” kavramlarının yerini “seküler-sekülerlik-sekülerleşme” kavramları almaya başladı. Bunun kasıtlı olarak yapıldığı kanısındayım.

Laiklik yerine sekülerliği kullanmanın yanlış olduğunu düşünüyorum.

Bu yanlışlık ta ilkokuldan beri laikliğin yanlış öğretilmesinden kaynaklandı. Laiklik yıllarca bizlere “Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” şeklinde, eksikli olarak öğretildi. Bu yanlışlığın doğal sonucu olarak da, laiklik ile sekülerlik hep birbirine karıştırıldı.

Seküler sözcüğünü, laikliği kavramsal düzeyde ortadan kaldırmak için bir ikame sözcük olarak ileri sürdüler.

Siyasal İslamcıların ve dinci gericilerin “laikçilik” diye aşağıladıkları katı, jakoben, aydınlanmacı, Fransız tipi laikliğe karşı, “Ilımlı, özgürlükçü, anglo-sakson sekülarizm” sahneye sürüldü. Sekülarizm kavramı, İslâmizasyon politikaları bağlamında laikliği yok etmek için ortaya atıldı.

Laiklik ile sekülarizm arasındaki fark uzun uzun, tarihsel ve etimolojik bağlamlarıyla anlatılabilir. Ancak bir köşe yazısının harcı değildir bu. O nedenle ben burada değerli şair ve yazar Özdemir İnce’den alıntılayacağım şu kısa ve kaba formülleştirmeyle açıklayabilirim:

Sekülarizm = Devlete karşı kilise + Halk ittifakı.

Laiklik = Kiliseye karşı devlet + Halk ittifakı.

***

Bu formül çok şeyi açıklıyor sanırım.

Laik cumhuriyete karşı, “tarikat” ve “cemaatler” ile bunların kontrolündeki ve halk olmaktan çıkartılmış, 4+4+4 gibi yöntemlerle boyun eğdirilmiş sürülerin ittifakı. Buna sekülarizm diyorlar. Sekülarizmi savunanlar, “Devlet cemaatlere, tarikatlara karışmasın, onlara birer sivil toplum kuruluşu gibi davransın, onlar da kendi topladıkları bağışlarla kendi kurumlarını inşa etsinler, faaliyetlerini sürdürsünler, devletten finans talep etmesinler, devlet ile cemaatler birbirlerini işlerine karışmadan, birbirlerinden bağımsız şekilde yaşasınlar” diyorlar. Bu bir liberal savunudur.

Oysa bizim için yaşamsal öneme sahip olan; hava, su, ekmek gibi ihtiyacımız olan kavram laiklik. Aklı devreye sokmak. Bilimi, sanatı, yaratıyı yükseltmek. Bilimsel ve eleştirel düşünüşe sahip insanın, kurucu ve yaratıcı tek varlık olduğunu kabul etmek. Buna ihtiyacımız var.

Fransız Devrimi'ndeki gibi jakoben, tepeden inmeci, aydınlanmacı bir laiklik. Topyekun rasyonalizasyonu hedefleyen, bunun önkoşulu olarak da kamusal alanı dinselliğin tahakkümünden, vesayetinden her düzeyde kurtarıp sterilize eden bir laiklik.

***

O nedenle “Laik ve bilimsel bir eğitim için ayaktayız” diyoruz.

Bu duygu ve düşüncelerle 11 Ocak’ta ülkenin tüm kentlerinde Birleşik Haziran Hareketi olarak sokaklarda olacağız.

Din bezirgânının, siyasal İslamcının, aydınlanma düşmanının, padişah bozuntusunun çarkına, tezgâhına, düzeneğine çomak sokmak için…

Biz başka âlem isteriz. Biz laik, kamucu, ilerici, eşitlikçi ve özgürlükçü bir cumhuriyet isteriz.

Seküler cumhuriyete fit olmayız.

butay74  |  Cvp:
Cevap: 1
01.01.2015- 16:29

Cok guzel bir yazi paylasmissiniz.bu siteye daha simdi uye oldum.ben de devrimci olmak istiyorum.oy kullanidan beri siyasete merak duyyorum.her gün gazete okuyorum.elimden geldiğince roman okumaya çalisiyorum.11 haziran birlesik hareketi bartinda gerceklesicek mi.ya da ankara.cevaplar mısınız

denizcan  |  Cvp:
Cevap: 2
01.01.2015- 17:17

Hoşgeldiniz. Birleşik Haziran Hareketi'ni buradan takip edebilirsiniz. http://birlesikhaziranhareketi.org/

tarihselmaddeci  |  Cvp:
Cevap: 3
02.01.2015- 09:52

Yıllardır laikliği savunan bir hareket olarak şunu söylemeliyiz ki, şu yazıları görmek için verdiğimiz çabaya değmiş. Türkiye solunu yıllardır laiklikten uzak tutmaya çalıştılar. Parababalarının yarı-laiklik anlayışı üzerinden laikliğin tamamı reddedildi. Dünya ve din işlerinin birbirinden ayrılması üzerine alınan tüm yol reddedildi. Hatta bazı zeki arkadaşlar, ortaçağcı gericilikle el ele verdi (Ufuk Uras zamanının ÖDP'si içindeki herkes dahil bu duruma, bugünün de HDP'si de aynı işi yapıyor).

Sekülerizm ile laiklik aynı anlamalara geliyor, birbirinden farkı yok. İngiliz laikliğinin farklı olmasının sebebi, kilisenin artık siyasete egemen olma olanağının ortadan kalkmış olması durumundan ileri gelmekte. Bunun da adına bizim "doğulu" entellektüellerimiz "sekülerizm" diyorlar yumuşatarak. Ancak din ile bu şekilde yumuşak mücadele edilemez. Kürt hareketinin Esad'a karşı giriştiği linç kampanyası sonucu Kürt halkının IŞİD ile karşı karşıya kalışı bunun en net göstergesidir.

denizcan  |  Cvp:
Cevap: 4
14.01.2015- 14:47

Laiklik olmadan olmaz!-Necdet Saraç  

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez Edirne'deki 30. İl Müftüleri İstişare Toplantısı'nda son 10 yılda İslam coğrafyasında 12 milyon katledildiğini açıkladı. Arkasından da "Müslümanlar'ın kutsallarını aşağılayarak manevi işkenceler cinnet haline birer davetiye niteliği taşımaktadır" sözleriyle katliamı meşrulaştırmasına ve “12 milyon insanın katledildiğine ses çıkarmayan insanlığın sadece 12 kişiye düzenlenen bir cinayet sebebiyle ayağa kalkmasını ibretle izledi" eleştirisine takılmayacağım…

Çünkü, on yılda öldürülen 12 milyon insan yalnızca emperyalistler senaryolara sığmaz! Yalnızca “Batının” taktikleri ile de açıklanamaz!

Terör eylemleri yapanların “kafalarının yıkanmışlığıyla, kandırılmışlıklarıyla” da, “çağdışı” olmalarıyla da…

Herkesin dönüp kendi yarattığı “canilere”   bakmasıyla da…

“İslam barış dindir, İslam adına cinayet işleyenler bizden değildir” diyerek de, katledilen 12 milyon insanı açıklayamazsınız! Hele hele son günlerin moda deyimiyle “gerçek İslam bu değil” lafıyla da…

İnsanın kendi canını feda etmesininden daha önemli ne olabilir?
Paris’te 17 kişiyi öldürenler de, Nijerya’da 2 bin kişiyi öldüren Boko Haramcılar da, Irak’ta Suriye’de kameraların karşısına geçip “keyifle” kafa kesen IŞID’ciler ya da El Kadideciler inandıkları için bunu yapıyorlar!   İnanmayan biri, parayla, pulla, vaadle bunu yapmaz, yapamaz! Bu zaman içinde bir davranış kalıbına dönüşmüş, bir inanç, bir zihniyet biçimidir ve yüzlerce yıldır devam etmektedir!

Sorunu çözmek ve yeni katliamlara   karşı ortak tavır geliştirmek istiyorsak önce burada anlaşmak, bu gerçeği kabullenmek gerekiyor!

Katliamların insanlık suçu olduğunu söylemek, “şehitlik makamının olduğu” bir inançta katliamı yapanların, “ruh hastası” insanlar olduğunu söylemek sorunu çözmediği gibi doğru teşhisi de engelliyor!

Görmez’in tespitiyle son 10 yılda katledilen 12 milyon insanın tamamına yakının İslam coğrafyasından olması tesadüf olabilir mi?

Sorun çok açık; İslam bir “devlet dini” olarak ortaya çıktı ve yüzlerce yıl boyunca iktidar oldu! Bu iktidar olma hali, 20. Yüzyılda başından itibaren sona erdi. “İki kutuplu” dünya sona erince, reel sosyalizm çökünce, ortaya çıkan “siyasi ve ideolojik boşluktan” dolayı yeniden iktidar olmak istiyor! Bu istek güçlendikçe şiddet de artıyor,   ölümler ve gözyaşı da…

“Dini sade halinden çıkardık, yeninde atalarımızın hoşgörülü dinine, doğru İslam’a dönelim” gibi söylemlerin yalnızca muhabette yeri var, siyasi hayatta yeri yok!

Kendi yalanlarımızın peşinden gitmeyeceksek, dün bugünden çok farklı değildi.

Hazreti Ali’yi namaz kılarken öldürenler “Hüküm Allahındır” diyerek öldürdüler…

Bugün AKP’lilerin övünerek sahiplendikleri Ehl-i Beyt soyunun imamlarının hiç biri yatakta ölmemiştir. Kimi suikastle, kimi de zehirlenerek öldürülmüştür!

Ne için? “Gerçek İslam” adına!

Dar-ül Harb, yani Müslüman olmayan bir hükümdarın egemen olduğu yerler nasıl Müslüman olmuştur? Hangi “barış dininden” bajsediyorsunuz? Bir dönem “Dar-ül Harb” olan topraklarda yaşayan Türkler, “bir barış dini” olan İslam’ı kılıç zoruyla kabul etmediler mi?

Osmanlı padişahlarının kardeşlerini veya çocuklarını öldürmelerinin nedeni neydi? İktidarı hem de “Allah adına” tek başına elde tutmak değil miydi? Peki ölümlerde, daha doğrusu kendi kardeşlerini öldürmelerinde, üstelik kana kaıtarak değil de, boğarak, referansları neydi? Din değil miydi? Ölümlerden önce Şeyhülislamlar fetva vermiyor muydu?

Bin yıllık kardeşlik diyenler, “Osmanlı’nın İslamı barış ve hoşgörü dini” olarak kullandığını söyleyenler 16. Yüzyıldan sonra Anadolu’da Alevilerin hem de toplu katliamlarını neden görmek istemezler?

Osmanlı döneminde Müftü Hamza’nın, İbn-i Kemal’in Ebussud Efendi’nin fetvalarıyla, IŞİD’in, El Kaide’nin, El Nusra’nın   yayınladığı fetvalar arasında ne fark var?

Ya da daha önceki gün Diyanet’in yayınladığı “Dövme yapan ve yaptıran” diye başlayan ve “Allah’ın yarattığı şekli değiştirenlere Allah lanet etmişti” diye devam eden fetvayı nasıl yorumlayacağız? Dünden ne farkı var?

Hz. Ali’nin öldürülmesinden bu yana bütün dini cinayetlerde, katliamlarda “tekbir” getirilmesini tesadüf olarak mı değerlendireceğiz? Maraş’ta, Sivas’ta, Paris’te…

1400 küsur yıldır her fırsatta “tahrik olmayı” tesadüf mü sayacağız? Hallac-ı Mansur’un Bağdat’ta, Nesimi’yi Şam’da, Şeyh Bedreddin’i Banaz’da, Asım Bezirci’yi, Akarsu’yu Sivas’ta, Charb, Cabu, Wolinski’yi Paris’te öldürenlerin “tahrik olma hali” nasıl oluyor da bu kadar birbirine benziyor?

Nasıl oluyorda, din adına, İslam adına yapılan katliamlara binlerce kişi ortak oluyor? Kimi fiili olarak, kimi yazarak, kimi dua ederek, kimi de alkışlayarak… Bunu durup düşünmeyecek miyiz? Durumu “hep 3-5 meczupla” mı izah edeceğiz?

TEK ÖRNEK: MEDİNE VESİKASI

IŞİD’e “terör örgütü” dememek için direneceksin, bölgede yüzbinlerce insanın ölümü için akla gelebilecek bütün İslami terör örgütlerine kapıyı açacaksın, TIR’larla silah taşıyacaksın, sonra da “İslam barış dini” diyeceksin?

Sıkışınca, IŞİD, El-Kaide, Boko Haram gibi örgüt üyeleri sanki başka bir dindenmiş gibi, “bunlar gerçek İslam” değil diyeceksin ama ne hikmetse bir türlü “bu gerçek İslam”a bir tek örnek veremeyeceksin? Koca İslam tarihinde “Medine Vesikası” dışında anlatacağın bir tek “başarı öykün” olamayacak?

Lafı dolaştırmaya gerek yok; İslam coğrafyasında işlenen 12 milyon cinayet, Müslümanın Müslümanı “gerçek İslam” adına öldürmesi değil mi? Bu çıplak gerçekliği görerek, tartışmanın din ve demokrasi eksenine taşınması gerekir… Adı ne olursa olsun, iktidar olan, iktidar olmak isteyen hiçbir dinden bugüne kadar demokrasi çıkmadı, bundan sonra da çıkmayacağı kesin! Adı ister İslam, ister Hristiyanlık, ister Budizm olsun. Farketmez!

Batı’da bugün “din adına ölümler” yoksa, bunun nedeni çok açık ki,   yüzbinlerce cinayetten sonra 16. Yüzyılda Kilise’nin devletin kurumsal kimliği dışına taşınmasıdır!
Din ve iktidar ilişkisi niyetlerden bağımsız olarak kirli olmaya, kirlenmeye mahkumdur! Barış güzellemeleri gerçeği değil, hayalleri kapsıyor! İslam coğrafyasının öncelikle bu gerçeği görmesi gerekiyor!

Bu süreci tersine çevirecek, bir tek panzehir var. Adına ister laiklik, ister özgürlükçü laiklik, isterseniz sekülerizm deyin, dinin “dünya işlerinden elini eteğini çekmesi gerekir”! Devletin hakem olarak, bütün inançlara ve kimliklere eşit mesafede durması sağlanmalı. Diyanet İşleri Başkanlığı mutlaka lağvedilmeli ve oraya ayrılan bütçe “laik ve bilimsel eğitime” aktarılmalı! Bu olmadığı sürece yüzlerce yıldır dinen temel düstura dönüşen “Dar-ül İslam, Dar-ül Harp” ya da “Mümin ve Münafık” ikilemi cinayet işletmeye devam ettirir! Hele hele Milli Eğitim Bakanlığı adına ilkokul çocuklarına din adına ölümü öven “değerler eğitimi” de veriyorsan bu kaçınılmaz bir son olur!

Bu yüzden henüz her şey tam anlamıyla yanıp yıkılmadan laiklik ilkesi Türkiye dahil, bütün İslam ülkelerinin ortak bir siyasi kültürü olmalı!

umut  |  Cvp:
Cevap: 5
15.01.2015- 17:25

Laiklik mücadelesinin militanı olmak
Ahmet Çınar


Geçen hafta bu köşede “siyasal İslâm’ın fıtratına” dair kaleme aldığımız yazının başlığı “Kaypak ve ikiyüzlü” idi.

Aradan geçen yedi günde, kaypaklığın ve ikiyüzlülüğün en kıvrak, en arsız, en yüzsüz örnekleri sergilendi.  

Siyasal İslâm’ın politikacıları tarafından sergilendi. Onların sesi nefesi olan ve adına ne yazık ki “gazete” dedikleri paçavralar tarafından sergilendi. Sosyal medyada atıp tutan AK troller tarafından sergilendi. Televizyon ekranlarının gediklisi liberal-yandaş-yanaşma (aydın demeye dili varmıyor insanın) enteller tarafından sergilendi.

Kaypaklığın, ikiyüzlülüğün, utanmazlığın destanını yazdılar.

Charlie Hebdo’da yaşanan dinci katliamı net ve açık bir dille kınayamayan siyasal İslâmcılar, üç gün sonra Paris’te milyonlarca insanın yürüyüşüne katılmak zorunda kalarak doksan derece dönüş nasıl yapılır, dünya âleme gösterdiler.

Katliamın ertesi günü haberi “kirli oyun”, “tezgâh”, “adrese teslim provokasyon” manşetleriyle veren gazeteler, Davutoğlu Paris’teki yürüyüşte iki omuz arasından kadrajlara girmeye çalışınca, doksan derece dönerek “Teröre karşı tek yürek” haberleriyle çıktılar!

“Teröre karşı tek yürek” manşetiyle çıkan ikiyüzlü gazetelerin okurları, Başbakanları daha Paris’teki müsamereden dönmeden, Tokat’ta Charlie Hebdo için saygı duruşunda bulunan yurttaşlara satırla saldıracak kadar doksan derece döndü.

“Teröre karşı tek yürek” yürüyüşünde arz-ı endâm eden sanki bu Başbakan değilmiş gibi, Charlie Hebdo’nun yeni sayısını Türkçe yayınlayan Cumhuriyet gazetesi, o Başbakan’ın polisleri tarafından ablukaya alındı, gazetenin dağıtımı engellenmeye çalışıldı.

Bu da yetmedi, Charlie Hebdo’nun yeni sayısının kapağını yayınlayan internet sitelerine erişimin engellenmesi için Diyarbakır’dan mahkeme kararı çıkartıldı!

Bu dönüşe, bu kaypaklığa, bu ikiyüzlülüğe can dayanmaz!

Ve biz elbette siyasal İslâmcıların, “aslında”, “gerçekte”, “içtenlikle” ne düşündüklerini, neye inandıklarını biliyoruz.

Davutoğlu’nun Paris’te yürümesi değildir gerçek; gerçek, Charlie Hebdo karikatüristlerini saygıyla ananlara satırla saldıranlardır.

Başbakan’ın “üzülmüş gibi” çekilen fotoğrafları değildir gerçek; gerçek, Diyanet İşleri Şeyhülislâmı’nın “İslâmofobi şiddete dönüştü” diyerek, yaratılan terörü aklama çabasıdır.

Kiziroğlu Ahmet Hoca’nın Twitter hesabından paylaştığı “Fransız halkıyla birlikte terörizme karşı dayanışma için Paris’teyim” cümlesi değildir gerçek; gerçek, AKP’li Salih Kapusuz’un Charlie Hebdo dergisini yayınlayan Cumhuriyet gazetesini “Müslüman mahallesinde salyangoz satmakla” suçlayan twitidir.

Gerçek, “Charlie Hebdo’ya destek verenler” listesi yayınlayıp lumpen ve vandal sürülere açık hedef gösteren Ak-it gazetesinin kışkırtıcılığıdır.

Gerçek, Cumhuriyet gazetesinin önünde toplanıp “Kouachi kardeşler onurumuzdur” sloganı atan saldırganlıktır.

***

Bir haftadır gözlemliyorum. Gündelik yaşamında dinsel ritüelleri pek de yerine getirmeyen, hayatını çok da dinsel referanslarla kurmayan, genellikle seküler bir yaşam tarzını sürdüren çok, çok, çok ama çok sayıda kişinin, Charlie Hebdo karikatüristleri için “Hak ettiler” yargısını dillendirmeleridir asıl korkunç olan.

Tıpkı bundan 22 yıl önce Hürriyet gazetesinin Sivas’taki gerici kalkışma ve katliamı, “Aziz Nesin isyanı” manşetiyle vererek, sanık sandalyesine laiklik ve aydınlanma savunucusu Aziz Nesin’i oturtması gibi.

İşte tam da bu nedenle…

Hiç sakınmadan çekinmeden, ağzımızda eveleyip gevelemeden, açık yüreklilikle ve netlikle ve de son derece yüksek bir sesle “laiklik” savunusu yapmak zorundayız.

Sola, sosyalistlere, aydınlanmacılara, ilericilere düşen görev budur. Bu hem siyasal bir görev, hem insani ve vicdani bir ödevdir.

Zorbalıkla, despotlukla, sömürüyle mücadele etmenin olmazsa olmaz koşuludur laiklik mücadelesi. Laikliği içselleştirememiş bünye, zorbalıkla da mücadele edemez, sömürüyle de… Olsa olsa HDP’li Altan Tan’ın yaptığı gibi “Charlie Hebdo'nun kapağının basın ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyeceğini” söyler ve gericilerin safındaki yerini sağlamlaştırır! Altan Tan’ın safındakilerin ne yapacağını ise biz bilemeyiz!

Bizim bildiğimiz bellidir: Aydınlanma ve laiklik, yaşamsal bir ihtiyaçtır. Kim ki laikliği savunanlara, laiklik duyarlılığı taşıyanlara "laikçi" diyor ve bu sözcüğü aşağılamak için kullanıyorsa, o en büyük yobaz, bağnaz ve gericidir!

Bize düşen, bu mücadelenin sınıfsal mücadeleden ayrılamayacağı bilinciyle laiklik mücadelesi vermektir. Laikliğin, insan aklını ve yaratıcılığını her türlü vesayetten kurtarma hamlesi olduğunu bilerek. Laikliğin, insan aklının ve yaratıcılığının yegâne güvencesi olduğunu görerek.

***

1783’te bir Alman dergisine “Aydınlanma nedir?” sorusuna verdiği yanıtta “Sapere aude” diyordu Immanuel Kant, “Aklını kullanma cesaretini göster” diyordu.

Ve devam ediyordu: “Aydınlanma, insanın düşmüş olduğu küçüklük/güçsüzlük durumundan kurtulup aklını kendisinin kullanmaya başlamasıdır. Küçüklük/güçsüzlük, başkasının yol göstericiliği olmadan kavrayışını kullanamama yetersizliğidir. Bu küçüklüğün/güçsüzlüğün sorumlusu insanın kendisidir, çünkü bunda yatan neden sadece kavrayış eksikliğinden gelmez, başkasının yol göstericiliği olmadan kavrayışını kullanabilme kararlılığının ve yürekliliğinin olmamasından gelir. Kendi kavrayışını, aklını kullanma cesaretini göster. Sapere aude!

İşte aydınlanmanın formülü budur.

Başta dinsel olmak üzere, her türlü vesayetten aklını kurtarabilme yetisi. Ve bunun tek güvencesi laiklik.

Her türlü gerici kaypaklığa ve ikiyüzlülüğe karşı çıkarak, hayır diyerek, isyan ederek…

denizcan  |  Cvp:
Cevap: 6
17.01.2015- 10:02

Amasız, fakatsız laiklik-Can Soyer  

Charlie Hebdo dergisinin özel sayısındaki başyazıda, dünyanın bu döneminde karşı karşıya olduğumuz uluslararası ve bölgesel sorunlardan örnekler verildikten sonra, şu sözler geliyor: “Bu vahim sorunları çözmeye çalışmak için neyse ki çok sayıda araç var ancak bu araçların hiçbirisi, en önemli araç olan laiklik olmaz ise, çalışmıyor. Laiklik derken de, pozitif laiklik, kucaklayıcı laiklik, bilmem ne laiklik değil, sadece laiklik, o kadar.”

Konu, nihayetinde kurama ve tarihe uzanan boyutlara da sahip olduğu için, laiklik hakkındaki düşünme süreci bu kadar kısa ve kestirme olmayabilir tabi. Ancak toplumsal ve kamusal ilişkileri düzenleyen ilkeler, gündelik yaşamı belirleyen tutumlar söz konusu olduğunda laiklik tam da böylesi bir aciliyetle gündeme giriyor.

Diğer bir deyişle, laikliğin yokluğu ya da geçersizliği her birimizin yaşamını doğrudan doğruya belirlediği, siyasal ve toplumsal varoluşumuzu boydan boya etkilediği için, daha ilk adımda laiklik ilkesinin ortaya konulması gerekiyor. “Amasız, fakatsız laiklik”, bunun için gerekiyor.

Mücadele, kuşkusuz, yeknesak ve rutin bir faaliyet değil. Koşulların, yolların, sıralamaların sürekli dönüştüğü, her bir uğrakta tekrar ve tekrar güncellenmesi, yeniden üretilmesi gereken dinamik bir süreç. Bu süreç içerisinde mücadeleye konu olanın, bir başka dönemde mücadelenin aracı olması da mümkün. Ya da bir dönem ona karşı mücadele ettiğiniz, başka koşullarda onun için mücadele ettiğinize dönüşebiliyor.

Laiklik konusunda Türkiye’nin durumu biraz böyledir. Türkiye’de resmi ideolojinin “mütemmim cüz”ü olan ve devlet politikasının yapıtaşlarından olan laiklik, çok uzunca bir süre rejimin siyasal aygıtlarından ve meşruiyet kanallarından biri olageldi. Üstelik bu durum, Türkiye’de burjuva rejimi bir yandan gericiliğin ve dinselleşmenin gazına basarken de devam etti. Laiklik, ülkemizdeki burjuva egemenliğinin ve onun siyasal temsilinin başlıca ideolojik aygıtlarından biri oldu.

Elbette, bu böyle diye, sosyalistler laiklikten vazgeçmediler. Laiklik, dinin ve inancın siyasal ve kamusal yaşamdan uzaklaştırılması, toplumsal yaşamın dinsel kurallar ya da hassasiyetler gözetilerek belirlenmesinin reddedilmesi anlamında, solun ve sosyalist düşüncenin içselleştirdiği bir ilkeydi. Sosyalistler, tanım gereği, laiklerdi yani.

Ancak o dönemlerin koşullarının etkisiyle, bir devlet politikası ve burjuva rejiminin meşruiyet aygıtı olarak laiklik, solun mücadele gündemine dolaysız biçimde girmedi. Dinci gericiliğin en azgın günlerinde bile laiklik ancak kimi eklerle, resmi laiklik anlayışına düşülen şerhlerle birlikte savunuldu. Yukarıdaki alıntıda da örneklenen özgürlükçü laiklik, pozitif laiklik, çoğulcu laiklik gibi kavramlar, bu sıkışmayı aşmak için icat edildi belki de. Sol uzun süre laikliği hep bir “ama” ile, “fakat” ile birlikte dile getirebildi.

Üstelik bahsettiğimiz çekiniklik, sadece laiklik kavramıyla sınırlı da değildi. Özgürlük de aynı biçimde hep bir “ama” ve “fakat” ile kullanıldı, mazeretle dile getirildi.

Bu durumu sorgulamanın ya da yermenin anlamı bulunmuyor. Dönemin koşulları ve bu koşullar içerisindeki pratik konum alışlar, mücadelenin kavramlarını ve araçlarını da belirliyor. Laiklik, bir devlet politikasını ifade eder, burjuva rejimine meşruiyet sağlarken; özgürlük, liberal saldırının silahı olarak kullanılır, emperyalizmin yeni dünya düzenine lojistik destek verirken başka türlüsünü yapmak mümkün değildi.

Ancak, dediğimiz gibi, mücadele dinamik ve canlı bir süreçtir. Kimi zaman karşınıza alıp mücadele ettiğiniz, başka bir zamanda onun için mücadele ettiğinize dönüşür. Bugünün Türkiyesi söz konusu olduğunda, laiklik ve özgürlük kavramları da tam tamına onlar için mücadele ettiğimiz, etmek zorunda olduğumuz kavramlar haline gelmiştir.

Laiklik artık devlet politikasının ve burjuva rejiminin meşruiyet aygıtı olmaktan çıkmıştır. Türkiye kapitalizmi laiklikten meşruiyet devşirmek şöyle dursun, doğrudan ve saklama gereği dahi duymadan laikliği kusmuş ve çöpe atmıştır. Dahası, günümüzün sermaye düzeni meşruiyet gereksinimini laiklik sayesinde değil, tam tersine laikliğe saldırı sayesinde karşılamaktadır.

Dolayısıyla, bugünün koşullarında solun ve sosyalistlerin laikliğe rezervlerle, çekincelerle, başına getirilen eklerle yaklaşması gereksizdir. Gereksiz olmanın da ötesinde, düpedüz yanlıştır.

Laiklik, artık işçi sınıfının ve emekçi halkın gündelik çıkarlarıyla örtüşen; toplumun geniş kesimlerinin talep ve beklentilerini ifade eden; insanca ve adil bir yaşamın en temel şartı haline gelen ilkelerden biri olmuştur.

Bugün Soma’daki ya da Yırca’daki katliamla, Validebağ’daki ya da Akkuyu’daki talanla, Kaç-Ak Saray’la ya da yolsuzluklarla mücadelenin başarıya ulaşması, kaçınılmaz olarak laiklik mücadelesinin başarısına bağlıdır. Çünkü dinci gericilik, Türkiye kapitalizminin ve onun siyasal biçimi olarak AKP rejiminin temel meşruiyet kaynağıdır. Bu meşruiyet kaynağını kurutacak bir laik ve seküler siyasal mücadele hattı oluşturulmadan, söz konusu suçlarla hesaplaşmanın da bir yolu bulunmamaktadır.

Üstelik, dinci gericilik burjuva rejiminin meşruiyet kaynaklarından biri haline geldiği ölçüde, laik ve seküler bir mücadele hattının başarısı, doğrudan rejimin temellerini de sarsan bir güce kavuşabilir. Sosyalizm hedefi ile tokuşturulup ikincilleştirilmeye çalışılan laiklik, bizzat laiklik olarak ülkemizi sosyalizme hiç olmadığı kadar yakınlaştırabilir yani.

O yüzden, şimdi ve bugünlerde laiklik, amasız ve fakatsız sahiplenilmelidir.

Şöyle ya da böyle olanı değil hem de, basbayağı laiklik, dümdüz laiklik.

yorum2006  |  Cvp:
Cevap: 7
18.01.2015- 03:26

Türkiye'de laikliği sulandırmak için son yıllarda sekülerlik kavramı ortaya atıldı. Gerçekte bazı Batı dillerinde laiklik sözcüğü kullanılmaz. Mesela İngilizce ve Almanca'da laikliğe sekülarizm denilir. Türkçe'ye geçen laiklik sözcüğü ise Fransızca'dan geçmiştir. Burada Batı ülkelerinde kilisenin egemenliğinin kırılması sırasında, yani işin başında ortaya çıkan ayrım Türkiye için birşey ifade etmez. Aslında günümüzde Batı ülkelerinde de birşey ifade etmiyor.

Batı ülkelerinde, işin başında, yani feodal toplumlar yıkılıp modern sanayi toplumuna, yani kapitalist düzene geçilirken, Fransa'da Katoliklik ortadan kaldırılmamış, ancak siyaseten bitirilmiştir. İngiltere ve Almanya'da ise Katoliklik tamamen yok edilmiş, yerine daha uysal ve siyasi egemenlik peşinde koşmayan yeni kiliseler yaratılmıştır. Batı ülkelerinde bu farklar nedeniyle değişik sözcükler kullanılsa da, kastedilen bellidir. Din adamları siyasetle uğraşmaz, devlet din adamları tarafından ve dini esaslara göre de, din referansı ile de yönetilmez ve nihayet devlet tarafından verilen eğitim din referanslı olamaz. Laikliğin özü budur. Tabii bunun sonucunda da devlet   tüm dinlere ve inançlara eşit uzaklıkta olur. Fransa'da da, Almanya'da da bu böyledir. Türkiye'de de Cumhuriyet devrimi ile, Osmanlı yıkılıp modern sanayi toplumuna, yani kapitalist düzene geçme sırasında, devletin din esasına göre yönetilmesi kaldırılmış, doğal ve kaçınılmaz olarak laikliğe geçilmiştir. Yani laf kalabalığının anlamı yok.

Türkiye'de, emperyalizm ve ona bağlı olan yerli egemenler, halkın uyanışını durdurmak ve başkaldrımasını engellemek için 12 Eylül faşist döneminde dini ve dinsel inançları ön plana çıkaracak bir toplum modeli üzerinde durmuşlardır. Laiklik çiğnenmiş ve özellikle eğitimde dine ağırlık verilmiştir. Faşist diktatör Kenan Evren yaptıklarına taraftar toplamak için kürsüye çıkıp halka İslami esaslardan, ayetlerden örnekler veriyordu zamanında. Anayasaya zorunlu din derslerini koyan ve imam hatip mekteplerini normal lise yapan da 12 Eylül faşizmidir. Aradan geçen sürede faşist darbenin toplumu dinselleştirme planı semeresini vermiş ve dinciler devleti ele geçirmişlerdir. Şimdi İslamofaşist bir diktatörlüğün kuruluşunu yaşıyoruz. Olay budur.

Bu ortamda laiklik en yalın anlamıyla sonuna kadar savunulmalıdır tabii ki. Yani Müslümanlık ticaret olarak kullanılsa bile, buna da karşı çıkılacak, devletin esaslarını Sünni mezhebine göre ayarlamaya da karşı çıkılacak ve tabii, belki de en önemlisi, okullarda din esaslı eğitime karşı çıkılacak, çocukların zorunlu din dersleriyle beyinlerinin yıkanmasına sonuna kadar karşı çıkılacak. Eğer bu yapılmazsa ülke İslamofaşizmin bataklığında boğulur. Eğer laiklik biterse, bırakın sosyalist devrimi gerçekleştirecek toplumsal düzeye erişmeye, sosyalizmi emekçilere anlatmaya bile olanak vermezler. Bunların kafalarına göre dizayn ettiği insan tipi ile diyalog bile kuramazsınız. Kısaca, laiklik için sonuna kadar savaşmak, sosyalizm mücadelesinin ayrılmaz parçasıdır.

dayanışma  |  Cvp:
Cevap: 8
27.01.2015- 16:44

Laikliğin Anlam ve Önemi – Haldun Gülalp


Laiklik bir değer sistemi de değildir. Laiklik, hukuk devletinin temel bir yapıtaşı, öznel değer yargıları ile hukukun ilkelerini birbirinden ayırmanın yoludur. Herkesin kendi dilediği değer sistemine sahip olmasına olanak tanıyan bir yönetim biçimidir.

Uluslararası insan hakları uzmanlarına göre (örn., bkz. Birleşmiş Milletler Din ve İnanç Özgürlüğü Özel Raportörü Prof.Dr. Heiner Bielefeldt) din özgürlüğü, genel insan haklarından ayrı, özel bir özgürlük olarak anlaşılamaz, düşünce özgürlüğü ile din özgürlüğü aynı kapsamda yer alır. Din özgürlüğünü düşünce özgürlüğü ile birlikte düşünmeye alışık olmayabiliriz. Oysa, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ilgili maddesine (Madde 9) bakıldığında, “düşünce, vicdan ve din” özgürlüklerinin aynı başlık altında sıralandığı görülür. Nasıl ki (yine Sözleşme’de öngörülen koşullar dışında) bir insanın dinini veya kendine özgü vicdani inancını hiç kimsenin yasaklama veya sınırlama hakkı yok ise, o insanın kendine özgü düşüncelerini de kimsenin yasaklama veya sınırlama hakkı yoktur. Düşünce özgürlüğüne ek olarak “ifade özgürlüğü” de Sözleşme tarafından korunur (Madde 10). Doğal olarak, ifade edilmeyen düşüncenin korunmaya ihtiyacı olmayacaktır. Düşünce ancak ifade edildiği takdirde vücut bulur.

Din özgürlüğü ile düşünce özgürlüğünü aynı kapsamda değerlendirmenin somut örnekleri, AİHM’nin “proselytism” (yani, dinini tebliğ etme, yayma çabası) konusunda verdiği kararlarda görülebilir. Mahkeme, tarihindeki ilk din özgürlüğünü ihlal kararını 1993 yılında Yunanistan aleyhine verdi. AİHM, Yehova Şahitleri’nin kendi inançlarını yaymak için çalışma yapmalarını engelleyen Yunanistan hükümetinin bu temel hakkı ihlal ettiği hükmüne vardı. Mahkemeye göre, tehdit, şantaj veya baskı gibi herhangi bir zorlamaya başvurmamak kaydıyla, dinini yaymaya çalışma hakkı vardır.

Din özgürlüğü / Düşünce özgürlüğü
Ancak, yine de bu formülde çözülmemiş bir sorun vardır: “İnsan hakları” perspektifinden bakıldığında düşünce özgürlüğü ile din özgürlüğü aynı şey olsa da, bir insan hakları savunucusu dindar bir kişinin inancını düşünce özgürlüğü olarak kabul etse de, acaba dindar bir kişinin perspektifinden düşünce özgürlüğünün statüsü nedir? Bu kişinin “köktenci” olması gerekmez. Sözgelimi, Kutsal Kitap’ta hikâye edilen herhangi bir mucizeyi pek akla yatkın bulmadığınızı söyleyecek olsanız, dindar bir Hristiyan’a bu “özgür düşünce”nizi kabul ettirmekte zorluk çekeceğiniz kesindir.

Düşünce gelir, gider, değişir; inanç ise mutlak doğrulara dayanır. Dolayısıyla, dindar bir kişi açısından, “din” ile “düşünce” aynı şey olamaz. Bu açıdan bakıldığında, dini inanç ile özgür düşünce arasında zıtlık vardır. İfade özgürlüğü ile din özgürlüğünün aynı şey olduğunu söyleyebilmek için, aralarında karşılıklı özgürlük simetrisinin sağlanmış olması gerekir. Aksi takdirde, dinin egemen olduğu yerde özgür düşünceden söz edilemez.

Aslında, dindar olsak da olmasak da, dinin, düşünceden farklı olarak, “kutsal” bir şey olduğunu kabul ederiz. Oysa, yukarıdaki formül bize ilk bakışta şunu söylüyor: Düşünce de din kadar kutsaldır; veya, tam tersine, din de düşünce kadar kutsallık dışıdır (cismanidir). Ancak, buradaki her iki seçenek de, hem din özgürlüğü hem de düşünce özgürlüğü yanlıları tarafından tatminkâr bulunmayacaktır.
Ben konunun şöyle formüle edilmesi gerektiğini düşünüyorum: Din veya dini inanç, o inancı taşıyanlar tarafından kutsal olarak kabul edilir, öyle muamele görür. Buna kimsenin itirazı olamaz. Ama sözkonusu kutsallık sadece inanan kişiyi bağlar. Düşüncenin ise kutsallığa ihtiyacı yoktur. Düşünce ikna edici olduğu ölçüde etkileyicidir. Düşünce, kutsallık yönünden değil, etkileyicilik yönünden değerlendirilir. Bu nedenle de, dindar olsun veya olmasın, herhangi bir düşünceye kutsallık atfeden bir kişi, tanım gereği, düşünce özgürlüğü yanlısı olamaz. Kutsal diye tanımladığı düşünceye aykırı, farklı bir düşünceyle karşılaştığında kulaklarını tıkayacaktır.

O halde, dini inanca ona inananlardan bağımsız olarak bir kutsallık atfedilemez, çünkü o inanç ancak onu paylaşanlar tarafından kutsal kabul edilir; ama düşünce ve vicdan özgürlüğü yanlıları, o inanca kutsallık atfeden dindarlara bu inanç özgürlüğünü tanımakla yükümlü olurlar. Buradaki ölçü, dini inancı korumak değil, kişinin özgürlüğünü korumaktır. İnancı koruma diye bir görev sözkonusu olacaksa, o görev, o dine inananlara aittir. O dine (veya herhangi başka bir dine) inanmayanlara böyle bir görev yüklenemez. Onlara sadece dindarların inanma hakkını koruma görevi yüklenebilir ve yüklenmelidir. Yine vurgulamak gerekir ki, insan hakları kıstasları açısından, dindara dinini koruma görevi, ancak başka insanların haklarına tecavüz etmemek kaydıyla verilebilir. Dindar kişi dinini tebliğ eder; başarılı olursa ne ala, olmazsa yapacak bir şey yoktur.

Buradaki kritik nokta, dindar kişilerin, kendi inançlarına uygun olmasa bile, başka insanların farklı inanç veya düşünceye sahip olabileceğini kabul etmesinde yatıyor. Dindar kişi kendi inancında (mantığa uygun olsa da olmasa da) ısrar etme hakkına sahipse, bir başka kişi de farklı düşünme özgürlüğüne sahip olabilmelidir. Buradaki (hukuksal) eşitlik, bir arada barış içinde yaşamanın koşuludur. Dindar olmayan kişilerin varlığı, dindar olan kişiler için kabul edilemez bir küfür olarak algılanamaz. Algılandığı takdirde, ortak yaşam olasılığı ortadan kalkmış olur. Hiç kimse, bir diğerinin hakları pahasına, kendi doğrusunda ısrar etme hakkına sahip olamaz, olmamalıdır.

Ortak Yaşam
Dindarlarla diğerleri arasındaki ortak yaşam alanında kararların nasıl alınabileceği sorusunun yanıtı, hukuksal eşitlikte yatar. Şöyle ki, herhangi bir ortak problem müzakere edilirken, bir kişi kendi inancını argüman olarak ileri süremez. Çünkü o kişinin inancı ancak onu yönlendirebilir, bir başkasını ilgilendirmez. Dolayısıyla, bir kişinin inancının ona yüklediği gerekler ve zorunluluklar, başkalarının yaşam alanı üzerinde bir belirleyicilik taşımamalıdır. İkincisi, ortak müzakere içerisinde herhangi bir karar oluşturulurken, muhataplar birbirlerinin anlayıp kabul edebilecekleri mantıksal tezlere başvurulmalıdırlar. Bir kişinin inancı şunu veya bunu gerektiriyorsa, bu durum sadece o kişiyi bağlar. Dolayısıyla, inanç sahibi kişi ya muhataplarını ikna etmeli ya da kendi inancının gereklerini diğerlerini sınırlamayan kendi özel alanında karşılamalıdır.

Bu son formül, bildiğimiz laiklik düzenlemesinin temel ilkesidir. Laiklik dinsizlik değildir. Laiklik bir değer sistemi de değildir. Laiklik, hukuk devletinin temel bir yapıtaşı, öznel değer yargıları ile hukukun ilkelerini birbirinden ayırmanın yoludur. Herkesin kendi dilediği değer sistemine sahip olmasına olanak tanıyan bir yönetim biçimidir. Ortak hukuk, evrensel kurallarla belirlenmiştir. Yöneticilerin sadece onu koruyup kollaması yeterlidir ve en doğrusudur. Ortak yaşamı düzenleyen hukukun evrensel ilkeleri ise çok basittir: İnsanlar diledikleri gibi yaşamakta özgürdür, ama ancak bir diğer kişinin özgürlüklerinin başladığı noktaya kadar! Yani, insanların hakları, diğer insanların hakları ile sınırlıdır.

Bir hukuk düzeninde eşitliğin anlamı budur. Bu bir ortak yaşam formülüdür, bir ahlaki değer yargısı içermez. Benim haklarımı ihlal etmediği sürece, ben kimsenin değer yargılarına karışamam. Haliyle, devlet de karışamaz. Dolayısıyla, ortak yaşam formülünü uygulamakla, yani yurttaşlarının hukukunu korumakla yükümlü olan devlet, insanlara değer empoze edemez. Eğer geçmişte laiklik yukarıdan empoze edilmesi gereken bir değer sistemi gibi algılanmışsa, bu bir hatadır. Laiklik, sahip olduğu değer sistemi ne olursa olsun, herkese lazımdır. Ortak bir yaşamın barış içinde sürdürülmesinin başka bir yolu yoktur. (BirGün)

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]