Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Siyasi ve ideolojik söyleşiler

Oğuzhan Müftüoğlu: Günü kurtarma hesabıyla devrimci siyaset gelişmez

“Türkiye’nin batısında güçlü bir devrimci siyasi hareketin gelişmesine ihitiyaç var. Ancak bugün ülkede mevcut koşullar ne kadar uygun olursa olsun, böyle bir mücadele için gerekli cesaret ve özgüvenden yoksun, sadece mevcut düzen içi seçenekler arasında günü kurtarmak peşindeki anlayışlarla bunu başarmak mümkün değil”

Resim Ekleme  
 
Oğuzhan Müftüoğlu: Günü kurtarma hesabıyla devrimci siyaset gelişmez

7 Haziran seçimlerinin ardından koalisyon kurulamaması ülkeyi yeniden bir seçim sürecine sürükledi. Türkiye solunun önde gelen isimlerinden BirGün yazarı Oğuzhan Müftüoğlu ile 7 Haziran’dan önce yaptığımız söyleşide, Müftüoğlu bağımsız bir devrimci seçenek yaratılması zorunluluğunun altını çizmiş ve seçimlerin sol açısından bazı olumlu sonuçlar doğursa da, esaslı bir değişik sağlamayacağını vurgulamıştı. Nitekim 7 Haziran’ın ardından AKP’nin tek başına iktidarını kaybettiği ve görece gerilediği siyasi tabloya rağmen ülke her gün ölümlerin yaşandığı bir savaş atmosferinin içine girdi. 1 Kasım erken seçimleri yaklaşırken televizyonculuk deyimiyle yeniden mikrofonu Oğuzhan Müftüoğlu’na uzattık…

Haziran’ın seçim tavrı en doğru siyasi tavırdı


7 Haziran seçimlerinden önce sizinle kamuoyunda çok tartışılan bir söyleşi gerçekleştirmiştik. O günlerde “Seçimde hangi sonuç olursa olsun bu karanlık gidişte esaslı bir değişim olacağına inanmıyorum” demiştiniz. Seçim sonuçları sonrası nasıl bir değerlendirme yaparsınız?

7 Haziran’da HDP’nin barajı geçmesiyle AKP’nin tek başına iktidar şansını kaybetmesi elbette önemliydi. Ancak sonuçta bunun yeterli olmayacağı belliydi. Nitekim mevcut siyasi tabloda sürece müdahale edebilecek bir seçeneğin olmaması nedeniyle ülkede yaşanan karanlık gidiş açısından olumlu bir değişim olmadı.
Ortaya çıkan dört partili parlamentoda, bir yanda AKP ile MHP’den oluşan (yüzde altmışlık) bir gerici faşist blok, diğer yanda (aslında ne yanda olduklarına herhalde kendileri de karar veremeyen) CHP, bir de HDP…

Matematik matematik deniyor ya; ister çarp, ister topla, bu dört işlemden devreye beşinci bir faktör girmeden ülkenin geleceği açısından barış, demokrasi ve özgürlükten yana umut besleyebileceğimiz bir sonuç çıkamaz.

Bugünkü koşullarda bu çemberi kırabilecek bir beşinci faktör, ancak parlamento dışındaki devrimci – toplumsal muhalefet güçlerinin birlikteliği üzerinde kurulup geliştirilebilir. Bu yüzden devrimci bir seçim siyasetinin de buna göre belirlenmesi, bütün yığınağın da buraya yapılması gerekir. Mevcut partiler içinde ona oy verelim, bunu destekleyelim, tamam da, asıl işimiz ülkenin ve halklarımızın geleceği için hayati önem taşıyan bu seçeneğin yaratılması.

Bizim bütün söylediğimiz özetle bundan ibaretti ve bugün de ortadaki mesele özünde bundan başka bir şey değil.

Birleşik Haziran Hareketi’nin seçim tavrı da epey tartışıldı. “Seçimlerde net tavır almamak”, “siyasetsizlik” diyenler oldu…

Haziran Hareketi’nin seçimlerde ‘ilerici güçlerle dayanışmayla birlikte bu düzene karşı yeni bir Türkiye kurma iradesiyle Haziran Meclislerinde örgütlenerek birleşik mücadeleyi ve direnişi büyütmeyi’ esas alan çağrısının ‘siyasetsizlik’ olarak eleştirilebilmesini doğrusu ben anlamıyorum.

7 Haziran’da Nazlı Ilıcak’tan Ahmet-Mehmet Altan’a, sol gruplardan sıradan insanlara kadar, AKP gerilesin diye veya dayanışma adına HDP için oy kullandı; kimi ittifak karşılığı vekillik talep ederek, kimi bir şey talep etmeden dayanışma diyerek, kimileri destek bildirileri yayınlayarak… Arada ‘destekliyorum’ diyerek kendine destek arayanlar da dahil, bütün bunlar reel siyasetin gerekleri içinde ne kadar doğalsa, bana göre Haziran Hareketi’nin tavrı da, parlamento içinde temsil edilmeyi hedeflememekle birlikte AKP’yi geriletme amacıyla ilerici demokratik parti ve adayları desteklemek o koşullarda alınabilecek en doğru devrimci siyasi tavırdı.
Seçimlerden sonra ortaya çıkan tablo kadar bugün ülkede yaşananlar da bu tavrın bugün için de geçerli ve güncel olduğunu ortaya koyuyor.

Bu tür ‘siyasetsizlik’ eleştirilerinin Türkiye’de 12 Eylül ürünü, barajlı, yasaklı, hileli hurdalı bir seçim sistemine göre şekillenmiş liberal siyaset anlayışlarından kaynaklandığını düşünüyorum. (Şimdi HDP barajı geçti ya, sanki bütün mesele sadece buymuş gibi kimse barajın kaldırılmasından falan söz etmez oldu!) Bu ortam reel siyaset açısından sadece solu değil, çok geniş toplum kesimlerini kendi inandığı parti ve siyasetlere değil sadece temsil imkânı bulan düzen içi belirli partilerden birini (siyasetsiz kalmama adına) seçmeye yönlendiriyor.

Sol açısından kendi özgücüne dayanan siyaset anlayışları yerine kendi dışındaki güç ve partilere bağımlı/sembiyotik karakterli siyasal anlayışlarının daha çok yaygınlaşmasının nedenlerinden biri bu.

Ben Kürt hareketinin kazandığı büyük toplumsal destekten güç alarak Türkiye solunu dizayn etmeye dönük müdahalelerinin de bunda önemli bir katkısının olduğunu düşünüyorum. Belki iyi niyetle, dayanışma amacıyla yapıldığı söylenecektir ama sonuçta bu durum sol içinde ciddi bir mücadele yürütmeden, her dönemde güçlenen siyasi hareketlere eklemlenerek kendine destek bulmaya çalışan ‘asalak’ bir liberal siyaset tarzını besleyen bir rol oynuyor. Zaman zaman Kürt hareketinin içinden de seslendirilen rahatsızlıklara sebep olan bu durum ülkede devrimci bir siyaset anlayışlarının gelişmesi açısından bozucu bir etki yapıyor. Oysa bu gün Türkiye’nin içine sürüklendiği karanlık gidiş işin hayati bir önem taşıdığı kadar, Kürt sorununun toplumsal barış ve rızaya dayalı gerçek bir çözümü için de Türkiye’nin batısında güçlü bir devrimci siyasi hareketin gelişmesine ihitiyaç var. Ancak bugün ülkede mevcut koşullar ne kadar uygun olursa olsun, böyle bir mücadele için gerekli cesaret ve özgüvenden yoksun, sadece mevcut düzen içi seçenekler arasında günü kurtarmak peşindeki anlayışlarla bunu başarmak mümkün değil.

1 Kasım seçimlerinde yapılacaklar belli…

1 Kasım’da yapılacak seçimlerde de köklü bir değişime yol açmasa bile yine de devrimci muhalefet açısından pozitif imkânlar yaratabilecek bir taktik olamaz mı?

1 Kasım’da nasıl bir seçim olacağını bilemiyorum.

Bugün Türkiye’de AKP politikalarının sonucu Ortadoğu’da, özellikle Suriye’de yaşanan savaş halinin etkisi altında, kısmen bir iç savaş hali var. 7 Haziran öncesinde sahnelenen provokatif saldırıların amacının ‘Suriyelileştirme ve iç savaş’ olduğunu söylüyorduk. Şimdi bu ihtimal en azından ülkenin bir bölümünde yaşanır durumda.
AKP’nin tepesindeki zevat, ellerindeki iktidar gücünü bırakmamak için bütün ülkeyi yakabilecek kadar gözlerini karartmış.

Aslında ortada meşru bir hükümet de yok, Cumhurbaşkanı devletin idare sistemini değiştirdiğini söylüyor ama ülkenin hangi sisteme göre yönetildiği de belli değil, bir tür darbe hukuku geçerli durumda; parlamento çalışmıyor ama savaş yasaları çıkarılabiliyor, hatta yürütülüyor.

Bu koşullarda seçim yapılacak mı, yapılacaksa nasıl bir seçim olacak bilemiyorum.

Bütün bunlar mevcut koşulların Haziran Hareketi’nin hedefleri doğrultusundaki devrimci bir siyasi hattın ne kadar yakıcı bir güncelliğe sahip olduğunu bir kez daha gösteriyor.

Elbette öyle veya böyle bir seçim gündeme gelince yerine geçirilecek bir iktidar seçeneğimiz olmadığı için çok fazla bir şey değişmeyecek de olsa, yapılabilecekler belli:
- Özellikle iktidarın muhalefet partilerine karşı uyguladığı baskı ve sindirme politikalarına, haksızlıklara karşı aktif şekilde mücadele etmek,
- Oy hırsızlıklarını önlemek için sandık güvenliğini sağlama konusunda gelişen örgütlü, örgütsüz bütün ilerici muhalif çevrelerle birlikte çalışmak,
- Ortaya çıkabilecek muhtemel bütün olumsuz sonuç ve gelişmeler karşısında direnişi, dayanışmayı ve birleşik mücadeleyi genişletmek, yaygınlaştırmak ve büyütmek için…

Çünkü (7 Haziran’dan önce söylediğimiz gibi) şimdi daha iyi biliyoruz.

Biz, daha iyi, daha özgür ve eşit bir dünyada yaşamak isteyenler, bu soygun ve talan düzeninden, hırsızlıktan,yolsuzluktan, zalimlerden, din bezirganlarından, bizi kendi kafalarındaki bir kör karanlığın içinde boğmaya çalışanlardan kurtulmak isteyenler, genci yaşlısı, kadını erkeği, işçisi köylüsü, aydını cahili, mahallede, sokakta, işyerlerinde, bütün ülkede birleşip örgütlenerek mücadele etmeden asla kazanamayız!

Barış, ‘toplumsal uzlaşı’ olarak ele alınmalı

Kürt sorunundaki gelişmeler son dönemlerde cok daha ciddi bir çatışma boyutuna ulaşmış durumda. Seçimlerden sonra ülkenin bazı bölgelerinde özyönetim ilan edilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz.

Son dönemlerde Cizre ve Varto gibi bazı ilçelerde gündeme gelen özyönetim ilanları, Ortadoğu bütünlüğü içinde gelişen Kürt hareketinin gelişme dinamiğinin bir parçası olarak ortaya çıkan bir durum. Bu konuda ‘Demokratik Özerklik’ vb. konularındaki ideolojik tartışmaları bir yana bırakarak öncelikle şunu söylemek lazım: Bizim devrimci anlayışımıza göre bir bölgede yaşayan insanlar, dini, dili, ırkı, mezhebi ne olursa olsun, baştaki bir takım zorbaların veya birtakım emperyalist güçlerin haritalar üzerinde cetvelle çizdikleri çizgilere göre, silahlarla, toplarla, vurup kırarak, öldürerek kendilerine dayatılana göre değil, kendi özgür iradeleriyle, nasıl isterlerse öyle yaşamalı. Bu konudaki temel duruşumuz bu olmalı.

Bu aşamada şimdi barış meselesi artık AKP ile, devletle Kürt hareketi arasında (zaman zaman nice canlara mal olan bir düelloyo dönüşen çatışmalar eşliğinde yürüyen ) bir pazarlık ve uzlaşma meselesinden çıkarılmalı, halklar arasında gönüllü özgür birlikteliği esas alan bir toplumsal uzlaşma konusu olarak ele alınmalı.

Devrimci mücadele geçmişinizi anlatan ‘Bitmeyen Yolculuk’ kitabı geçen günler içinde 7’nci baskısını yaptı. Benzer temada çok sayıda kitap da çıktı. Size yönelik eleştiriler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Böyle yayınların ortaya çıkmasını olumlu görüyorum. Kuşkusuz bu tür anlatılara dayalı kitaplar öznelliğe çok açık bir alan. İnsanlar içinde yaşadıkları olayları belki o zaman da farklı duygular içinde yaşamış olabilir, zaman geçtikçe görüşleri ile birlikte geçmişe bakışları da değişebilir. Özellikle çok yoğun yaşanmış ve üzerinden çok zaman geçmiş olaylar anlatılırken o tarihten sorumluluk duyan insanların mümkün olduğu kadar öznellikten uzak durmaya çalışırması lazım. Bu yüzden bazı arkadaşların yaptığı gibi, ister belki ilgi çeker diye ticari amaçlarla, ister başka kişisel kaygılarla işin uydurma hikâyeler anlatmaya dökülmesini doğru bulmuyorum. Kitabın 7’nci baskısının sonuna eklediğimiz bir bölümde de kısaca ifade etmeye çalıştığım gibi, arkadaşlarımın benimle ilgi görüşleri ve farklı anlatılar konusunda herhangi bir tartışmaya girmeyeceğim.

‘Eleştiriler, bugünkü ayrıksı duruşlarından kaynaklanıyor’

‘Bitmeyen Yolculuk’un 7’nci baskısında kendisi ve düşünceleri hakkında eleştiriler içeren kitaplarla ilgili yöneltilen soruya Müftüoğlu’nun verdiği yanıt şöyle:

“Daha önce de bu tür kitaplar yayınlanmıştı, bizim kitaptan sonra biraz daha çoğaldı. Ben bunun aslında iyi bir şey olduğunu düşünüyorum. Bizim yaşadığımız son elli yıllık yakın geçmişe dair anı kitaplarının, anlatıların hatta hikâye ve roman türündeki yapıtların olması, geçmiş mücadele süreçlerinin derslerinin ve değerlerinin bugüne ve geleceğe taşınması açısından iyi bir şey.

Bu tür anlatılarda öznellikten tümüyle kurtulmak kuşkusuz mümkün değil, herkes kendisine göre, kendi durduğu yerden görebildiği kadar anlatacaktır. Sedat Göçmen’in, Adnan Keskin’in, Melih’in (Pekdemir), Mehmet Yazıcı’nın, Zakir Koçak’ın, Mustafa Öztürk’ün… Diğerlerine haksızlık olmasın, şimdi hemen aklıma gelmeyen pek çok arkadaşın anlatıları gibi olumlu çalışmalar, örnekler var. Herhalde asıl sormak istediğin Ali Alfatlı, Mehmet Ali (Yılmaz) ve Memduh’un (Uyan) anlatılarının yer aldığı kitaplara gelince, doğrusunu söylemem gerekirse onları henüz okumadım, sadece senin de sözünü ettiğin bazı ilgili bölümleri bana aktardılar. Büyük ölçüde bugünkü ayrıksı siyasi duruşlarından kaynaklanan ve aşırı öznelciliğe kaçan eleştirileri de fazla abartmamak lazım. Geçmişe dair eksikliklerimiz ve hatalarımız konusundaki sorumluluğun daha çok bana ve Nasuh’a yüklenmesinin de son derece normal olduğunu düşünüyorum . En azından benim buna bir itirazım olmaz, olmadı. Çünkü, diğer arkadaşlar çoğunlukla çok genç ve tecrübesizdi. Adı geçen arkadaşlar da diğer arkadaşlarla birlikte önemli görevler ve sorumluluklar üslendiler, hareketin oluşumunda ve başarılarında önemli katkıları oldu. Hepsi ellerinden geleni yapmaya çalıştı. Doğrusu bizler de elimizden ne kadar geliyorsa o kadarını yapabildik. İşte, bütün teorik metinler ve belgeler, artısıyla eksiyle her şey ortada...

Bana yönelik ‘ima ve ihsaslara’ gelince... Doğrusu yanlışı bir yana, ister yanlış hatırlama, ister çarpıtma ya da başka bir şey, o konularda kimseyle tartışmaya girmek istemiyorum. Hayatlarını adadıkları bir dava uğruna onca zaman birlikte mücadele eden insanlar zamanla ayrı yerlere düşerek birbirlerine yabancılaştıkça, birbirlerine karşı acımasızca haksız suçlamalara yönelebiliyorlar.

Bunların, bu büyük ortak tarihe de kendilerine de haksızlık olduğunu düşünüyorum. Aslında içinde kendilerinin de değer bulduğu, varoluşlarının nedeni olan –onca bedeller ödenmiş- bir ortak tarihin kolektif müktesebatını da yaralıyorlar. Solun genelinde de bir hayli yaygın olan ve geçmişle hesaplaşma adına epey alıcısı da olan bu tarz, solun kendi değerlerine karşı da bir yabancılaşmadan başka bir şey değil.

Burada bahsettiğin söyleşilerle ilgili olarak, sadece Ali Başpınar (Butto) için bir kısa not düşmem gerekiyor. Onunla 60’lı yılların sonlarından bu yana yarım yüzyıla yakın bir zaman mücadele arkadaşlığım oldu.

Hayatının son günlerinde kendisine yeterince ihtimam gösteremedik, birbirimize karşı kırgınlıklarımız da oldu. Bahsettiğin şeyler, işte yakalandığımızda ‘öyle mi demişim böyle mi demişim’, hiç fark etmez, belki sitemlerinde de haklı olduğu yerler var ama ağır hastalığının son dönemlerinde onunla özensizce yapılmış bir söyleşide yansıtılan görüntünün onun devrimci kişiliğine ve onurlu duruşuna karşı büyük bir haksızlık olduğunu, Butto’nun bunu asla hak etmediğini düşünüyorum.”

Birgün

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]