Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Enternasyonal

Küba’yı Özlüyorum -Filiz Tanya


Resim Ekleme

Küba bizim için hep bir hayal ülkesiydi, ta okyanus ötesi, kaf dağının arkası sanki. Anlı şanlı bir devrim mücadelesiyle kazanılmış, umutların ülkesi. Hep gitmek istiyorduk ama kemerimizin iki ucu bir araya gelmeyince hayaller hep erteleniyordu. Bir gün fotoğrafçı bir arkadaşımla otururken Fidel’in ölmüş olduğu haberlerini konuşuyorduk. Haber yalanlanmıştı ama artık çok hastaydı. “Fidel ölmeden Küba’ya gitmeliyiz, hatta 1 Mayısta orada olmalıyız” dedi. Fidel’den sonra Küba’daki değişimin hızlanacağını düşünüyoruz, hem belki bu 1 Mayıs‘ta Fidel ayağa kalkar, meydanda halkı selamlar. Bu düşünceden yola çıkarak 2 yıl önce varımızı yoğumuzu ortaya koyup üç arkadaş Küba’ya gittik.

Bizim hikayemiz uzun fakat bugünlerde herkes Küba’ya ilişkin yazıp çiziyor. Her giden birkaç laf ediyor. Küba’daki her şeyi görüp çözmüş gibi oradaki yoksulluktan, internetin olmayışından, fuhuştan, yasaklardan bahsediyor. Geçenlerde sosyal medyada okuduğum bir yazıda ise “sahilleri halkına yasak ülke” diye yazıyordu.

Gülümsedim, biz Küba’da bir ay kalmıştık. Alıp başımızı gittik, hiçbir plan program yapmadan, her yeri dolaştık. Küba’lıların evlerinde kaldık. Daha önce giden arkadaşlarımızın uyarılarını dikkate alarak turistik yerlerden uzak durduk. Köylerde kasabalarda kalıp Küba Halkı’yla birlikte sahillerinde denize girdik. Onlarla birlikte 1 Mayıs’ı kutladık.

Geçen hafta Türkiye’de bir olay oldu; bir fastfood zincirinde müşterilerin artık patateslerini yiyen mülteci çocuk, restoran müdürü tarafından dövüldü. Geçen Hafta Türkiye’de bir çocuk polis tarafından öldürüldü. Daha önceki haftalarda da öldürüldü, daha önceki aylarda da, yıllarda da. Geçen ay Türkiye’de bir çocuk soğuktan donarak öldü. Büyükleri saymıyorum bile, sayamıyorum…

Birileri lüks ve sefa içinde yaşarken
birileri sokaklarda açlıktan ölmüyor


Küba’da sokak çocuğu diye bir olgu yok biliyor musunuz? Çocuklar pırıl pırıl, hepsi okula gidiyor, hepsi her ay sağlık kontrolünden geçiyor. Hepsinin 8 yaşına kadar süt içmesi şart, devlet bunu kontrol ediyor. Çocuklar süt içsin diye inekleri kesip yemiyorlar.
Hepsinin evi var. Çocuğa şiddet yasak. Kadına şiddeti sorduğumuz da ise soruya bir anlam veremiyorlar. Ülkede şiddet vakaları parmakla sayılacak kadar az. Sağlık herkese bedava, herkesin aile hekimi var bir ay boyunca doktor kontrolüne gitmediklerinde, doktor gelip onları evinde kontrol ediyor. Her ay doktora görünmek şart.

Eğitim şart, herkes eğitim almak zorunda. Eğitim bedava, defter kitap ülkedeki en ucuz şey. Devlet herkese ev veriyor. Evsiz kimse yok. Hatta Küba Devleti tembellik hakkını bile tanıyor. Çalışmak istemeyene azami ölçüde yardımda bulunuyor.

Ama tabi onların bizim gibi yüz bin kanallı televizyonları yok. Sofralarında Coca Cola’lar, kuş sütleri yok. Bizim gibi sürekli değiştirdikleri janjanlı mobilyaları, şıkır şıkır perdeleri, ağızlarına kadar dolu buzdolapları yok. Evleri eski püskü, eşyaları eski ama yaşadıkları bir yoksulluk varsa hepsi ortak ve eşit yaşıyor. Birileri lüks ve sefa içinde yaşarken birileri sokaklarda açlıktan ölmüyor.

Başkent Havana turizmle tanıştıktan sonra kozmopolit bir yer haline gelmiş. Bütün Küba’yı gördüğünüzde Havana’nın Küba’yı temsil etmediğini anlayacaksınız. Küba’da çok mutlu insanlar da gördük, hayatlarından şikâyet eden mutsuz insanlar da. Evlerinde kaldığımız hayatlarından şikâyet eden insanlara, arkadaşım kapitalizmin nasıl bir şey olduğunu anlattı. Yoksulluktan insanların çöpten yemek yediklerini, iş kazalarında ölüp unutulduklarını, sokaklarda devlet kurşunuyla öldüklerini, kadınların koca şiddetine maruz kaldıklarını… Çoğunluğun köle gibi çalışıp azınlığın lüks içinde yaşadığını anlattı. Birçoğu bize inanmadı.

Küba’dan döndükten sonra çok özledik orayı. Orada kendimizi özgür hissettik, güvende hissettik. Ev parası için bankalara tutsak olmayan, okul ücretleri, hastane masrafları için kaygı duymayan insanların arasında gerçek yaşam mücadelesinin ne olduğunu gördük. Günün her saati müzikle iç içe yaşayan, her akşam dans eden insanların ruhunun güzelliklerini gördük. Keşke biz de her gün öldürülmesek de, akşamları müzik yapıp dans edebilsek. “Şiddet mi, o da ne demek?” diyebilsek.

denizcan  |  Cvp:
Cevap: 1
07.10.2015- 15:57

Küba Düşleri ve Havana Sokakları -Filiz Tanya


Çok büyük bir hayal kırıklığı içerisindeydim. Üçümüz de konuşmuyorduk. Beni üzen bize yapılan muameleydi. O kadar yolu tropikal bir cennet görmeye gelmemiştik ki.
Sessizliği ilk ben bozuyorum “bir ayı nasıl geçireceğiz burada?”

Resim Ekleme

“hikâye insanoğlu üstüne
insanoğlunun gençliği
umutları üstüne
hikâyeyi benden güzel anlattılar
benden güzel anlatacaklar
hikâyeyi dost düşman işitmeyen kalmadı” 1


Küba sen ne güzel bir memleketsin, aklıma geldikçe, anımsadıkça o günleri içimden bir nehir akıyor sana doğru. Yıllarca düşlerini kurup en sonunda uçak biletlerini elime aldığımda ayaklarım yere basmıyordu.

Biletler alınıp yolculuk kesinleşince, hazırlıklara başladık. Ama ne hazırlık! Nerdeyse Küba’ya dair yazılmış her şeyi okuduk, yüzlerce fotoğrafa baktık. Artık içimiz dışımız Küba olmuştu.

İnsanların bir çoğu tur şirketleriyle ya da alternatif gruplarla gidiyor, belli organizasyonlara bağlı geziyorlar. Gidenlerden edindiğimiz izlenim bizim hayalimizdeki geziyi karşılamıyordu. Biz Küba’nın güzelliklerinden ziyade oradaki yaşantıyı merak ediyorduk. Bu yüzden üç kişi çıktık yola. Pınar ve Mert de planlı programlı bir gezi istemiyordu. Her şey sürpriz olsun istediğimiz için hiç plan ve rezervasyon yapmadık. Yalnızca Havana’daki ilk gecemiz için rezervasyon yaptırdık. Çünkü uçağımız akşam vakti iniyordu, gece gece kalacak yer derdine düşmek istemedik.

İki yıl önce Nisan ayının başında çıktık yola, 1 Mayıs’ı da kutlayıp dönmek niyetimiz. Küba’da iklim bizim yaşadığımız coğrafyaya göre oldukça farklı. Bütün sene boyunca sıcaklık ortalaması 25°C, yani tek mevsim yaşıyorlar. Ama senenin yarısı kuru mevsim, yarısı ise yağışlı. Mayıs’tan Ekim’e kadar olan yağışlı mevsime yaz, Ekim’den   Mayıs’a kadar olan kuru mevsime kış diyorlar. Biz kuru mevsimden yağışlı mevsime geçişte orada olacağız. Hazırlıklarımızı ona göre yapıyoruz.

Ya okyanus yutarsa bizi?

Uçuş günü yaklaştıkça heyecanım artıyor. Koskoca Atlas Okyanusu‘nun üzerinde saatlerce uçakta kalacak olmak beni ziyadesiyle korkutuyor. İlk defa okyanus aşırı uçmanın korkusuyla biniyoruz uçağa, uzun ve zahmetli bir yolculuk geçiriyoruz. Paris üzerinden yaptığımız aktarmayla toplamda 14 saat havada kalıyoruz. Paris’ten bindiğimiz uçak Türklerle dolu, anlaşılan kendimizi orada yalnız hissetmeyeceğiz. Herkes birbiriyle neler planladıklarını falan konuşuyor.

Resim Ekleme

Akşamüzeri uçağımız Havana’ya iniyor. Hava henüz kararmış değil. Saat farkından dolayı kafamız karmakarışık. Ne zaman yola çıkmıştık, ne kadar yolculuk ettik, şimdi hangi zaman dilimindeyiz belli değil.

Havana Havaalanı küçük ve bizimkilere göre eski. Kontrollerden geçtikten sonra bir anda kendimizi yapayalnız hissediyoruz, herkes kendilerini karşılayan otobüslere, arabalara binip gitmişti. Biz de evde çalıştığımız dersleri hatırlayıp bir taksi arayışına giriyoruz. Gideceğimiz adresi gösterip pazarlık yapıyoruz. Çünkü gideceğimiz adrese taksinin ne kadar tutacağını kalacağımız evin sahibine elektronik posta ile sormuştuk. Burada her şey için pazarlık yapılabiliyor.

Taksici acemi olmadığımızı anlayınca, istediğimiz fiyatta anlaşıyoruz.   Hava henüz yeni kararmakta, her yer göz alabildiğinde düzlük. Ağaçlar kel görünüyor gözüme. Tropikal iklimlerde ağaçlar yapraklarını dökmez sanıyordum ama sanırım kuru mevsimde su kaybına dayanabilmek için bazı türler yapraklarını döküyor.

Federico’nun evi

Yollar çok düzgün ve çok geniş. Biz şehre girene kadar hava kararıyor, saat 20.00 civarı. Demek ki burada gece ve gündüz farkı çok az.

Burada devlet kontrolünde evlerindeki odalarını kiralayanlar var. Casa De Particular deniyor. Biz de daha önce bir arkadaşımızın kaldığı Casa sahibiyle elektronik posta aracılığıyla anlaşıp bir oda kiraladık. Evimiz eski Havana’da. Şoförümüz bulmakta hiç zorlanmıyor çünkü çok merkezi bir yerdeymiş. Bizi deniz kenarına yakın ama deniz manzarası olmayan bir apartmanın önünde bırakıyor.

Kalacağımız yerin yol boyunca gördüğümüz ihtişamlı kolonyal evlerden olmaması, dört katlı bir apartman olması bizi hayal kırıklığına uğratıyor. Bayağı eski püskü görünüyor.   Federico pencereye çıktığında taksiciyi yolluyoruz.

Aman tanrım bu nasıl apartman, merdiveni iki kişi yan yana yürüyemiyoruz. Sanki cami minaresine çıkar gibi kıvrımlı ve dar. Elimizdeki valizlerle 4 kat çıkıp helak olmuş bir şekilde kendimizi salondaki koltuklara atıyoruz. Hava çok sıcak, bizse montlarla, mevsimlik ayakkabılarlayız.

Açıkçası Federico’nun evi   hiç konforlu   değil, öyle yüksek tavanlı eski tarz falan hiç değil. Herkese tek yatak yok. Yatakların yayları sırtımıza batmazsa iyi. Ama o kadar yorgunuz ki, hiçbir şeyle ilgilenecek halimiz yok.

Sabahleyin bir horoz sesi duyuyorum “tanrım her şey bir rüya mıydı, ben Küba’ya gitmedim, bizim köyde yaz tatilinde miydim yoksa”, bir kabus görüyormuşçasına fırladım yataktan. Ama yok burası bizim ev değil dün geceki ev. Ama horoz sesi hala var. Pınar’ı da kaldırdım, o da duyuyor muydu benim duyduklarımı? Hemen salona fırladık, bir balkonu vardı, bütün sokaklara hakim. İnanamıyorduk, Havana’nın ortasında horoz sesiyle uyanıyorduk.

Resim Ekleme
Okula giden çocuklar

Pijamalarımızla bizim için yeni bir dünyaya bakıyorduk. Çatılarda küçük bahçeler içinde kümes hayvanları vardı. Sabah saatine göre güneş oldukça tepedeydi. Sokaklar okula giden çocuklar, işine gitmeye çalışan insanlarla doluydu. Çocuklar borda beyaz formalar giyiyordu. Ve hepsi pırıl pırıl, bir tane saçı dağınık, üstü başı eski çocuk görünmüyor. İçeriden gelen güzel kokular kahvaltının hazır olduğunu haber veriyor.

Harika bir kahvaltı masası bizi bekliyor ama masada bir konuk daha var. O da diğer oda da kalan bir Avrupalı turist. Evde bizden başka birisinin de kaldığını fark etmemiştik. Bir fotoğrafçı, Küba’ya ilk gelişi değilmiş. Mimari fotoğraflar çekiyormuş. Tabletinden çektiği fotoğrafları gösteriyor bayılıyoruz.

Kahvaltı masası iştah açıcı görünüyor ama bir o kadar da yabancı. Hepimizin önündeki tabakta dilimlenmiş meyveler var. Ben ananas ve muzu tanıyabiliyorum yalnızca. Ortada ise iki sürahi taze sıkılmış meyve suyu var ama onların da renkleri tanıdık değil. Porselen bir çaydanlıkta taze yapılmış kahve ve sütlükte süt var. Bir de küçük paketlerde bal var.   Biz masayla tanışmaya çalışırken Federico’nun kız arkadaşı sıcak omlet ve ekmekle geliyor masaya. Yaşasın tanıdık bir şey. Ekmekler de bizim tanıdıklarımıza pek benzemese de hiç yoktan iyidir diyoruz. Ve daha sonraki günlerde öğreneceğiz, Küba’da kahvaltı hep aynı.

Önce tabaktaki meyvelerin adını öğreniyoruz, kahvaltıyı yaparken de nerelere nasıl gitmemiz konusunda bilgiler alıyoruz. Evimiz zaten eski Havana’daydı, evimizin önünden başlayabilirdik şehir turumuza. Federico bize bir turist gibi davranmamamızı, bizi gezdirmek isteyenler yada başka şeyler teklif edenlerle muhatap olmamamızı tembihledi.

Siz Havana’da yenisiniz galiba?

Sokağa çıktığımızda çok heyecanlıydık, işte hayalimizin şehrindeydik. Kocaman bir bulvarın ortasında kocaman bir refüjde yürüyorduk. Refüjün ortasında ise devasa ağaçlar vardı. Bizim yaşadığımız coğrafyanın ağaçlarını düşündüğümüzde bunlar çok daha gösterişliydi.

Yolda yürürken herkes bize selam veriyor konuşmak istiyordu. Biz de gülümseyerek selam verip geçiyorduk. Ama nereye kadar cevap vermeden geçebilirdik ki. Daha dışarı çıkalı 15 dakika olmuştu yine yanımıza yaklaşan, bize selam verip konuşmak isteyen birisine cevap verdik. Nereden geldiniz gibi klasik bir sohbetten sonra bize; ileride bir festival olduğunu akşamüzeri başlayacağını haberimiz olup olmadığını sordu. Bizde sevindik “aa ne güzel bir festivale denk geldik” diye.

Kendimize inanamıyor, gülüyorduk. Federico bizi o kadar tembihlemişken daha sokağa çıkar çıkmaz düşmüştük tuzağa. Artık selam verip konuşmak isteyenlere küs küs bakıyorduk.


Sonra birden yanında bir kadın belirdi iki kişi oldular. Kadın bir dans okulunda öğretmenmiş. Dans tiyatrosu yapıyormuş falan… bize bir sürü şey anlattı ve ileride Buena Vista Social Club’ın ilk sahneye çıktığı barın olduğunu, orayı görmek isteyip istemediğimizi sordu. Biz de birden heyecanlanıverdik. Ama biz sadece gidip göreceğimizi düşünürken birden kendimizi bir masada oturmuş bulduk. Ve önümüze beş mohito geldi.

Bize oraya dair bir sürü şey anlattılar. Konuşmanın farklı bir yere doğru gitmeye başladığını fark etmeye başlamıştık. Kadın bana üzerinde Che bulunan demir para verdi. Bu Kübalıların kullandığı bozuk paraydı. Turistler genelde hatıra parası olarak bol bol alıyordu. Sonra birkaç tane daha çıkarıp onları para karşılığında satmaya çalıştı. İstediği fiyat çok fazlaydı, almak istemedik. Çocuklarının yardıma ihtiyacı olduğunu söyledi. Pınar da ona çantamızdan kalemler çıkardı. Kadın kalem istemediğini, para istediğini söyleyince artık sinirlenmiştik. Kalkıp gitmek istedik ama içeceklerin parasını ödememiz gerektiğini söylediler. Mert önümüze gelen hesabın çok fazla olduğunu söyledi. Mohitonun fiyatını biliyorduk, istedikleri çok fazlaydı ve tüm gezimiz boyunca içtiğimiz en pahalı mohitolar olacaklardı. Tartışmaya girmek istemedik ve hesabı ödedik. Kadına ve adama bu yaptıklarının hiç dostça olmadığını söyledik, hayal kırıklığı ve kızgınlık içinde kalktık.

Kendimize inanamıyor, gülüyorduk. Federico bizi o kadar tembihlemişken daha sokağa çıkar çıkmaz düşmüştük tuzağa. Artık selam verip konuşmak isteyenlere küs küs bakıyorduk.   Yürüdüğümüz cadde muhteşem binalarla çevriliydi, çoğu İspanyolların hüküm sürdüğü dönemden kalmaydı. Bir çoğu otel olarak kullanılıyordu. Otellerin içinde turizm büroları vardı. Bir tanesine girip şehir haritası isteyip, gidebileceğimiz yerler hakkında bilgi aldık. Artık konumumuzu daha iyi belirleyebilirdik. Biraz daha yürüdüğümüzde sağ tarafımızdaki bina meşhur Hotel İnglaterra ve ilerisinde de Capitol binası olmalıydı. Buralarla ilgili o kadar çok şey okumuştuk ki nedeyse her yeri elimizle koymuş gibi buluyorduk. Binalara baktıkça ihtişamından hem gözlerim kamaşıyor, hem de   bu binaları yapmak için ne çok insan çalıştı, ne çok insan sömürüldü ve öldü diye düşünüyorum. Binalar taştan yapılmış ve her yeri heykellerle dolu. İnanılmaz ince işçiliklerle yapılmış, her yeri dantel gibi işlenmiş.

İklimden dolayı hepsi yüksek tavanlı.   Çoğunun pencerelerinde cam yok.   Hava öylesine nemli ki hava sirkülasyonu için hep panjur yapılmış.

Görkemli binaların altında ezilen insanlık

Meydana geldiğimizde Capitol binasını görüyoruz. Amerika’daki Beyaz Saray’ın bir kopyası. Ama bunun mimarisi daha güzelmiş. Küba, devrimden önce küçük bir Amerika’ymış ya da Amerika’nın arka bahçesi diyelim. Oradaki her şeyin bir kopyası buraya da yapılmış. Tam bir kumarhane cenneti, mafya ve tüm kirli işlerin döndüğü bir yermiş. Capitol binası devrimden önce diktatör Batista’nın Parlamento binasıymış, şimdi ise bir kütüphane olarak kullanılıyormuş. Binaya büyük ve geniş merdivenlerden çıkılıyor ama biz giremiyoruz çünkü tadilatta.

Resim Ekleme
Batista’nın parlemento binası olan Capitol binası şimdi kütühane olarak kullanılıyor.

Yol boyunca kime selam versek borçlu çıkıyoruz herkes para istiyor. Biraz mola vermeliyiz. Sokakların birisinde dev bir ağacın altındaki parkta biraz dinleniyor ve planlarımıza göz atıyoruz. Etrafımızda çocuklar oyun oynuyorlar öylesine keyifliler ki onların oyunlarına dalıp gidiyoruz. Sokaktan geçen bir muz satıcısını görünce acıktığımızı hissediyor muz almak istiyoruz. Muz için ödediğimiz para biraz fazla geliyor, notlarımıza göre muz sudan ucuz olmalıydı. Ama anlıyoruz ki yine kazıklandık. Bugün şanslı günümüzde değiliz. Ama muzlar çok lezzetli. Hem çantamızda memleketten getirdiğimiz yiyeceklerden hala bir şeyler var.

Parkta Havana’da kaç gün kalıp nereye gitmemiz gerektiğinin planlarını yapıyoruz. Birkaç gün Havana’da kalıp sonra batıya doğru gidip tüm adayı dolaşıp Havana’ya dönmeye karar veriyoruz. Daha önce gelen arkadaşlarımız Havana’da ve turistik bölgelerde vakit kaybetmememizi söylemişlerdi.

Capitol Binasının karşısındaki parkta oturmuş etrafı seyrediyoruz. Bu park buranın gölgeliği gibi. Sıcaktan bunalanlar ağaçların altında sohbet ediyorlar. Aynı zamanda burası bizim Adalar’daki Fayton Parkı’na benziyor. Şehirde çok fazla fayton var. Her şey turistlere göre ayarlanmış sanki. Her yerde o kadar çok turist var ki. Biz turist gibi davranmamaya çalışsak da henüz güneş yanığı olmamış cildimizle kimseyi inandıramıyoruz galiba. Biz Pınar’la bankta otururken etrafı keşfe çıkan Mert heyecanla geri dönüyor. Bir faytoncuyla tanıştığını ve bizi çok ucuz bir fiyata şehir turu yaptıracağını söylüyor. Sabahtan başımıza gelenlerden sonra “emin misin? bu fiyat çok ucuz yanlışlık olmasın” diyorum. Adamın yanına gidiyoruz tekrar tekrar soruyoruz. İçimizde en iyi dil bilen Mert teyit ediyor o fiyata gideceğini. Ben parayı gösteriyorum, işaret ediyorum, adam “tamam” diyor.

Yolda giderken bize gördüğümüz yerlerle ilgili bilgi de veriyordu. Yakından göstermek istediği bir yerde durduk. Cıvıl cıvıl insanlarla dolu küçük bir meydandı. Hemen yanımıza bir adam yaklaştı Amerikalıya benziyordu, giydirip süslediği insana benzetmeye çalıştığı süs köpeğini hemen kucağıma tutuşturdu. Köpeğe dokunmak istemesem de ısrarcı davranıp köpeğiyle fotoğraf çektirdik. Pınar adamın para isteyeceğini söyledi. Ben de “yok artık” dedim. Ama tam oradan gidecekken adam para istedi. Bende Türkçe konuşarak onu anlamadığımı söyledim. Vücut diliyle ona teşekkür edip sevgilerimizi sunup bye bye yaptım. Adam bozulmuştu ama ben de sinirlenmiştim. Sonra anladık ki faytoncu ve etraftakiler anlaşmalıydı. Tekrar faytona binip yolumuza devam ettiğimizde adamın bizden istediği paranın da yalan olduğunu anladık.Havana9

Yolda indik bize başta söylediği fiyatı asla kabul etmedi ve öyle bir şey söylemediğini, bizim yanlış anlamış olabileceğimizi söyleyince sinirlerimiz iyice gerilmişti. Ben polise gidelim deyince anlaşalım dedi. En azından getirdiği yolun fiyatını vermemizi söyledi. Büyük tartışmalar sonucu ortada anlaşıp parasını verip ayrıldık.

Yaşadıklarımız kabus gibiydi. Herkes bizden para koparmaya çalışıyordu. Böyle sinirle yolda yürürken yanımıza yaklaşıp bize gülümseyen “nasılsınız” diyen birisine tam içimizi dökecektik ki bize “ileri de bir festival var gitmek istermisiniz bende bilet var” deyince bütün hırsımızı ondan aldık. Artık turist değildik o numaraları öğrenmiştik.

Yolda yürürken yanımıza yaklaşan bir kadın çocuğu için süt parası istediğinde artık hiç tepki vermez hale gelmiştik. Yorgunluktan bir kafede oturduğumuzda ağlamak istiyordum. Çok büyük bir hayal kırıklığı içerisindeydim. Üçümüz de konuşmuyorduk. Beni üzen bize yapılan muameleydi. Yolunacak batılılardık (gerçi onlara göre doğudan geliyorduk ama) onlar için. Her güler yüzün, verilen selamın karşılığının para   olması çok üzmüştü beni. O kadar yolu tropikal bir cennet görmeye gelmemiştik ki.

Sessizliği ilk ben bozuyorum “bir ayı nasıl geçireceğiz burada” diye soruyorum. Pınar ve Mert benim kadar moralsiz değildi. Mert kendine iki tane kalın kitap almış “en azından bunları okuyarak vakit geçiririm” diyor. Havana’daki son günümüzde “nasıl çabuk geçti güzelim günler, keşke biraz daha kalsaydık” diye üzülürken bugünü hatırlamayacaktık bile. İlk gün için fazlaca yorulmuştuk “hadi evimize gidip” biraz dinlenelim dedik.

Kapitalizm kadar taş düşsün başına, yazık oldu bizim rakıya

Eve gittiğimizde Federico ve kız arkadaşı bizi bekliyor gibiydiler. Yüzümüze bakınca güldüler. Onu dinlemeyip ilk 15 dakikada düşmüştük tuzağa. İlk gün hep böyle olduğunu, turistik mekânlarda çok dolaşmamamızı söylediler.

Federico bir avukat, kız arkadaşı ise mimarlık öğrencisi. İkisi de tam bir liberal. Küba’da avukatlık fazla bir iş olmadığından mesleğini yapmıyormuş. Evinin odalarını kiraya vermek daha çok para kazandırıyormuş ona. Ve Fidel Castro’dan hiç hoşlanmıyor. Bir an önce ülkede ki sosyalist düzenin bitmesi gerektiğini düşünüyor. Biteceği zaman ise daha fazla refah ve zenginlik içinde yaşayacağını sanıyor.

Yorgunluğumuzu unutup Federico’ya anlatmaya başlıyoruz. Biz sosyalist olmayan aynen onun hayal ettiği gibi liberal, serbest piyasa ekonomisinin geçerli olduğu bir ülkeden geldiğimizi söylüyoruz. Bu seyahati yapabilmek için banka kredisi aldığımı ve o krediyi birkaç yıl boyunca aldığımın misliyle ödeyeceğimi söylüyorum. Asla zengin olmadığımız gibi halkımızın çoğunluğunun fakirlik içinde olduğunu, binlerce sokak çocuğu ve evsiz insanın olduğunu, eğitime ve sağlığa para ödediğimizi, kazandığımız paraların çoğunu devlete vergi olarak ödediğimizi söylüyoruz.

Resim Ekleme

Mert devam ediyor;“insanlar sokaklarda öldürülüyor, kadınlar ve çocuklar şiddete uğruyor, ayrıca devlet şiddeti de var istemedikleri sözleri söylersen şiddet uyguluyor” diyor. Federico bunları hayatında ilk kez duymuş gibi.

Bizim ülkemizde kış olduğunu, bazı insanların fakirlikten sokaklarda donarak öldüğünü söylüyoruz. Bize inanmış gibi görünmüyor. Mert devam ediyor;“insanlar sokaklarda öldürülüyor, kadınlar ve çocuklar şiddete uğruyor, ayrıca devlet şiddeti de var istemedikleri sözleri söylersen şiddet uyguluyor” diyor. Federico bunları hayatında ilk kez duymuş gibi.

“Biz bir eve sahip olmak için ömür boyu çalışıp para biriktirmek zorundayız. Halkın bir çoğu hiçbir zaman bir eve sahip olamıyor” dediğimde. Federico yeter işareti yapıyor. Anlaşılan pek işine gelmemişti.

Evlerinde internetleri vardı, gayet iyi İngilizce biliyorlardı. Mert açıp internetten gösterelim dedi ama “olmaz” dedi. İnternet yalnızca kendileri içinmiş, yabancılara kullandıramazlarmış. Bu da nasıl bir yasak anlayamadık ama ülkede internet çok kısıtlıydı. Biz ancak gidip büyük otellerin lobilerindeki bilgisayarlardan kullanabilirmişiz, o da çok pahalı. Ama evlerde kullanılıyor.

O akşam Federico’ya getirdiğimiz Tekirdağ Rakısı‘nı hediye ettik. “Bizim ülkemize özgü harika bir içkidir” dedik ama sohbetimizden sonra “acaba vermese miydik” diye geçirdik içimizden. “Yarın daha iyi bir gün olmalı” diyerek uykuya dalıyoruz.

denizcan  |  Cvp:
Cevap: 2
07.10.2015- 16:07

Sokaklarından meydanlarına Havana - Filiz Tanya


Filiz Tanya Küba gezisi gözlemlerine devam ediyor. O ve arkadaşlarıyla birlikte Diktatör Batista’nın sarayıyken halk adına el konulan Devrim Müzesi’ne, Havana’nın meydanlarına ve okullarına yürüyor, Küba’da gündelik yaşamın içine giriyoruz.

Resim Ekleme
Fotoğraf: Sabri Irmak | Flickr.

Küba’da sabah oluyor. Sıcak bir gece kendini ağır ağır ılık bir sabaha bırakıyor. Sabahın muştusu horoz sesleri ve kahve kokusu ile akıyor yataklarımıza doğru…

Küba’daki ikinci gün daha güzel olmalıydı, gece sıcaktan dolayı biraz zor uyumuştuk. Ama hazırlanan kahvenin kokusu bir büyü gibi sarıyor etrafımızı. Küba sabahlarının en güzel yanı bu olmalı, her yer kahve kokuyor. Hem öyle bildiğiniz gibi değil, bahçeden taze toplanmış gibi.

Kahvaltı masası yine bin bir çeşit tropik meyve ile dolu, meyve tabağı, taze meyve suları ve omlet. Hemen alışmıştık. Önce omletimizi yiyor sulu ve tatlı meyvelerle de taçlandırıyorduk. Kahve ise ödül oluyordu.

Bugünkü programımız Havana’nın müzeleri ve anıtları. Evimiz Malecona (Küba dilinde “deniz kenarı“, bizdeki yaygın söyleyişle “kordon boyu“) çok yakın olunca önce buradaki anıtlardan başlıyoruz.

Malecon ve civarında çok güzel ve görkemli heykeller var. Bizim burada gördüklerimiz genelde kahramanlara ait heykeller. Küba Devrimi için savaşmış ya da Küba’da devrim öncesi halk için yararlı işler yapmış halk kahramanları omuz omuza duruyor adeta. Heykeller arasında bir de şöyle bir ayrım var;   Yüzü denize dönük olanlar Küba’da doğmamış, yüzü karaya doğru olanlar ise Küba’da doğmuş kahramanlara aitmiş.

Havana mimarisine baktığınızda tam bir İspanyol etkisi görülüyor. Adayı ilk keşfedenler ve canına okuyanlar İspanyollar. Aslına bakarsanız Küba ve dâhil olduğu Karayip adaları yeni dünyanın en çok sömürülen ve kıyıma uğrayan yeri. Kolomb uzun deniz yolculuğundan sonra ilk olarak Karayip adalarında karaya çıkıyor. İlk istila edilen yerlerden biri de Küba.

Resim Ekleme

Küba’da bir adada olduğunuz hissine kapılmıyorsunuz çünkü her yer çok geniş, meydanlar ve yollarla dolu.

Şehirde irili ufaklı yüzlerce meydan var. Bu da İspanyol mimarisine özgü bir durum. İspanyollar yeni dünyayı keşfedip yağmalama ve işgale başladıklarında her gittikleri yere önce bir meydan, etrafına bir kilise ve yönetim binası yapıyor ve yerleşimlerini de   bu yapıların etrafında “ızgara modeli” diye tanımlanan birbirini dik kesen sokaklara kuruyorlarmış.

Küba’da 16. Yüzyılın mimarisi capa canlı ve ayakta. Birleşmiş Milletler Küba’daki mimari yapıları koruma altında tutuyor.

Kuba_sabah_sporuSabah saatlerinde bu meydanlar hep dolu. Ya bir eğitmen eşliğinde spor yapan mahalle insanlarına, ya da eğitim gören okullu çocuklara rastlıyoruz.

Spor yapan insanları görünce biz de aralarına karışıyoruz. Öğretmen güler yüzle karşılıyor bizi. Sanırım bu bir devlet hizmeti. Sayelerinde biz de güne spor yaparak başlıyoruz.

Havana bugün Karayiplerin en büyük kenti olsa bile başkent olma hikâyesi çok eski değil. Karayiplerin başkenti yıllarca adanın öbür ucunda yer alan Santiago De Küba’yken daha sonra liman ve ticaret şehri olan Havana’ya geçiyor. Kent, diktatör Batista döneminde en kötü zamanlarını yaşıyor.

Elimizde uzun bir “Havana da görülecek yerler listesi” var. “Turistik” olmamaya karar vermiştik ya bunların hepsini görmeyecektik. Ama Küba Devrim Müzesini mutlak görmeliydik.

Diktatör Batista’nın sarayı bugün devrim müzesi

Resim Ekleme
Küba Devrimi Müzesi, Havana

Büyük bir meydanın başında bulunan muhteşem bir binayla karşı karşıyaydık. Bina Küba Devrimi’nden önce Diktatör Batista’nın sarayı imiş… “Ama ne saray” diyeceğim de bizdekilerden küçük, Diktatör Batista bile bizimki kadar abartamamış. Ayrıca etrafında duvarlar, hendekler, demir parmaklıklar falan da yok. Bizim tabirimizle dımdızlak bir meydanın başında öylece duruyor.

Eski Başkanlık Sarayı Kübalı Mimar Carlos Maruri ve Belçikalı Mimar Paul Belau tarafından neoklasik tarzda yapılmış. Binanın içinde devrimci üniversite öğrencilerinin 13 Mart 1957’de saraya düzenledikleri saldırıdan kalma kurşun delikleri var. 35 öğrenciden 32’si vurularak öldürülmüş.

Müze en çok 1950’ler ve Küba Devrimi ile Devrim sonrası döneme ayrılmış. İspanyollara karşı verilen 1895-98 Bağımsızlık Savaşı ile ilgili bölümler de var. Müzede en heyecan veren unsur Fidel ve arkadaşlarının Küba’yı diktatör Battista’dan kurtarmak için içine doluştukları Granma teknesi. Şimdilerde “Granma”   ülkede yayınlanan günlük gazetenin adı.

Müze’de Küba Devrimine dair her şeyi bulabilirsiniz. Bütün gazete haberleri, o dönemde yapılan yazışmalar, kullanılan eşyalar, silahlar her şey var.

Küba Devrim süreci 26 Temmuz 1953’te 135 gerillanın Santiago de Cuba’daki Moncada Kışlası’na yaptıkları saldırıyla başlıyor. Bu yüzden 26 Temmuz Kübalılar için çok önemli bir tarih. Gezimiz boyunca 26 Temmuz her yerde karşımıza çıkıyor. Saldırının ardından Fidel Castro yakalanıyor ve 15 yıl hapis cezası alıyor. Ve Fidel o çok ünlü “Tarih beni beraat ettirecektir” dediği savunmasını (savunmadan çok bir meydan okuma ve tarihi bir belge) yazdığı daktilo da müzede. Ayrıca mahkeme fotoğrafları da sergilenenler arasında.

Aslında burası bizim alıştığımız müzelerin dışında bir halkın belleğinin saklandığı kütüphane gibiydi. Her şeyin belgesi burada. Biz bir müzeden çok kütüphane tadı almıştık buradan. Nazım Hikmet’in “Havana Röportajı”nı anımsıyoruz. Aslında Nazım Hikmet bununla adeta Küba tarihinin şiirini yazmış. Küba Devrimi’ni destanlaştırmış.

2008 yılında Belgesel sinemacı Çağrı Kınıkoğlu, Nazım’ın Küba yolculuğunu konu alan bir film gerçekleştirdi: Nazım’ın Küba Seyahati. Filmde o günlerin canlı tanıklıkları var.

Bugün keyfimizi bozmuyor, peşimize takılıp “bu akşam bir dans partisi var, çocuğum için krem verin”, diyenlere çok takılmıyoruz. İnsanoğlu her şeyi çabuk öğreniyor. Bunlar her turistik merkezde olduğu gibi turistlerden faydalanmaya çalışan lümpen insanlar. Küba’da halk komiteleri bu eğilimlerle mücadele ediyor. Aslında kimsenin süt parasına ihtiyacı yok, devlet zaten her çocuğa yeterince süt veriyor. Ayrıca içip içmediklerini de denetliyor çünkü burada çocukların 8 yaşına kadar süt içmesi yasal zorunluluk.

Neyse biz de onlara karşı bir yöntem geliştirdik. Sürekli Türkçe konuşarak cevap verince hemen uzaklaşıyorlar. Türkçe onlara garip bir dil gibi mi geliyor yada onları anlamadığımızı düşündükleri için mi vazgeçiyorlar bilemiyoruz ama bu yöntemi bulmaktan oldukça memnunuz.

denizcan  |  Cvp:
Cevap: 3
07.10.2015- 16:10

Siyahi kölelerin emeğiyle gelen gösteriş

Resim Ekleme
Havana Üniversitesi

Havana’nın en ünlü meydanlarını, kiliselerini sanat galerilerini geziyoruz. Gerçekten hepsi muhteşem. Gördüğümüz mekânlar bir yanıyla çok görkemli ama öte yanıyla canı yakılmış bir halkın izlerini taşıyor. O muhteşem yapıların tümünde kölelerin alın teri var.

İspanyollar Küba halkını ezip geçmişler ama arkada harika yapılar bırakmışlar, işçilik, süslemeler çok özenli. Havana’da hayran olduğumuz bu binalara, tüm Küba’yı gezip dolaştıktan sonra hayranlıkla bakamayacaktık. Küba’nın doğal zenginliklerini fark eden istilacı İspanyollar önce Küba’nın yerli halkını köleleştirmeye başlamış. Bakmışlar bu halk zayıf ve çelimsiz, ağır iş yükünü kaldıramayıp ölünce yerlerine Afrika’dan köleler getirmeye başlamışlar. Gerisini ilerleyen bölümlerde anlatacağım; İspanyollara karşı ölümüne direnen Kübalı Kahramanların hikâyesini.

Bugünkü Küba halkı zamanında istilacı olarak gelen İspanyollar, yerliler ve köle olarak getirilen siyahi Afrikalılardan oluşuyor. Fidel ve yoldaşları önderliğinde Küba özgürlüğüne kavuşunca artık o ihtişamlı binaların balkonlarından, pencerelerinden, kapı aralıklarından Kızılderili ve İspanyol ve siyahların karışımından oluşan bir halk bakıyor. Küba da karşımıza çıkan Afro-Küban kültürü de bunun bir başka yansıması.

Küba Devrimi’nden sonra ülkeyi terk eden istilacılar ve zenginlerden sonra, devlet bütün binaları kamulaştırıp halka dağıtmış. Yani zamanında kölelerin alın teri ve hayatlarına mal olan o görkemli binaların birçoğu şimdi gerçek sahiplerine ait.

Belli başlı çok büyük binalar bugün otel olarak işletilmekte. Ve oteller çok pahalı, biz bile kapısından içeri giremiyoruz. Çoğu devlete ait olmakla birlikte İspanyol ortaklığıyla işletilenlerin de sayısı azımsanacak gibi değil.

Havana’da sefer tası, içi dolu etli pilav

Resim Ekleme

Küba’nın ekonomisinin büyük girdisi turizme dayanmakta. Ve bu turistik merkezlerin en büyüğü Havana. Böyle olunca da her yerde, yenileme çalışmaları, yol çalışmalarını görmek kaçınılmaz oluyor. Dikkatimizi çeken bir şey oluyor. Öğle saatinde her iş durmuş oluyor. Yolda kaldırım taşı döşeyen veya bir binanın yenilemesinde çalışan işçiler, bizdeki pamuk tarlasında çalışan işçiler gibi bir köşede toplaşıp yemek yiyorlar. Bizdeki gibi, ekmek peynir, yada üzüm falan yediklerini düşünmeyin. Hepsinin elinde sefer tasları, pilav ve etli bir yemek ve sulu bir çorba yiyorlar. Bu görüntülere defalarca kez rastladık. Her gördüğümüzde mutlaka etli bir sıcak yemek yiyorlardı.

Biz okulda iş bilgisi dersi okuduğumuzda öğrenmiştik. Fiziksel güç harcayarak yapılan işlerde mutlaka ana öğünlerde sıcak yemek ve protein alınması gerektiğini. Sürekli yenen soğuk yemeklerin işçi sağlığını ve işgücünü olumsuz etkileyeceği anlatılırdı. Bizim okullarımızda okutulan derslerin burada uygulamasını görmek güzeldi. Oysaki bizim ülkemizde bunlar yalnızca okullarda okutulur sonra unutulur. İşçilerin hepsi aynı tip kıyafet giyiyor, belli ki işveren tarafından sağlanıyor, hepsinin kaskı, güvenlik için her türlü malzemeleri var. Daha anlatmayayım ağlarız yoksa kendi halimize.

Havana’nın ünlü meydanlarına gittiğimizde her yerin tıklım tıklım turist dolu olduğunu görüyoruz. Her bir köşe başında müzik yapan küçük gruplar, rengarenk kıyafetler giymiş puro satan kadınlar. Ama bir süre sonra anlıyorsunuz ki bunlar parayla fotoğraf çektirmek için bekliyor. Bu bir sektör olmuş, özel olarak giyinmiş Kübalıların fotoğraflarını çekiyor ve onlara para ödüyorsunuz. Biz hiç onlara bulaşmayıp en yakın şemsiye altına oturup mohitolarımızı içip meydandaki karmaşayı izliyoruz.

Eli süpürgeli öğretmenler

Sokak aralarında dolaşırken bir okula rastlıyoruz penceresinden içeri baktığımızda çocuklar bize el sallıyor. Kapısından içeri girdiğimizde büyük bir avluyla karşılaşıyoruz. Burası çocukların oynayabilmesi için çok güzel bir yer. Avlunun etrafı sınıflarla çevrili. Bir tanesinin içine giriyoruz bir de ne görelim, öğretmenin elinde bir süpürge… bizi kovalamak için değil elbette. Sınıfı temizliyordu. Burada herkes kendi işini kendi yapıyor. Sınıfları da öğretmen temizliyor, eğitimi de o veriyor.

Resim Ekleme

Bizi güler yüzle karşılıyor, “niye izinsiz girdiniz” diye kızmıyor. Çocukların fotoğraflarını çekiyor, sakince ayrılıyoruz. “Bunlar nereden çıktı” diye kimse tepki göstermiyor. Okullarda bizi kovalayacak güvenlik görevlileri yok. Daha sonra anlıyoruz ki bu ülkede güvenlik sorunu diye bir şey yok.

Okulun koridorlarını gezerken bizdeki “Atatürk köşeleri”nden gördük. Ama bu Che köşesiydi. Birden lise yıllarımda okul koridorunda hazırladığımız haber panosuna gece yarısı Che posteri asıp günlerce okulda kimin yaptığını arayıp durduklarını anımsadım.

Okullardan başlamışken bu şehrin üniversitesini de görmeliyiz diyerek haritamıza bakıp Üniversiteye gitmeye karar veriyoruz.   Yürüyerek gidebilirdik. Bunun için Eski Havana bölgesini boydan boya yürümemiz gerecekti ama böylelikle şehri de adım adım gezmiş oluruz diyerek yola koyuluyoruz.

Bizim için güzel ama oldukça uzun bir yürüyüş oldu, turistik alanlardan çıkınca halkın yaşadığı mahallelere girdik. Onların dükkanlarına bakkallarına girdik alışveriş ettik. Burada kimse yanımıza yaklaşıp süt parası istemiyordu. İnsanlarla sıcak sohbetler yapabiliyorduk.   Hatta çikolata uzattığımız bir çocuğun annesi mahcubiyet içerisinde teşekkür ediyordu.

Üniversitenin önüne geldiğimizde bizi devasa merdivenler karşılıyor. Bu merdivenleri çıkmadan üniversiteye giremeyecektik. Ama merdivenleri çıkmak boşuna, üniversite çoktan kapanmıştı çünkü akşam olmuştu bile.

Merdivenlere oturup dinleniyoruz. Önümüzde yol ortasında bozulan aracını tamir eden bir eden bir Kübalı var. Mert yardım edecekmiş edasıyla gidiyor yanına sohbet ediyorlar. Burada arabalar çok eski, yeni araba görmek küçük ihtimal. Ve hepsi sürekli bozuluyor. Sürekli bozuldukları içinde araba sahipleri araba tamiri öğrenmiş, herkes çok iyi tamirci.

Geri dönmek için yürümeye gücümüz yok. Bir taksi kullanmalıyız. Küba’da ambargodan dolayı motorlu taşıtlar çok az. Hem yeni araç alınamadığı, hem de akaryakıt problemi olduğu için alternatif çözümler üretmişler. Bici taksiler, coco taksiler geliştirmişler. Bazıları bunun Çin icadı olduğunu söyledi. Bici taksiler bisikletten uyarlanmış.   Bildiğimiz bisikletin arkasına iki kişilik koltuk koymuşlar, öndeki bisikletçi pedalı çevirip duruyor, seni de her yere götürüyor. Hatta güneşten korunmak için tentesi bile var. Coco taksiler ise bunun motosikletten uyarlanmış hali. Ama sarı bir ceviz kabuğu şeklinde olduğu için çok sevimli duruyorlar. Biz üç kişi bu iki kişilik coco taksilerden birine üç kişi sığışıp havadar havadar evimizin yolunu tutuyoruz.

Havana gecelerinde müzik

Her akşam o kadar yorgun geliyoruz ki eve, Havana gecelerini keşfetmeye fırsatımız olmadı hiç. Bu gece kendimizi sokaklara atmaya karar veriyoruz. Nasıl olsa her yeri öğrendik. Hemen evimizin yanındaki Malecon’a iniyoruz. Sahil kenarı cıvıl cıvıl, ailecek inmiş gezinti yapanlar, sevgilisiyle romantizm yaşayanlar, kendine eş arayanlar, arkadaşlarıyla gezen tipler, seyyar satıcılar… Ne arasanız var. Bir tek çekirdek çitleyen yok. O da ülkede çekirdek olmadığından.

Bizse biraz müzikli bir yerde oturalım hevesindeyiz. Gündüz vakti her yerinden müzik sesleri duyduğumuz sokaklarında, meydanlarında dolaşıyoruz ama hiç ses seda yok. Hani nereye gitsek, her sokak başında müzik sesleri duyacak, salsa yapan insanlar görecektik. Biri bizi kandırıyor galiba. Sokak sokak   dolaşıyoruz ama yok öyle bir hareket.

Küba’da Casa De La Musica denen müzik evleri var, müzik dinlemek için buralara gitmek gerekiyormuş. Her şeyi zaman içinde tecrübe edeceğiz. Ama sürekli yanımıza yaklaşıp bizi bir partiye, bir bara götürmek isteyen bir sürü kişi geliyor. Artık onlara aldırmıyoruz, onlar da ısrarcı olmuyor.

Biz de çaresiz yine o büyük ve lüks otellerden Hotel Anglettera yada Türkçesiyle İngiltere Oteli’ne gidiyoruz. Burada tüm otellerin barlarında ve turistik restoranlarda canlı müzik yapılıyor. Sokakta müzik bulamayınca mecbur kaldık yine turistik mekânlara.

Çatısındaki restorandan müthiş bir manzara görülüyor. Buraya gelmekte fayda olduğuna karar veriyoruz hem fiyatları da bizdeki lüks oteller gibi çok fahiş değil, müzikte gayet güzeldi.

Artık Havana’yı yavaş yavaş tanıyoruz, tanışma faslı bitmiş gibi görünse de bu ülkede her yeni günle birlikte yeni keşifler yapacağız. Bu daha başlangıç sayılır, Havana’yı keşfe devam

denizcan  |  Cvp:
Cevap: 4
07.10.2015- 16:23

Havana’da eski bir gerilla- Filiz Tanya

Mert heyecanla yanımıza geliyor; “arkadaşlar bir gerilla buldum”, şaşkınlıkla bakıyoruz, ne gerillası yahu 2000’li yılların Küba’sındayız. Tanıştığı amca Küba devrimi sırasında dağlarda savaşmış eski bir gerillaymış meğer. Biz de heyecanla koşarak yanına gidiyoruz.

Resim Ekleme

Dünyanın yoksul insanlarıyla,
Neyim varsa paylaşmak isterim.
Dağların cılız dereleri
Denizlerden daha mutlu eder beni.

Jose Marti


Küba’da sabahlar, bizim bahar mevsimine benziyor. Her sabah, her şey yeniden canlanıyor sanki, insanlar cıvıl cıvıl karşılıyorlar günü. Bugün erken kalkıyoruz çünkü gidilecek çok yer var, planlarımız sığmıyor günlere. Havana’yı keşfettikçe zamanımızın yetmeyeceği duygusuna kapılmaya başlıyoruz. Ama Havana her gün bir başka yüzünü gösteriyor bize.

Hiç vakit kaybetmeden bir önceki gün yetişemediğimiz Havana Üniversitesi’ne gidiyoruz.   Ne kadar isabetli bir seçim yaptığımızı kapıda öğreniyoruz; o gün üniversitede öğrenci şenliği var. Büyük ve geniş merdivenlerden çıkıp, büyük sütunların arasından girdiğimiz üniversite bahçesinde bir sürü öğrenci ile karşılaşıyoruz. Dünya ülkelerinden gelen öğrenciler kendi kültürlerini tanıtan stantlar açmışlar, kendi kültürlerini tanıtıyorlar. Hangi ülkeler yoktu ki, Sudan, Mısır, Suriye, Çad, Vietnam, Kore, Uruguay, Venezüella…

Havana Üniversitesi 1728’de kurulmuş. İki bini yabancı olmak üzere otuz binden fazla öğrenciye eğitim verilen üniversitede müzeler, sinema, futbol ve beyzbol stadyumu var. Küba dünyanın her yerinden yoksul, parası olmayan öğrencileri eğitim için kabul ediyor. Öğrenciler çok neşeli. Bütün stantları gezip dolaşıyoruz, sohbetler ediyoruz. Birisi “Küba’da Suriyeli öğrencilerle Suriye sorununu konuşacaksınız”   dese, inanmazdım. Bu ülke bizim için her gün yeni sürprizler hazırlıyor gibi.

Meğer bu ülkede ki en ucuz ve en kolay ulaşılabilen şey kitapmış. Kimsenin kitap defter gibi şeyler alamaması mümkün değilmiş. Ve burada öğrenciler sürekli tiyatro, sinema ve sanat faaliyetlerini izleyebiliyorlarmış.

Sonra kampüsü dolaşmaya başladık, bahçe ve binalar bizi büyülüyor. Bunlar gördüğümüz diğer binalar gibi bakımsız değil. Oldukça bakımlı ve büyük binalar. Her yere çok rahat girebiliyoruz. Öğrencinin bir tanesi derslere de girebileceğimizi söylüyor ama İspanyolca bilmiyoruz ki. Bir tek kütüphaneye elimizi kolumuz sallaya sallaya giremiyoruz. Kapıda kimlik soruyorlar. Öğrencilerle hoş sohbetler yaparken, bir tane kız öğrenci bir süre sonra kitapların çok pahalı olduğundan söz etmeye başlıyor. Bizde kütüphaneden faydalanmasını söylüyoruz. O da kütüphaneden dışarı kitap çıkaramadıklarını ve oradaki zamanın da yetmediğini,   evine de götürüp çalışması gerektiğini söylüyor. Bir süre sonra ısrarla bizden para istiyor. Yine bir turist avcısının eline düşüyoruz ama Mert, kitapçıya gidip kitapları birlikte almayı teklif ettiğinde ise zamanının olmadığını söyleyip gidiyor.

Etrafa dağılıp dolaşmaya devam ederken öğrencilerle sohbet eden Mert arkamızdan sesleniyor “hey bir Türk öğrenci buldum” diye.   Hani dünya küçük derler ya, gerçekten küçükmüş. Bu bizim Esin.   Yolculuğa çıkmadan önce bir “Küba tanıtım gecesi”nde tanışmıştık. Ama bize hiç Küba’ya geleceğinden bahsetmemişti.

Dünyanın diğer ucunda tanıdık bir yüzü görmenin heyecanıyla sarılıyoruz birbirimize. Buraya İspanyolca öğrenmek için Dil Okulu’na gelmiş. Türkiye’deyken yolculuk planlarımızı yaparken tanışmıştık. O da gelip gelmediğimizi merak ediyormuş zaten. Bir çırpıda neler yaşadığımızı anlatıyoruz, bize çok gülüyor. O arkadaşlarıyla Vedado’ya gidiyormuş “hadi gelin size dondurma ısmarlayalım” diyor. Pınar   “Yok canım, siz öğrencisiniz biz size ısmarlayalım” diyor. Esin “Buranın en güzel dondurması Copalla’dadır” diyor.

Küba Devleti’nin öncelikleri halkına vermesi incitiyor bizi.

Coppelia3O anda kafamızın içinde bir geriye dönüş yaşıyoruz; birkaç gün önce Vedado’ya ilk geldiğimizde bir park görmüştük. Ortasında, etrafını sarıp sarmalayan uzun kuyrukların olduğu iki katlı, büfeye benzer bir yapı vardı. Yaklaştığımızda içeriden çıkan insanların elinde birer dondurma olduğunu gördük. Pınar “Bir dondurma için bu kadar sıra beklenmez” demişti. Meğer o meşhur Copella bizim gördüğümüz yermiş. Küba’da dondurma başka bir boyut almış, çok lezzetli, kocaman külahlarda çok ucuza alıp yiyorsunuz. Ama o meşhur dondurma parkındaki kuyruğa yalnızca Kübalılar girebiliyormuş, yabancılara satmıyorlarmış. Bizim ülkemizde olsa her şeyin en güzelini turistlere ayırıp, kendi halkımıza “sen idare et “deriz. Esin İspanyolcayı iyi konuştuğundan bir Kübalı gibi görünebildiğini söylüyor. Ama biz yine de o uzun kuyruğu beklemesini istemiyoruz. Vedado’da bir yerlerde oturup sohbet etmeyi tercih ediyoruz.

Resim Ekleme

Vedado, devrimden önce bürokratların zenginlerin, ya da Diktatör Batista döneminde burada sefa süren Amerikalıların yaşadığı seçkin bir semtmiş.   Eski Havana’ya göre oldukça farklı, burada İspanyolların Kolonyal döneme ait binalarından çok Devrim öncesi döneme ait binalar görüyoruz. Geniş avlulu iki katlı villalar, süslü bahçeler, sütunlu girişleri var ama hikâyeleri Rusların yaptığı yapılarda oturan Karslılar gibi. Binaları yapmışlar ama bir daha bakımını yapmamışlar.

Vedado’da hep birlikte bir yerde oturuyoruz. Burası biraz öğrenci mekanı gibi. Mert gruptakilere aklındaki tüm soruları soruyor, koyu bir sohbete dalıyoruz hep beraber. Artık burayla ilgili tüm bilgileri almıştık artık kimse bizi kandıramaz. Kitap meselesini de soruyoruz. Meğer bu ülkede ki en ucuz ve en kolay ulaşılabilen şey kitapmış. Kimsenin kitap defter gibi şeyler alamaması mümkün değilmiş. Ve burada öğrenciler sürekli tiyatro, sinema ve sanat faaliyetlerini izleyebiliyorlarmış. Esin her hafta mutlaka oyun izleyip sinemaya gittiklerini, çok güzel dans ve müzik gösterileri izlediklerini söylüyor. “Biz de izlesek” diyoruz hemen ama öncelik Kübalılara aitmiş. Yabancı öğrenciler de bu öncelikten faydalanabiliyorlar ama turistler için aynı şey geçerli değil. Biz izlemek istediğimizde çok büyük paralar ödememiz gerekiyor. Bu hevesten vaz geçiyoruz, zaten İspanyolca da bilmiyoruz diye kendimizi avutuyoruz. Küba Devleti’nin kendi halkını her şeyin üstünde görüp, öncelikleri halkına vermesi incitiyor bizi, kendi ülkemizdeki durumumuza inciniyoruz. Bizim halkımızda böyle kıymetli olmalı, her şeyden önce gelmeli.

Havana’daki en önemli meydanlardan biri de Devrim Meydanı. Burası da Vedado’da bulunuyor. Esin’den yol tarifi aldıktan sonra pergelleri açıyoruz yine.

denizcan  |  Cvp:
Cevap: 5
07.10.2015- 16:27

Kübalıların asıl kahramanı Jose Marti

Yolların ve kaldırımların genişliği, ağaçlandırması gerçekten harikulade. Refüjler ve kaldırımlar çok düzgün ağaçlandırılmış. Ağaçlar yolların genişliğine ihtişam katmış. Bu geniş bulvarlardan geçerek 1 Mayıs törenlerinin yapıldığı Devrim Meydanı’na geliyoruz. 1 Mayıs’ı burada kutlayacağız ya, önden gelip etüt yapıyoruz.

Resim Ekleme
Devrim Meydanı

Devrim meydanı, Havana’da gördüklerimizin en büyüğü. Aslında hayatımda gördüğüm meydanların en büyüğü burası. Etrafı yemyeşil kırlarla kaplı. Bizim hep saksılarda yetiştirdiğimiz, hep yeşil kalan bir Benjamin ağacının altına oturuyoruz. Ağacı tanımakta zorluk çekiyoruz, 20 metreye yakın boy, 70-80 cm gövde yapmış ve kırmızı küçük meyveleri var. Tropikal iklimi görünce saksıdan kurtulup dev bir ağaç oluvermiş. Birimiz orman mühendisi, birimiz ziraat mühendisi, aramızdaki tartışmaya Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğrenci olan Mert katılmıyor ama bitki örtüsü ve ekoloji konusunda hayatında alamayacağı kadar bilgi alıyor sayemizde.

Mert ülkedeki siyasal ve sosyolojik ortamı anlamaya çalışıp tartışırken, biz de ülkenin bitki örtüsü ve canlı hayatı konusunda yaptığımız tahlillerle müthiş bir beyin fırtınası yapıyoruz bir ay boyunca. Bir ülke her şeyiyle ancak böyle keşfedilir.

Meydanda dev bir anıt var. 142 metre uzunluğunda bir kule; Jose Marti anıtı, Önünde de bir Jose Marti heykeli var. Jose Marti,   hayatını Küba’nın bağımsızlık mücadelesine adamış Kübalı bir siyasetçi, bir devrimci, bir ozan, bir gazeteci, edebiyat profesörü ve elçi. 1853-1895 yılları arasında yaşamış. Bağımsızlık ve özgürlük uğruna İspanyollarla savaşırken hayatını kaybetmiş.   Kübalıların asıl kahramanı Jose Marti, Che Guavere ve Fidel Castro’dan daha çok seviliyor.

Resim Ekleme
Jose Marti Anıtı

Kulenin içerisinde bir asansör var, en tepe noktasına kadar çıkılabiliyor. Bu kulenin tepesinden neredeyse tüm Havana’yı görebiliyoruz. İndikten sonra ara sokaklardan Vedado’nun merkezine gitmeye çalışıyoruz ama resmen kayboluyoruz. İnanılması zor ama Çin mahallesine düşüyoruz. Çinlilerin gelip Küba’ya da yerleşmiş olmaları kimin aklına gelir. Oturdukları evler lojman tarzında, zamanında Ruslar yapmış. Şimdi ise bakımsızlıktan dökülüyor. Burası köy gibi bir yer ama Havana’nın tam ortasında bir yerdeyiz. Açıkçası biraz ürküyoruz da etraf ıssız ve ilk defa büyük köpekler görüyoruz.

Talihsizlik bu ya yağmur yağmaya başlıyor, halbuki yarım saat önce güneş her yeri kavuruyordu.   Yağmurun dineceğini düşünerek yanılıyoruz. Caddeye çıktığımızda kendimizi şiddetli bir yağmurun altında buluyoruz. Hemen bir benzin istasyonuna sığınıyoruz.

Buradaki benzin istasyonları bizimkilerden çok farklı, her türlü ihtiyacınızı alabileceğiniz küçük market görevini görüyorlar. Ayrıca fiyatları diğer yerlere göre çok daha uygun. İçecek ve yiyecek sattıkları için bunun önünde birkaç masa ve üstünde tentesi var. Yağmurun biraz sonra dinmesini beklemek için içecek bir şeyler alıp oturup bekliyoruz. Bu öyle bizim bildiğimiz yağmurlara benzemiyor, kovada dökülüyormuş gibi yağıyor. Hayatımda tropikal yağmur görmemiş biri olarak kayda alıyorum bu anı.

Yağmurlu mevsime geçiş döneminde olduğumuz için bu yağmurlara yakalanmamız doğal. Sanki gökyüzünden hortumlarla su sıkılıyordu yeryüzüne. Havanın sıcak olması ise başka bir sıkıntı, bu yağmur serinletmiyor hiçbir yeri.

Küba Devrimini yapmış bir Gerillayla geçirilecek bir günden daha önemli olabilir ki?

Mert yine ortadan kayboluyor. Kendine sohbet edecek birilerini arıyor olmalı derken arkada yaşlı bir amcayla koyu bir muhabbete daldığını görüyoruz. Yüz ifadesinden anlıyoruz ki çok keyifli bir sohbet yapıyor.

Kendisine bakındığımızı gören Mert heyecanla yanımıza geliyor; “arkadaşlar bir gerilla buldum”, şaşkınlıkla bakıyoruz, ne gerillası yahu 2000’li yılların Küba’sındayız. Tanıştığı amca Küba devrimi sırasında dağlarda savaşmış eski bir gerillaymış meğer. Biz de heyecanla koşarak yanına gidiyoruz. Amca bize Küba’nın meşhur birası Bucenaro’dan ısmarlıyor, inanamıyoruz. Küba’da bize bir şey ısmarlamak isteyen birisiyle ilk kez karşılaşıyoruz.

Yağmur sırasında benim asıl dikkatimi çeken her tarafı düzlük olan böyle bir yerde sular birikip göletler ve taşkınlar oluşmuyor Bizim memlekette bu yağmur 10 dakika yağsa şimdiye kadar balık adam kıyafetlerimizi giymiş olurduk.

Sohbet çok iyi gidiyor ama gözümüz kulağımız yağan yağmurda. Öyle şiddetli yağıyor ki tentenin bazı yerleri akıtmaya başladı. Benim asıl dikkatimi çeken her tarafı düzlük olan böyle bir yerde sular birikip göletler ve taşkınlar oluşmuyor. Bizim memlekette bu yağmur 10 dakika yağsa şimdiye kadar balık adam kıyafetlerimizi giymiş olurduk.

Eski Gerilla bize bu yağmurun dinmeyeceğini söylüyor. İtiraz ediyoruz, “olmaz” diyoruz, daha günün ortasındayız, gidecek çok yerimiz var. Eski Gerilla bizi evine davet ediyor, yakında arabası da varmış. Küba Devrimini yapmış bir Gerillayla geçirilecek bir günden daha önemli olabilir ki? Gözlerimiz parlıyor hemen atlıyoruz arabaya. Çok eski model kapıları bile zor kapanan bir arabaya biniyoruz. Yağmurdan önümüzü bile göremiyoruz. Kısa bir yolculuktan sonra eve geliyoruz. Üç katlı, bahçe içerisinde çok eski bakımsızlıktan dökülen bir ev.

Bahçesinde güzel bir verandası var, yağmur olanca coşkusuyla yağmaya devam ediyor ama hava sıcak olduğu için evin içinde oturmanın bir manası yoktu. Küba’daki her evde olduğu gibi burada da sallanan sandalyeler var. Mert o kadar heyecanlı ki bir an önce oturup sohbet etmek istiyor. Verandada oturup koyu bir sohbete dalıyoruz. Bu yaşadıklarımızı unutmamak için hepsini kayda alıyoruz. Aklımızdaki soruları soruyoruz, hep kitaplardan okuduğumuz şeyleri gerçek bir gerilladan dinliyoruz.

Bugün çok şanslıyız yada doğru yerde doğru zamandayız. Kendisi Lübnanlı bir anne ile Kübalı bir babanın çocuğu. Irak, Suriye, Lübnan ve Türkiye’de bulunmuş. Ve bizim Suriye politikalarımızı hiç beğenmediğini söylüyor. Eline silah almış ama insanları öldürmeyi doğru bulmadığını, kendilerine saldırıldığında, kendilerini korumak için silah kullanmak zorunda kaldığını söylüyor. Geleceğe dair umutları çok güçlü, zamanın sosyalizmin lehine işleyeceğini düşünüyor. Gezimiz boyunca da göreceğiz, Kübalılar naif insanlar, oldukça kibar, sıcakkanlı ve samimiler. İlk gün tam turizm bir tuzağına düşmüştük, Sultanahmet’in ortasına düşmüş şaşkın turistlerle aramızda hiçbir fark yoktu. Kübalıları tanımaya yeni yeni başlıyoruz.

denizcan  |  Cvp:
Cevap: 6
07.10.2015- 16:28

Tek başına dünyaya kafa tutmak öyle kolay bir iş değil

Sohbeti bitirdik ama yağmur hala yağıyor. Ev sahibimizin ise bizi hiçbir yere bırakmaya niyeti yok. Bize evini gezdirmeye başlıyor, alt katta kendisi kalıyor. Başka bir ülkede olsaydık “antikalarla döşenmiş bir ev” diyebilirdim ama burada her yer böyle. Eşyalar 50, 60’lı yıllardan kalma, o zamandan bu yana değiştirilmemiş. Küba’ya uygulanan ambargo hayatı çok fazla olumsuz etkiliyor. Böyle dediğimize bakmayın, içeride, çok güzel abajurlar, piyano ve duvarlarda harika tablolar var.

Genel olarak evlerde lüks tüketim malzemelerine rastlamasak da hepsinin duvarlarında tablolar ve birçok evde piyano var, kütüphane var. Bizim ülkemizde o piyanoyu tabloları satılır, yerine yumuşak koltuklar veya klima alınır.

Bize mohito içip içmediğimizi soruyor. Biz içtiğimizi söylesek de “size turist işi, çakma mohito vermişlerdir, ben size gerçek bir mohito yapacağım” diyor. Misafirperverlik harika. Bu sayede Mohitonun nasıl yapıldığını da öğreniyoruz.

Bize evine gelen ziyaretçilerle ilgili hatıralarını gösteriyor. Hepsi bir şeyler yazıp bırakmış, eski aile fotoğraflarını, devrim öncesi kimlik ve pasaportlarını gösteriyor. Hepsi özenle saklanmış.

Geleceğe dair umutları çok güçlü, zamanın sosyalizmin lehine işleyeceğini düşünüyor.


Sonra evinin üst katlarını gezmeye çıkıyoruz. Buraları turistlere kiralıyormuş. Onların girişleri evin dışında farklı bir yerden. İlk kat orta derecede mütevazi döşenmiş iki odadan oluşuyor. Üst kat ise çok güzel döşenmiş, lüks bir otel süiti gibi. Duvarlarda çok zevkli tablolar var, bir sanat galerisi gezmenin keyfindeyiz.

Artık hava kararıyor ve yağmur tamamen dinmese de biraz hafifliyor. Evimiz buraya çok uzak, “taksiye binip gidelim” diyoruz. Bize burada turistleri kazıklamaya çalışan art niyetli insanların olduğunu, onlardan kendilerinin de çok rahatsız olduğunu söylüyor. Bu yüzden kendisi bir taksi çağırıyor ve taksi şoförüne bir şeyler söylüyor bizim için. Kırk yıllık dostumuzdan ayrılır gibi ayrılıyoruz, sarılıyoruz uzun uzun.

Galiba Küba’nın gerçek yüzünü yeni görmeye başlıyoruz. Sokakların arasına dalıp insanları tanıdıkça bu ülkeye olan ilginin boşuna olmadığını anlıyoruz. Tek başına dünyaya kafa tutmak öyle kolay bir iş değil, hele de arkanda halkın yoksa. Küba’da halkın büyük baskılar altında tutulduğunu söylüyorlar ya, biz de merak ediyoruz bunu. Burada geçireceğimiz günler, tüm bunları öğrenmek için büyük bir fırsat bizim için.

Taksiden Malecon‘da daha öncede yemek yediğimiz bir restoranın önünde iniyoruz. Burası daha önce yemek yediğimiz bir yer, hem de evimize çok yakın ve okyanus manzaralı çok şık bir restoran. Pınar ve ben her zaman ki gibi masaya oturur oturmaz vejetaryen olduğumuzu, bize et ve et ürünleri olan yemek vermemelerini söylüyoruz. Menüden bir önceki akşam yediğimiz siyah fasulyeyi ve pilavı işaret ediyoruz. Garson “ama bu fasulye domuz yağıyla yapılıyor” dediğinde, her önüne geleni yiyen Mert bize gülmeye başlıyor, bizse birbirimizi suçluyoruz; ama ben sana demiştim bunun tadında bir gariplik var çok ağır kokuyor…

Yol gidene yakışır!


Bu akşam Havana’daki son akşamımız, eve gidip eşyalarımızı toplamadan önce gece sokakları turlamaya karar veriyoruz. Havana’nın en turistik caddesi Obispo caddesini turlarken, caddenin sonundaki meydanda bir hareketlilik görüyoruz. Meydanın başında bir tiyatro binası var, kapıları açık önünde bir grup gösteri yapmaya hazırlanıyor gibi görünüyor. Yaklaştığımızda bize festival olduğunu söylüyorlar biz hemen bizi kandıramazsınız diyecekken afişleri görüyoruz. Gerçekten dans tiyatrosu festivali var ama yarın akşam başlıyormuş. Oysaki biz sabah erkenden Vinales’e gideceğiz.

Tiyatronun görevlisi 3 gün sürecek çok güzel bir festival olacağını, planlarımızı erteleyebileceksek kalmamızı söylüyor, hem de herkese bedavaymış. Ama Havana’da planlarımızdan çok kalmıştık zaten. Biz de provaları izlemekle yetiniyoruz. Dansçılar önce ısınma egzersizleri yapıyorlar, ışıklar ayarlanıyor, meydandaki yerlerini ayarlıyorlar. Gideceğimiz yerlerde de mutlaka böyle gösterilerle karşılaşacağımızı ümit ederek evimize doğru gidiyoruz. Yarın erkenden Vinales’e gideceğiz, gidip eşyalarımızı toplamamız gerek.

Küba’nın bize göstereceği daha çok sürpriz var, Havana turizmin çok yoğun olduğu bir şehir, ister istemez dünyanın diğer şehirlerine benzemeye başlamış. Yarın Küba’nın kırlarına, köylerine, diğer şehirlerine doğru yola çıkacağız. Küba’nın gerçek yüzü bizi yollarının sonunda bekliyor olabilir. Yol gidene yakışır diyerek, topluyoruz valizlerimizi

erkan  |  Cvp:
Cevap: 7
07.10.2015- 17:01

çok güzel paylaşım olmuş denizcan dost eline yüreğine sağlık.

munzur  |  Cvp:
Cevap: 8
07.10.2015- 20:52

İlerde tatil için yurt dışına çıkmak istersem ilk gideceğim yer Küba olacak. Küba sokaklarında özgürce puro içmek ve dans etmek, özgürlüğü sonuna kadar yaşamak hayalim. Türkiye'de bunu ne zaman gerçekleştirebilirim bilmiyorum ancak Küba'da gerçekleştireceğimi biliyorum:)

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]