Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Dünyadan

Ortadoğu’da sınıfsal düzenleme

Bölgede olanlara daha yukarıdan baktığımızda, tüm bu emperyalist saldırıların yaşadığımız dönemin kendi an ve mekânına özgü özellikler taşımakla birlikte tarihsel bir sürecin devamı olarak ortaya çıktığını görüyoruz.

Resim Ekleme

Görüşme: Ali Rıza Aydın

Türkiye, 7 Haziran seçimleri sonrasında, TBMM Başkanlık seçimi, koalisyon çalışmaları ve pazarlıkları, seçimlerin yenilenmesi gibi biçimsel haberlerle oyalanırken, Ortadoğu kazanı kaynamaya devam ediyor. Ve yalnızca güney sınırı değil, Güneydoğu Anadolu da yüksek ateş altında. Savaş çığlıkları yükseldikçe yükseliyor. “Terörizme Karşı Savaş Stratejisi” kitabının yazarı, Abant İzzet Baysal Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Yrd. Doç Dr. Ekin Oyan Altuntaş ile bölgedeki gelişmelerin tarihsel kökenlerine ve önümüzdeki sürece dair konuştuk.

Ortadoğu kaynamaya devam ediyor. Körfez’den Türkiye’ye doğru yükselen ateş birçok ülkeyi ve asıl önemlisi bölge halkını yakıp, kavuruyor. Türkiye de bu kazanın içinde… Bölgeye ve olaylara makro bakarsak, nasıl bir tanı koyabiliriz?


Bölgede olanlara daha yukarıdan baktığımızda, tüm bu emperyalist saldırıların yaşadığımız dönemin kendi an ve mekânına özgü özellikler taşımakla birlikte tarihsel bir sürecin devamı olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Sürecin ne olduğunu anlamak için geriye gittiğimizde, karşımıza 1970’lerde başlayan kapitalist üretim biçiminin yapısal krizi ve buna bağlı olarak neoliberal restorasyon modelinin küresel boyutta ekonomik zor ve ekonomi dışı zor unsurlarıyla uygulamaya geçilmesi çıkmaktadır.

Neoliberalizm, finansal sermaye başta olmak üzere sermayenin ulusal (yerel ve yabancı sermaye farkı gözetilmemesi), hukuksal (mülkiyet kuralları) ve sınıfsal (emeğin örgütsüzleştirilmesi ve çalışma esnekliği) bir engelle-kısıtlamayla-direnişle karşılaşmadan yeni birikim alanlarına kavuşmasını, birikime uygun metalaştırmalar yapabilmesini (ilkel birikim) ve en yüksek düzeyde (emek maliyetini düşürerek ve üretim verimliliğini artırarak) artı değer çekimini gerçekleştirme amacını taşıyan çok kapsamlı bir dönüştürme projesidir. Tüm bunların yapılabilmesi için 1970’lerden itibaren, yeni bir devlet anlayışı şekillenmeye başlamıştır; bu devletten istenen, rant ilişkilerinden, artı değer bölüşümünden ve kamusal hizmetten çekilmiş, kolektif malların metalaştırılması (özelleştirme) işini üstlenmiş, sermaye hareketlerini kısıtlayan kuralları kaldırmış, mülkiyet güvencesini hukuki olarak garanti etmiş, uluslararası kurumların koordinasyonunu kabul etmiş (yönetişim) ve emeğin örgütsüzleştirilmesi- esnekleştirilmesini yasalaştırmış olmaktır. Neoliberal dönüşümü yürütecek yeni devletin inşasına yönelik ilk rejim değişikliği deneyi 1973’de Pinochet Darbesi ile Şili’de gerçekleştirilmiştir ve takip eden 40 yıl içinde birçok ülke ABD’nin hegemonik koordinasyonu altında gerek yerel unsurlar (ordu-yerel silahlı güçler ve 1990’lardan itibaren sivil toplum kuruluşları) gerekse de uluslararası kurumlar (IMF, DB, OECD, AB ve uluslararası finans kuruluşları) aracılığıyla neoliberal dönüşüm içine sokulmuştur. Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da rejim değiştirme operasyonlarına maruz kalan ülkeler de bu dönüşüm sürecine girmiş fakat kendi rejimlerinin siyasi, ekonomik ve sınıfsal yapılanmaları içinde kalmış ve uluslararası kapitalistlerin beklediğinden çok daha yavaş veya düşük düzeyli bir eklemlenme göstermişlerdir.

Körfez monarşileri 1970’lerde başlayıp 1980 ve 1990’larda hızlanan bu çok boyutlu neoliberal dönüşümden en fazla çıkar sağlayan ülkeler olmuşlardır. Özellikle 1990’ların sonlarından itibaren istikrarlı bir şekilde yükselen petrol fiyatları, bu ülkelerin ellerinde milyarlarca dolar değerinde sermaye birikmesine yol açmıştır. Uluslararası Finans Enstitüsü’nün verilerine göre, Körfez ülkelerinin 2006’daki net dış varlıklarının toplamı 879 milyar dolarken, 2014 itibariyle bu rakam 2,348 trilyon dolara çıkmıştır. Bu muazzam ölçekli sermaye fazlası Körfez ülkelerini hem uluslararası finans-emlak piyasalarında hem de 2000’lerin başından itibaren Ortadoğu’da tarım, sanayi, altyapı, telekomünikasyon, emlak ve finans piyasalarında en büyük yabancı yatırımcılar haline getirmiştir. 2003-2009 arasında Körfez merkezli sermaye yatırımlarının yüzde 60’ından fazlası Ürdün, Lübnan, Mısır, Filistin ve Suriye’ye gitmiş ve bu yatırımların değeri AB yatırımlarının üç ve ABD yatırımlarının 12 katı düzeyine ulaşmıştır. Örneğin, 2006’da Suriye, Arap ülkelerinin en fazla doğrudan yabancı yatırımı yaptığı dördüncü ülke olmuş ve Körfez ülkelerinden aldığı pay 2001-2006 arasında 115 milyon dolardan 1,6 milyar dolara yükselmiştir. Kısacası Suudi Arabistan öncülüğündeki Körfez ülkeleri için bölgedeki ülkelerin Körfez sermayesine tabi oluşlarının süreklileşmesi için devletin, hukukun (özellikle mülkiyet ilişkilerinin), sınıfsal yapılarının radikal bir yeniden yapılanmaya gitmesi gereği ortaya çıkmıştır.

Bu arada, merkez ülkelerde aşırı sermaye birikiminin 1980 ve 1990’larda yol açtığı sermaye ihracının, ihraç edildiği çevre ülkelerden tekrar merkez ülkelere doğru geleceğinin görülmesi; ABD’nin süreklileşen krizlere karşı yeni bir model geliştirme kapasitesinin olmadığının açığa çıktığı Güneydoğu Asya Krizi sonrasında “tehdit merkezli” askeri doktrinden “olasılık merkezli” (daha sonra Bush Doktrini olarak bilinecek) askeri doktrinine geçmesi sonucunda ABD, gerileyen hegemonyasını özellikle Çin ve Rusya gibi gelişen güçlere karşı jeopolitik konuşlanmalarla korumaya girişmiştir. Irak işgali sonrasında tek başına imparatorluk projesini yürütemeyeceğini anlayan ABD, hem başta AB olmak üzere Batı müttefikleri hem de iki önemli işbirlikçisi, İsrail ve Suudi Arabistan önderliğindeki Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkeleri ile Ortadoğu’daki mekân düzenleme çalışmalarına girişmeye başlamıştır.

Özetle, makro ölçekte bir değerlendirmeyle Ortadoğu’daki emperyalist saldırılar, 1970’lerden beri süregelen kapitalizmin yapısal krizi süreci içinde ortaya çıkan iki eğilimin çakışması ile ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki, aşırı sermaye birikimi sorununun ilkel birikime acilen ihtiyaç duyması karşısında henüz sisteme entegre olmamış ve neoliberal dönüşümü gerçekleştirmemiş ülkelerin zor yöntemleriyle (işgal, mezhepsel ayrıştırma, yerel işbirlikçileri kullanma veya yaratma… vb.) dönüştürülme gereğinin ortaya çıkmasıdır. Ortadoğu’da enerji kaynakları açısından zengin ama sisteme yeterince eklemlenmemiş ülkelerin bir an önce dönüştürülmesi Körfez sermayesinin de içinde yer aldığı uluslararası sermayenin en önemli taleplerinden biri olmuştur. İkincisi, Rusya ve Çin gibi bölgesel-küresel güçlerin uzaktan denetimi ve gerileyen ABD-Batı hegemonyasının restorasyonu için hidrokarbon kaynaklarının ve stratejik bölgelerin yerinden denetiminin (jeopolitik konuşlanma) öncelik kazanmasıdır. Buna karşılık, 2000’li yıllar boyunca Rusya ve Çin’in ABD-Batı hegemonyası dışında kalmış ülkelerle (özellikle İran, Suriye ve kısmen Libya) ittifak ilişkileri geliştirmeye başlaması, bu ülkeleri zorla sisteme katma sorununu daha önemli bir seviyeye taşımıştır.

Resim Ekleme
Eski İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ve Hizbullah Lideri Hasan Nasrallah (2010-Şam)

Sonuç olarak, Tunus ve Mısır’daki halk ayaklanmalarının uluslararası ölçekte yarattığı olumlu ivme içinde 2000’li yıllarda tam olarak gerçekleştirilemeyen emperyalist amaçlar “Arap Baharı” adı altında tekrar uygulamaya sokulmuştur.

Dikkati çeken husus, devletlerarası savaştan çok, örgütler arası çatışma ve örgütlerle devletler çatışmasının iç içe sürmesi. Ve bu örgütler, büyüklü küçüklü illegal… Ekonomik ilişkilerde devletler yerine şirketlerin bağlantılarına benzetirsek, devletler yerine silahlı örgütler devrede. Bu durumu nasıl değerlendirirsiniz?

Suriye özelinde konuşursak, çatışmalar en başından beri bir vekâlet savaşıdır. Başka bir deyişle, 2011 yılında dış güçlerce yaratılana kadar Suriye’de -kısmen Kürtler hariç- örgütlenmiş silahlı bir muhalif hareket yoktur. Devlet dışı görünen ÖSO’dan El Nusra’ya ve IŞID’e kadar tüm terörist örgütler Batı ve Körfez ülkeleri tarafından finanse edilerek oluşturulmuştur. Karşı hedeflerinde ise gene devletler düzeyinde direniş cephesi ülkeleri (Hizbullah hariç) ve Rusya ve kısmen Çin gibi ülkeler vardır. Bununla birlikte, 2011’den beri bölge genelinde devam eden emperyalist saldırı altında değişen dengeler ve alt vekâlet çatışmaları (Türkiye-IŞID karşısında YPG) karşısında devlet-altı aktörler (örneğin Hizbullah, Husiler ve Kürtler) bölgesel etki alanlarını arttırmış ve siyasi statü elde etme aşamasına gelmişlerdir. Vekâlet savaşlarının devam etmesi bu süreci daha da derinleştirecektir ve çeşitlendirecektir.

Sizin tez çalışmanız “Terörizme Karşı Savaş Stratejisi”ydi. Orada bu stratejiyi, hegemonyası zayıflayan ABD’nin yeni mekân düzenleme aracı olarak tanımlıyordunuz. Özellikle Suriye başlığı ile birlikte, tezinizin devamı için ne söylersiniz?

“Terörizme Karşı Savaş (TKS)” stratejisi, kendisini hegemon yapan kapitalist üretim biçiminin yapısal krizine uzun vadeli bir çözüm-yeni bir model getirme kapasitesini yitiren ABD’nin 1970’lerden beri farklı isimlerle sürdürdüğü restorasyon projesinin günümüzdeki devamıdır. Bir mekân düzenleme aracı olarak TKS kullanıcısına zaman, mekân ve hedef bağlamında sınırsız imkân tanıyan ve hem müttefik hem de rakipleri denetleme-hizaya sokma-müdahale etme-ele geçirme bakımından “olağanüstü” yetkiler sağlayan bir araçtır. Aslında, TKS’nin birbiriyle bağlantılı iki boyutu vardır. Bunlardan ilki ve daha kapsamlısı, TKS’nin sınıfsal bir düzenleme-denetleme aracı olarak kullanıldığı ülke içi alandır. Kapitalizmin devam eden kriz ortamı içinde sınıfsal çelişkilerin giderek görünürlük kazandığı, sınıfsal bilinçlenme ve devrim olasılıklarının kemer sıkma politikalarıyla yükselişe geçtiği bu dönemde emeğin örgütlenmesini engellemek ve kapitalist birikim stratejilerinin gereksinimlerine göre yeniden biçimlendirmek “ulusal güvenlik” adı altında çok daha kolay gerçekleştirilmektedir. TKS’nin ikinci boyutu ise kullanıcısına ister devlet ister devlet dışı aktörlerin terörizmle bağlantısını gerekçe göstererek stratejik bölgelerde jeopolitik konuşlanma sağlama ve gene aynı gerekçeyle uluslararası ticari-mali akışları denetleyebilecek (gereğinde cezalandırabilecek) uluslararası kuralları koyabilme imkânı tanımadır.

Hegemonik bir mekân düzenleme aracı olarak TKS’nin Suriye’ye karşı kullanılması 2000’li yıllarda başlamıştır. 15 Ekim 2003 tarihinde ABD Temsilciler Meclisi’nden “Suriye Sorumluluk ve Lübnan Egemenlik Yenileme Yasası” (Syria Accountability and Lebanese Sovereignty Restoration Act of 2003) geçirilmiştir. Bu yasaya ek olarak, 2004 yılında çıkartılan Başkanlık Kararnamesi 13338 (Executive Order 13338, 2004) ve 2008 yılında çıkartılan Başkanlık Kararnamesi 13460 (Executive Order 13460, 2008) ile Suriye, “terörizme destek veren ülke” olmaktan Lübnan’daki askeri varlığına, kitle imha silahlarının İsrail’in güvenliğine tehdidi oluşturmasından Irak’ta silahlı muhalife yardım yapmasına ve ABD’nin ulusal güvenliğine, dış politikasına ve ekonomisine karşı “olağanüstü” tehdit yaratan ülke olmasına kadar birçok suçlamayla karşı karşıya kalmıştır. Buna ek olarak, 2005 yılında dönemin Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin kuşkulu bir terör saldırısıyla öldürülmesi Suriye’nin askeri birliklerinin Lübnan’dan çıkartılması için uygun bir gerekçe olarak kullanılmıştır. Suriye’nin uzlaşmacı bir politika yürüterek Lübnan’dan çekilmesi ve pasifize edilmesi sonrasında Hizbullah ve Hamas’ın silahsızlandırılması ve tasfiye edilmesi için uygun ortamı sağlayan İsrail, ABD’nin desteğiyle önce 25 Haziran 2006’da Gazze’ye ve 12 Temmuz 2006’da da Lübnan’a saldırı başlatmış ama başarısız olmuştur.

Resim Ekleme
2010’a kadar Türkiye’nin kapasitesinin çok üzerinde kalan Yeni-Osmanlıcı projesiyle Ortadoğu’daki Sünni muhalefetin liderliğine oynaması (özellikle “One Minute” şovuyla), ABD tarafından Suriye’yi de direniş ekseninden çekebileceği düşüncesiyle hoş görülmüştür.

2011 yılından itibaren ABD öncülüğünde Batı ve Körfez İşbirliği Konseyi ile İsrail başta olmak üzere bölgesel işbirlikçiler, Suriye’deki rejimi değiştirme adına mezhepçi terör örgütlerinden yerel muhalefet yaratmışlardır. IŞİD gibi “yararlı bir düşman”ın yarattığı mezhepsel yıkımın vahşi görüntüleri Batı kamuoyuna taşındıkça ve İslami radikalizmin Batı’ya ulaşma tehdidi büyütüldükçe, BM zemininde gerçekleştirilemeyen müdahale seçenekleri TKS üzerinden gerçekleştirilebilir hale gelmektedir. Kısacası, Ortadoğu’da ve Suriye’de istenilen dönüşümler için IŞİD’in varlığı ve buna karşılık TKS birer kaldıraç görevi görmekte ve hatta bölgedeki direniş eksenini üyesi ülkeleri ve devlet altı aktörleri hizaya getirmede veya bölgedeki iki ana işbirlikçi İsrail ve Suudi Arabistan’ın da denetlenebilmesine imkân yaratmaktadır.

Göz ardı edilmemesi gereken bir diğer konu da, özellikle IŞİD bağlantılı olarak Avrupa’da gerçekleşen terör olaylarından sonra tam da sermayenin talep ettiği süreklileşmiş bir olağanüstü halin TKS’nin sınıfsal mekân düzenleyici rolü üzerinden gerçekleştirilmesidir. Başka bir deyişle, çabuk karar alan güçlü bir yürütme, yetkilerini devretmiş yasama-yargı, disipline edilmiş bir toplum, bastırılmış emek, bu yapıyı destekleyen yeni hukuk kuralları ve aşırı yetkilendirilmiş kolluk güçlerinin oluşturulabilmesinde “ulusal güvenlik” gerekçesi ve TKS gittikçe daha fazla önem kazanmaktadır. Bu bakımdan son dönemde Avrupa’da terör üzerinden çıkartılan yasaların da “ulusal güvenlik” ve TKS tartışmaları dışına çıkarılarak sınıfsal bir değerlendirmeye tutulması gerekmektedir.

Bölgede yaşananlar Türkiye’yi nasıl etkileyecek? Burada, AKP’yi konuşmamak olmaz. Ayrıca, AKP hükümetinin serüvenine devam edecek bir koalisyonu da konuşmak gerekecek.

Türkiye 2011’den bu yana sürdürülen vekâlet savaşında ABD-Batı ve Körfez ülkeleri tarafında yer alarak Suriye rejimine karşı cihatçı terörist örgütleri ve alt vekâlet savaşında PYD’ye karşı IŞİD’i desteklemiştir. Bugünlerde iki gelişmenin çakışması, AKP’nin uzun zamandır Suriye rejimini düşürebilmek ve kuzeyde bir tampon bölge kurabilmek için istediği gerekçeyi vermiş gibi görünmektedir. Bunlardan ilki, YPG’nin Tel Abyad’ı ele geçirmesiyle Türkiye sınırlarında siyasi bir güce kavuşması muhtemel bir Kürt kuşağının oluşması ve ikinci olarak Fetih Ordusu üzerinden Suudi Arabistan’ın yapmak istediği yeni bir saldırı atağında kuzeyden bir cephe açılması gereğidir. Türkiye’nin Suriye topraklarında girişeceği her türlü askeri eylem, uluslararası hukuk bakımından egemen bir başka ülkeyi işgal anlamına geleceği gibi, Türkiye’nin içinde de ciddi iç çatışmalara yol açacaktır. AKP’nin MHP ile bir savaş koalisyonu kurması durumunda bile Suriye üzerindeki projelerini mevcut haliyle yürütmesi mümkün değildir.


Sol

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]