Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

Doğan Ergün


12 Eylül 2010 referandumu ve 2011 seçimleri ile tescillenen Türkiye’deki dönüşüm biz devrimcileri daha fazla tartışmaya zorluyor. Sıkışıyoruz, zorlanıyoruz ve her sıkışma ve zorlanma dönemi için geçerli olduğu gibi bu dönem de bizim daha fazla üretmemizi, yazmamızı ve okumamızı şart koşuyor.

Yoldaşım Erkin Özalp’in Yordam Kitap’tan çıkan “Teorisyeniniz Devrimciydi – 21. Yüzyılda Marksizm ve Sosyalizm” adlı kitabını işte bu dönemin özgün üretimlerinden biri olarak görüyorum ve çok önemsiyorum. İyi ki bu ülkede üretken devrimciler var, iyi ki tartışıyoruz ve inanıyorum ki bu dönemden gelişerek ilerleyerek çıkacağız.

Okuyacağınız yazı Erkin Özalp’in kitabına ilişkin bir eleştiri niteliği taşıyor. Özalp’in oldukça sade ve anlaşılır dili, kitabı kaleme almasını doğuran kaygıları, kitabın önemli bir kısmını oluşturan Marksizm’e ilişkin temel teşkil eden ve eğitim materyali görevi de üstlenen bölümleri benim için oldukça değerli. Öte yandan Özalp’in kitabında eksik ve yanlış gördüğüm bir dizi başlığı yazıda tartışmaya çalışacağım. Bu eleştirinin sağlıklı bir tartışmaya vesile olmasını dilerim.

Kitabın ilham kaynakları, iddiaları

Her kitabın, bir tezi, bir derdi vardır. Derdi, ilham kaynakları, başvurdukları… Bu kitabın da derdinin ne olduğunu anlamak gerekiyor. İsterseniz hem doğrudan Özalp’in yazdıklarından hem de kitabın bize dolaylı olarak anlattıklarından yola çıkarak “Teorisyeniniz Devrimciydi”nin derdini, ilham kaynaklarını ve başvurduklarını anlayalım.

Arka kapak yazısı ve Özalp’in sunuş yazısı bu açıdan yeterince malzeme sunuyor. İşte arka kapak yazısının ilk cümleleri: “Dünya kapitalizmi bir kez daha, yıkıcı toplumsal sonuçlar doğuran bir bunalım döneminden geçerken, sosyal adaletsizliklere tepki gösterenlerin sesleri de giderek yükseliyor. 2011 yılında, pek çok ülkede yüz binlerin katıldığı mitingler düzenlenirken, emperyalist sistemin merkezi olan ABD’de bile, ‘dünya devrimi’ sloganını kullanan ‘Wall Street’i İşgal Et’ hareketi ortaya çıktı.”   Yani kitabımız, oldukça anlaşılır sebeplerle, dünya kapitalist sisteminin yaşadığı krizden yola çıkıyor. Her kriz döneminde olduğu gibi bu dönemde de dünyanın farklı noktalarında farklı toplumsal hareketlerin ortaya çıktığını biliyoruz. Bu hareketlerin bazıları kapitalizm açısından oldukça ciddi bir sorun teşkil ederken, sosyalizmin toplumsal gücünün zayıf olduğu kimi coğrafyalarda ortaya çıkan hareketler ise ihtiyatla yaklaşılması gereken birer deneyim olarak karşımıza çıkıyor. Kitap bize daha ilk merhabalaşmamızda “dünya devrimi” sloganını kullanan Wall Street eylemlerini işaret ediyor. Pek çok ülkede yüzbinlerin katıldığı mitingler derken de, sonradan kitabın içine daldığımızda anlıyoruz ki, esas olarak Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki toplumsal hareketler kast ediliyor…

Buraya dönmek üzere, kitabın temel ilham kaynaklarını anlayabilmek için yazarın sunuş yazısından devam edelim ve şu satırları da not edelim: “(…) bir yandan insanlığın elindeki bilimsel ve teknolojik birikimin barındırdığı olanaklar, diğer yandan da Internet sayesinde insanların birbirleriyle ve insanlığın bilgi birikimiyle kurdukları ilişkilerin değişmeye başlaması, yeni bir aydınlanma çağının haberciliğini yapan hareketlerin ortaya çıkmasını sağlıyor. Örneğin paylaşımcılık ve gönüllülük temelinde gerçekleştirilen ortak üretim faaliyetleri, bireyler arasındaki rekabete dayalı üretim tarzının alternatifsiz olmadığını gösteriyor.” (1)

İlk iki ilham kaynağını tespit ettik: Wall Street eylemleri ve Internet…

Üçüncüsü nedir derseniz, kitabın 2011 sonunda yazıldığı, 2011 yazının bir seçim dönemi olduğu, seçim sonuçlarının sol açısından ciddi bir tartışmayı beraberinde getirdiğini ve Özalp’in de kitabının “Sol ve İktidar Mücadelesi” başlığını verdiği bölümünde esas olarak bu meseleleri işlediğini hatırlatalım. Özalp’in bu tartışmadan ilham alması oldukça anlaşılır. Bakın bu bahiste Özalp ne diyor: “Türkiye solu, uzunca bir süredir, ‘ihmal edilebilir’ bir siyasal güç olmanın ötesine gidemiyor.”   (Bu cümle, solun 1994 yılından bu yana aldığı seçim sonuçlarını içeren bir tablonun yer aldığı bir dipnota gönderme yapıyor) (s. 164) Birkaç sayfa sonra ise şunları okuyoruz: “Daha açığı, Türkiye’de, bugünkü koşullar altında solun güç kazanmasının yolu, işçi sınıfının bağımsız çıkarlarının savunuculuğunu yaparak, seçimlerde somut başarılar elde etmesinden geçiyor.” (s. 173)

Üçüncü halkayı da tamamlamış olduk… Demek ki Özalp bize, kapitalizmin sorgulandığı bir ekonomik kriz döneminde dünyadaki toplumsal dinamikleri, bu dinamiklerin kendilerini ifade edişlerindeki özgünlüğü gösteriyor. Sonra… Özalp, 21. yüzyılda Marksizm ve sosyalizm derken; en çok teknolojinin geldiği noktada internet kullanımı, özgür yazılım, bilgi paylaşımı ve raporlama gibi alanlarda ortaya çıkan yeni olanaklar üzerine düşünmemizi istiyor. Nihayet, Türkiye’de bugün ne yapmalı sorusuna da yazarımız, yerel ve genel seçimlerde alınacak bir başarıya odaklanılması gerektiği şeklinde bir cevap veriyor.

Bunların ötesinde kitapta ne var diye soracak okura, kitabın ilk bölümlerinin bir eğitim materyali olarak görülebileceğini söyleyebiliriz. Ancak bu eğitim materyalinin ne içerip ne içermediği konusuna da ayrıca değineceğiz.

“İşgalcilik” üzerine

Gelelim kitabın üç temel halkasına…

Bir devrimcinin toplumsal dinamikleri takip etmesi, bu dinamiklerin devrim mücadelesindeki yerlerinin ne olacağını anlamaya çalışması elbette kaçınılmaz. Dahası bu takip, tek başına kaldığında bir analitik değerden ötesini ifade etmeyecektir. Öyleyse bir devrimci için döneminin dinamikleri takip edilmesi ve muhakkak müdahale edilmesi gereken gelişmelerdir. Özalp de böyle söylüyor. Özalp kitapta özel bir değer atfedilmiş olan Wall Street işgal eylemlerinin hem “işgalci” özüne kendi başına bir değer atfediyor, hem de hareketin müdahaleye açık, geliştirilmesi gereken ve bir doğrultuya muhtaç olduğunu anlatıyor. Erkin Özalp Wall Street eylemlerinin, küreselleşme karşıtı eylemlerden farklı olarak kapitalizmin kendisini hedef aldığını, büyük şirketlerin iktisadi ve siyasi güçlerinin sınırlandırılmasını talep ettiklerini söylüyor. Özalp’e göre “işgal” hareketinin en önemli biçimsel özelliklerinden biri, hiyerarşik bir yapılanmadan yoksun olması. Karar alma süreçlerinde eşit hakları sahip katılımcılar var ve doğal olarak merkeziyetçilik de söz konusu değil. Dileyen herkes dilediği yerellikte bir işgal hareketi oluşturabiliyor. Burada biraz duralım… Dileyen herkesin istediği yeri işgal edebiliyor olmasının ve bu hareket biçiminin merkeziyetçi – hiyerarşik bir karakterinin olmaması niye bu kadar önemlidir? Bir toplumsal harekette “hiyerarşi” kavramının nasıl bir işlevi / yeri vardır?

Bir toplumsal hareketlilikten bahsederken hiyerarşi kavramını birkaç anlamda kullanabiliriz. Bir tanesi talepler – hedefler listesindeki hiyerarşi olabilir. Örneğin, büyük şirketlerin iktisadi ve siyasi güçlerinin sınırlandırılması talebi ile büyük şirketlerin (tekelci kapitalizmin) egemenliğinin yok edilmesi hedefi arasında bir hiyerarşiden bahsedebiliriz.   Söz konusu toplumsal hareketin, eylemin, bu hedef ve talepler arasında bir hiyerarşiyi anlık olarak içermediğini söylemek mümkün olabilir ancak bu durum bir güzellemeyi hak edebilir mi? Sanmıyorum… Bu, olsa olsa bu tür bir hiyerarşiyi yaratmak için mücadele edilmesi gerektiğini gösterir. Bu hiyerarşi yoksa sevinemeyiz, onu yaratmaya çalışmak gerekir. Öte yandan, bu tür bir çabada karşılaşılacak ilk zorluk, örneğimizden devam edersek,   büyük şirketlerin (tekelci kapitalizmin) egemenliğinin yok edilmesi hedefi tepede dururken, diğer talepler için güncel olarak nasıl mücadele edileceğidir. İşte devrimcilik, devrimci siyaset, devrimci müdahale tam bu noktada devreye girer. İşçi sınıfının tarihsel çıkarları ile güncel talepler arasındaki açıya yerleşecek olan da bunlardır. Öncülük olarak kavramlaştırabileceğimiz bu müdahale de hiyerarşi meselesine yeni bir boyut kazandırır. Hareketin tüm unsurlarının göremeyeceği, göremeyeceği için de geleceğe uzanamayacağı bir tarihselliği gören birileri olur ve onlar sürece öncülük ederler. İşte size ikinci hiyerarşi… Bu tür bir hiyerarşi de olmayabilir ama buna da sevinilmez, bunun yaratılması için uğraşılır. Hareketin öne çıkan unsurlarının tarihsel bir kavrayışa ulaşabilmesi bu uğraşın temel halkalarından birisidir.

Bu noktada genişçe bir parantez açalım. Bence Özalp’in kitabı en ciddi sorunu Leninizm konusunda yaşıyor. Leninizm içermeyen bir devrimcilik… Erkin Özalp “örgüt” meselesine kitapta yalnızca şu satırlarla değiniyor: “(…) düzen değişikliği isteyen bir örgüt, “saadet zinciri” modeliyle başarıya ulaşamaz. Asıl olarak dolandırıcılar tarafından kullanılan bu modelin siyasal örgütlenmeye uyarlanmış biçimi şöyle: Her bir örgüt üyesi şu kadar sayıda kişiyi örgütlese, ve sonrasında, örgütlenmiş olan kişiler de aynı sayıda kişiyi örgütlese… Gerçekten de muhteşem olurdu!.. (…) ‘Saadet zinciri’ modeli, üye sayılarını yüzler ya da binler düzeyine ulaştırmaya çalışan küçük örgütler açısından işe yarar (hatta vazgeçilmez) olsa bile, toplumsal bir dönüşüm için kullanılamaz.” (s. 27 – 28) Bu satırlarda bir sorun var mı? Eğer “örgüt”, bir tür Marksist eğitim kitabı olarak da kullanılması beklenen kitapta yalnızca bu haliyle ele alınıyorsa, evet var! Halkalar halinde örgütlenen, büyüyen, kendi içinde merkeziyetçi bir yapıya sahip olan ve işçi sınıfı hareketliliğine önderlik etmek amacıyla inşa edilen “örgüt” ile ilgili tek kelime etmeyip, örgütle saadet zinciri diyerek alay etmek olmaz… Ya da şöyle diyelim, saadet zinciri değil, ama nasıl bir örgüt?.. Sınıfın tarihsel çıkarları ile gündelik mücadeleler arasındaki açıya kim, nasıl müdahale edecek? Sınıfın güncel geri pozisyonu ile sosyalizmin tarihsel ileriliği arasındaki açı nasıl kapanacak?

Leninizm sorunu derken, kitaptan birkaç örnek daha verelim: “İnsanların kendi kendilerini yönetmelerini mi sağlayacağız, yoksa kendi ürettiğimiz bazı ilkelerin hayata geçirilmesini bu temel hedefin önüne mi koyacağız? İnsanların kendi kaderlerini özgürce belirlemelerini mi sağlayacağız, yoksa onları bugünün koşulları altında belirlenmiş olduğumuz bir gelecek tasarımının sınırlarına hapsetmeye mi çalışacağız?” (s. 145) “Marx işçi sınıfı hareketinin önüne masa başında tarif edilmiş talepleri koymaya çalışmak yerine, bu hareketin kendi ürünü olan talepleri temel almak gerektiğini savunuyordu. Kuşkusuz, bunları, işçi sınıfının siyasal iktidarı için yürütülen mücadelenin birer unsuru haline getirmek koşuluyla…” (s. 149 – 150) Erkin Özalp’in kitabının tamamına sinmiş bir sorunla karşı karşıyayız. Özalp, hareketin kendi ürünü olan taleplerin önemi üzerinde duruyor. Öyleyse soralım: İnsanın kaderini kendi eline alması hedefi neden masa başında yapılmış bir çalışmaya ihtiyaç duymaz? Örneğin Marx ve Engels’in Mart 1848’de “Almanya’da Komünist Parti’nin Talepleri” başlıklı metinlerinde ortaya koydukları talepler bir masa başı çalışmasını içermiyor muydu? Lenin’in Ekim Devrimi’ne giderken belirlediği taleplerde temel kıstası, halkın kendi üretimi olup olmaması mıydı, yoksa Çarlık Rusyası’nın ve 1917 başında kurulan demokratik hükümetin emekçi Rus halkına veremeyeceklerini ortaya koymak düşüncesi mi? Sistem için kriz yaratacak gündemlerin tespit edilmesi ve buna uygun taleplerin inşası neden küçümsenecek şeyler olsun? Dahası, bu satırlarda öncülük eksik değil mi? İnsanların kendi kaderlerini özgürce belirlemelerini sağlamakla, “kendi ürettiğimiz” bazı ilkelerin hayata geçirilmesi hedeflerini karşı karşıya koyan Özalp, egemen ideolojinin egemen sınıfın ideolojisi olduğu gerçeğini nereye koyuyor? Öncülük ve örgüt işte asıl burada lazım… Sömürü koşullarında, insanların kendi özgür kaderlerini belirleyebilmeleri için devrimci irade ve aklın devreye girmesi gerekiyor. Çünkü kapitalizm koşullarında devrim mücadelesi vermekle, sosyalizm koşullarında devrimi muhafaza etmek, hatta dünya devrimi limanına yelken açmak arasında küçük diyemeyeceğimiz kimi farklar bulunuyor. Çünkü kapitalizm şartlarında, toplumsal hareketlerin kendi belirledikleri talepler de sistemin dışına çıkmak konusunda ciddi sorunlar yaşıyor. Egemen sınıfın ideolojisinin egemen ideoloji olması talepler listesini de belirliyor…

Türkiye’den bir örnek verelim: ataması yapılmayan öğretmenler. Bilindiği gibi, ülkemizde yüzbinlerce öğretmen adayı, atamalarının yapılmasını bekliyor. Ancak Türkiye’de, neo-liberal politikaların bir sonucu olarak, kadrolu öğretmen oranında son on yılda çok ciddi bir düşüş yaşandı. Eğitim fakültesinden mezun olan öğretmen adayları kendilerini, kadrolu çalışma hakkının ellerinden alındığı, sözleşmeli ve ders başına ücretli çalışmanın yaygınlaştığı bir ortamda buluyorlar. Öte yandan, devlette çalışma imkânı bulamayan on binler, dershanelerde ve özel okullarda birkaç yıl herhangi bir ücret de almadan, yoğun sömürü koşulları altında çalışmak zorunda bırakılıyorlar. Eğitim fakültelerinin gerici kadrolarla doldurulması, eğitim müfredatının adım adım gericileştirilmesi, eğitimin her aşamada giderek paralı hale getirilmesi gibi eğitim alanına ilişkin bir dizi sorun da var… Peki, bu koşullarda devrimcilerin ne yapması gerekiyor? Özalp’in yazdıklarından anladığımız, bir devrimci bu ortama baktığında hareketin kendi talebi olan atamaların yapılması için mücadele edecek. Güzel… Sonra? Eğitimde yaşanan, yukarıda küçük bir kısmını özetlediğimiz bir dizi sorun ve bunları üst belirleyen sistem sorunları, iktidarın politik-ideolojik yönelimleri bildiğimiz kadarıyla ataması yapılmayan öğretmenler hareketi tarafından da pek gündeme alınmıyor.

Biz de masa başı çalışmayla bunları gündeme taşımayacaksak, bunlarla kim ilgilenecek? Zaten Özalp’in Türkiye’de solun ortaya koyması gereken acil talepler listesinde gericilikle mücadele (sanırız masa başı çalışma eleştirisinin kaynağında yer alan başlıklardan birisi bu gericilikle mücadele başlığı) olmadığı için gündemimizden tamamen düşürmemiz gerekiyor.

İster kapitalizm şartlarında olsun, isterse sosyalist iktidarımızda, öncülük ve öncü örgüt her zaman önemlidir ve önemli olacaktır. Talepleri tarihselliği göz önüne alabilecek özneler olmadan belirlemek büyük bir hüsran yaşamaya mahkûmdur.

Parantezi kapatıp, “işgal” eylemleri ile ilgili iki ek daha yapalım.

Tarihin belli bir anında, egemen sınıfın spesifik bir hamlesine karşı bir tepkiyi ortaya koymak ve emekçi sınıflar adına belli kazanımlar elde etmek üzere bir işgal eylemi örgütlenebilir. Bu tür eylemlerin dünya devrim mücadelesi tarihinde de, ülkemizde de örnekleri mevcuttur: Yunanistan’da Politeknik işgali, ülkemizde Beyazıt işgali, TEKEL işçilerinin Sakarya Caddesi’ni işgali vb… Burjuvazinin bir saldırısına karşı hedefi belli işgaller meşru olmanın ötesinde sınıf hareketine güç de kazandırabilirler.

Sorumuz şu: “işgalcilik” modelleştirilebilir mi? Dahası, “Wall Street’i işgal” eylemleri modelleştirilebilir mi? Özalp bunun mümkün ve ilerletici olduğunu söylüyor: “(…) Dileyen herkes dilediği yerellikte bir ‘işgal’ hareketi oluşturabiliyor ve bu hareket, kendi katılımcılarının karaları doğrultusunda faaliyet yürütüyor.” “Kesin olan şu ki, Marksistlerin de içinde yer alması, gelişimine katkıda bulunması, mücadele dersleri çıkarması gereken bir hareketle karşı karşıyayız.”   (s. 140) “(…) şimdilik ülkemizden pek fazla işgalci çıkmamış oldu. Türkiye solu açısından bakıldığında, bu eksikliğin sevindirici olduğu kanısında değilim.”(s. 142)

Kitabın ilgili bölümünü buraya aynen aktaramayacağımız için, Özalp’in işgal hareketinin yaygınlaşmasını, kapitalizmi sorgulayan ancak bir iktidar alternatifi yaratmak gibi bir iddiası olmayan bu harekette sosyalistlerin müdahale etmesini, somut talepler listesi oluşturmasını savunduğunu söyleyip geçelim.

Yani sosyalistler, örneğin büyük tekellerin çok fazla kar elde ettikleri ve böylelikle siyasi ve toplumsal yaşamı etkilediklerini dile getirerek, örneğin İstanbul finans merkezlerinin çevresindeki belli parkların işgal edilmesine ön ayak olsunlar. Her tür eşitsizlik ve ayrımcılığın yasaklanması, işsizliğin yasaklanması, miras bırakma hakkının sınırlandırılması, özelleştirilen işletmelerin ve finans işletmelerinin kamulaştırılması, AB ile ilişkilerin durdurulup IMF, NATO gibi emperyalist şirketlerden çıkılması ve her türlü örgütlenme hakkının verilmesi yönündeki taleplerimizi dile getirelim (2). Öğrenciler ve işsizler (mecburen) bu işgal hareketin ana unsurlarını oluştursunlar. Erkin Özalp’in kitabın tamamında sık sık dile getirildiği haliyle, iyi bir yönetim biçimi olarak sosyalizmin Türkiye’nin daha iyi yönetilmesini sağlayacağını dile getirelim. Çarpıcı sloganlar bulalım. Sonra?.. Sosyalistler ve işsizler ve öğrenciler için hayat orada devam etsin… Hatta yine Özalp’in, kitabın tamamına yedirdiği haliyle, bu işgalciler paylaşım, dayanışma ve ortak üretim örneklerini buralarda sergilesinler ki geniş halk kesimleri bu değerlerin nasıl da bu sistem içinde dahi sergileneceğini somut olarak görsünler. İnsan aklını geliştirici bilgisayar oyunlarını hep birlikte oynayalım. Wikipedia’ya hep birlikte yeni entry’ler girelim. Kendimize, güzel ve bütün maharetlerimizi sergileyebileceğimiz alanlar yaratalım…

İşte size 21. yüzyılda sosyalist, Marksist ve devrimci olmanın reçetesi… Güncel dinamiklerden, düzenin yaşadığı/yaşayabileceği krizlerden, sınıfın örgütlenmesi perspektifinden yoksun bir devrimci reçete!..

Bu tür devrimciliğin nasıl bir yaratıcılık, yakıcı siyasi gelişmelere nasıl bir müdahale, nasıl bir somutluk, hareketin devamına ve sonuçlarına ilişkin nasıl bir beklenti, nasıl bir sınıfsal örgütlenme öngörüsü barındırdığını anlamakta güçlük çekiyorum.

İşgalcilik ile ilgili anlayamadığım bir başka nokta, Wall Street eylemleri ile Arap Baharı’nın, Arap Baharı ile Yunanistan’da sınıf öncülüğünde gerçekleştirilen devrimci kalkışmanın nasıl aynı potada eritilebildiği?

Kitapta, Yunanistan’daki kalkışmadan tek bir cümle içerisinde bahsedildiğini de söyleyelim. “Arap Baharı” diye adlandırılan hareketler ise bakın kendisine nasıl yer bulmuş: “’Arap Baharı’ başlığının altında sokulan toplumsal hareketler, gerçekte çok farklı, toplumsal ve uluslararası dinamiklerin birer ürünü. Bunları tek bir hareket gibi ele almak, yanlış sonuçların çıkarılmasına yol açacaktır. Libya’da Kaddafi’nin devrilip katledilmesinde, emperyalist ülkelerin bu ülkeyi sömürgeleştirmeye yönelik askeri müdahalelerinin, diktatörlük karşıtı toplumsal dinamiklerden daha önemli bir rol oynadığı açık. Ama bu örnekten hareketle Tunus’ta ve Mısır’da olan biten her şeyin emperyalizmin bir komplosu olarak değerlendirilmesi, bu ülkelerde diktatörlere, yoksulluğa ve yolsuzluğa isyan etmiş olan toplum kesimlerinin mücadelesine ciddi şekilde haksızlık etmek anlamına gelecektir.” (s. 139)

Sonuçları itibariyle, içinden geçtiğimiz birkaç on yılın belki de en ciddi emperyalist müdahalesi olarak görülebilecek Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki gelişmeler emperyalizmin komplosu olarak bakmayalım. Güzel…

Kimsenin komplo olarak baktığını düşünmüyorum. Olayların fitilini ateşleyen Tunuslu işsiz öğretmen kendini yakarken elbette bir komplonun parçası değildi. Ancak emperyalist müdahalelerin tamamen suni gündemler üzerinden gerçekleştiğini kim söyledi? 19. yüzyıl başlarından itibaren Birleşik Krallık öncülüğünde emperyalizmin Arap ülkelerine müdahalesi bu ülkelerdeki gerçek toplumsal rahatsızlıklara temas etmiyor muydu? Daha 1798’de Fransızlar tarafından Mısır’da dağıtılan bildiriye bir bakalım: “Yüzyıllar boyunca bu köle takımı dünyanın en güzel ülkesine eziyet etti. Ama Allah, göklerin hâkimi, onların saltanatının sona ermesini istedi. Mısır halkı! Size buraya dininizi yok etmeye geldiğimi söyleyecekler; onlara inanmayınız: Haklarınızı geri vermeye, zorbaları cezalandırmaya geldiğimi ve Tanrıya, onun peygamberine ve Kuran’a Memluklerin gösterdiğinden daha fazla saygı gösterdiğimi söyleyiniz. Onlara ayrıca, akıl, yetenek ve erdem hazretleri dışında bütün insanların Tanrı önünde eşit olduğunu söyleyiniz. Peki, hangi akıl, yetenek ve erdem Memlukleri diğerlerinden ayırır onlar hayatın bütün zevk ve nimetlerini haksızca ele geçirmişken. Güzel bir arazi varsa, Memluklere aittir. Güzel bir köle kız, yakışıklı bir küheylan ya da iyi bir ev varsa, hepsi Memluklere aittir. Ama Allah insanlara karşı esirgeyen ve bağışlayandır ve onun inayetiyle Mısırlılar onların yerlerini almaya çağrılmaktadır.” (3)

1798’de Mısır’da yolsuzluk ve yoksulluk ve de diktatörlüğe karşı halkın bir öfkesi vardı. Bugün de var… Elbette bu öfkenin toplumsal dinamikleri etkilemesinden, halkın ayağa kalkmasından memnun oluruz. Ama sonuç?..

Öncülüğün ve örgütlülüğün olmadığı dinamikler kaybetmeye mahkûmdur. Buradan, “böylesi eksiklerin olduğu yerlerde herhangi bir halk ayaklanması olmasın” sonucu çıkmaz ama buradan, “yeni bir dönemin habercileri” başlığının altına malzeme de çıkmaz. Buradan çıksa çıksa, “devrimcilere görevler” çıkar, “sağlıklı ve geliştirici analizler yapma ihtiyacı” çıkar, “hangi eksikler ya da hangi yönlendirmeler oldu da emperyalizm istediği gibi at koşturabildi” sorularına cevap verme gerekliliği çıkar.

Özgür yazılım, internet, aydınlanma çağının habercileri…

Fazla uzattığımız “işgalciler” bölümünü burada bitirelim ve Internet meselesine bir geçiş yapalım.

“Özgür yazılım komünist işidir” sözüne aynen katılıyorum, “demiryolu komünist işidir” sözüne katıldığım gibi… 1825 yılında İngiltere’de kullanılmaya başlanan buhar enerjisiyle çalışan lokomotiflerin çektiği vagonlar ve demiryollarının hayatımıza girişi ulaştırma, haberleşme, taşımacılık, kent mimarisi gibi alanlarda yaşanacak radikal bir dönüşüme öncülük etmişti. Yine özellikle demiryollarının gelişimiyle birlikte ilerleyen “toplu taşımacılık” kavramı emekçi sınıflar için büyük bir değere sahip. Kentlerin ve ulaşımın planlanması söz konusu olduğunda sosyalist toplum için demiryolları önem taşıyor. Sosyalist ülkelerde demiryollarının nasıl kullanılabileceğine ilişkin yaratılmış ileri örnekler bu nedenle ilgiyi hak ediyor. Planlama ve merkezileşme gibi geçtiğimiz yüzyılın başında sosyalizm için en önemli sorunlara verilebilecek cevaplar açısından demiryolları çok önemli bir araç işlevi gördü. Teknolojik ilerlemelerin, eşitlikçi bir toplumda tüm insanlığın gelişimi için nasıl kullanılabileceğine dair örnekler sundu sosyalizm.

Bu açıdan bakıldığında, bugün özgür yazılım ve Internet gibi alanlarda yaşanan gelişmeler gerçekten de gelecekte eşitlik ve özgürlük temelinde kuracağımız bir toplumda neleri başarabileceğimizi görmek ve göstermek adına heyecan veriyor.

Bu nedenle, özellikle özgür yazılım ile ilgili değerlendirme yaparken dikkatli olmak gerekiyor. Ancak burada, daha önceki “işgalcilik” ve ileride ele alacağımız “belediyecilik” konularıyla ilgili eleştirimizin ortak noktalarından birini dile getirmek gerekiyor. Kapitalizm içerisinde özgür ve toplumsal dayanışmayı geliştirdiğimiz alanlar yaratma hedefimiz olabilir. Ancak bu hedefi 21. yüzyıl sosyalizminin alamet-i farikalarından biri olarak ortaya koymak oldukça sorunlu. Erkin Özalp’in kitabında iktidar hedefine sahip olmanın öneminden bahsediliyor. Ancak kitapta öne çıkartılan mücadele pratiklerinin neredeyse tamamı, “özgür”, halkın kendi kendisini yönetebileceği ve toplumsal dayanışma örneklerinin sergileneceği alanlar yaratmaya daraltılmış durumda. İktidar mücadelesinin birer aracı, propagandif gücü olarak kullanılması gereken unsurlar, mücadelenin asli ve neredeyse tek konusu haline getirilmiş… Erkin Özalp kitabında da, sol haber portalında kendisiyle kitabına ilişkin yapılan mülakatta da özgür yazılımın nihai sonuçlarına ancak sosyalizmde ulaşılabileceğini söylüyor. Ancak kitabın özgür yazılım ve Internet konularındaki yoğunluğu ve röportajdaki şu cümle, devrimci mücadelenin eksenini belirlemek açısından oldukça kafa karıştırıcı: “İnternet’in sağladığı şey, insanlar arasında, paylaşımcılığa ve ortak üretime dayalı farklı toplumsal ilişkilerin kurulması olanağı.”(4)

Hedefimiz ne olacak? Mücadelenin odağına yerleştirilecek iş ne olacak? Bu düzende farklı toplumsal ilişkiler ağının kurulabileceğini göstermek mi? Özalp’in isteğinin bu olmadığını varsaysak da, kitap dönüp dolaşıp bu soru etrafında duruyor ve bu soru sosyalizm mücadelesinde on yıllardır merkezi iktidar hedefini örten bir içerikle dolduruluyor. Bir eğitim materyali olma özelliği de taşıyan Özalp’i kitabındaki bu türden vurguların yoğunluğu, mantıksal sonuçları itibariyle bizi kapitalizm koşullarında sosyalist işletme alternatiflerinin sosyalizme ilişkin güzel örnekler oluşturabileceği yanılsamasına kadar götürebilir.

Öte yandan meselenin, internet kullanımının insanlar arasındaki doğrudan fiziki ilişkileri azaltması; insanın araştırma, inceleme ve düşünme yetilerinin internet aracılığıyla gelişmekte mi yoksa gerilemekte mi olduğu; Internet aracılığıyla hayatımıza giren yeni bilgi kaynaklarının bilgi kirliliğine mi yoksa aydınlanmaya mı yol açtığı; bilgisayar oyunlarından sosyalizme bir yolun olup olmadığı gibi konuların ayrıca uzun bir değerlendirmeye tabi tutulması gerekiyor ve bu iş bu yazının kapsamını aşıyor. Bu yazının yazarının yukarıdaki sorulara tek yönlü bir cevabının olmadığını belirtelim. Ancak Özalp’in bu konularda oldukça iyimser bir cevabının olduğu anlaşılıyor.

Bu bölümü tek bir örnekle bitirelim. Üniversite kavramıyla…

“Üniversite”nin ve akademinin aydınlanma açısından değerini biliyoruz. Özellikle de ülkemizdeki ilerici ve devrimci mücadele açısından akademi her zaman bir kaynak anlamına gelmiştir. Peki, AKP iktidarının her şehre bir üniversite açmak açılımı kendi başına ele alındığında bir aydınlanma hamlesi olarak görülebilir mi? Bu örneğin de anlattığı gibi, egemenliğin kimde olduğu ve toplumsal, ekonomik ve ideolojik ortamın niteliği, bu tür araçların neye hizmet ettiğini de belirleyecektir.

Genel ve yerel seçimler

Özalp’in kitapta ortaya koyduğu tezlerden biri de genel ve yerel seçimlerle ilgili. Özalp’e göre sosyalistler genel ve yerel seçimlerde elde edecekleri lokal başarılara odaklanmalı, seçim çalışması iki seçim arasındaki dönemin temel çalışma konusu olmalı, mahalle mahalle çalışmalar planlanmalı, seçimlerde alınacak başarılı sonuçlar sayesinde de sosyalizmin nasıl bir yönetim anlayışına sahip olduğu geniş kitlelere gösterilmeli.

Seçimlerin önemi ve yaratacağı olanaklar konusuna girmeden önce bir noktayı açmakta fayda var: şablonculuk.

Theda Skocpol’ü bilir misiniz?

Kendisi Harvard Üniversitesi’nde akademisyendir, sosyologdur, siyaset bilimcidir. Saçma siyaset bilimi kavramının yeniden üreticilerinden biri olup, ABD hükümetlerine veya dış politika uzmanlarına, ülkelerde devrimler ne zaman, hangi koşullarda olur sorularında danışmanlık yapmaktadır. Grafikleriyle meşhurdur. Toplumsal rahatsızlık, ekonomik ve siyasi krizler, halk hareketliliği gibi konularda çeşitli eğriler ve doğrular çizer, bunların belli kesişim noktalarında devrimci ayaklanmaların patlak verdiğini anlatır, ülkeler arası karşılaştırmalı analizler yapar. Skocpol’ün grafiklerinde rakamlar vardır, ülkenin idare ediliş biçimi ile bu rakamlar arasında çeşitli ilişkiler kurulur ve ne zaman devrimci kalkışma olur, ne zaman olmaz o grafiklerden okuyabilirsiniz. Skocpol’ün yaptığına “devrim mühendisliği” diyebiliriz.

Skocpol’ün konumuzla ne ilgisi var, diyebilirsiniz. Geleceğiz…

Erkin Özalp’in kitabını okurken öncelikle şöyle bir pasaja rastlıyorsunuz: “Devrim, her zaman, somut koşulların bir ürünüdür. Dünyanın tüm ülkeleri için geçerli bir devrim stratejisi tarif etmek de, başka ülkelerin deneyimlerini aynen kopyalamak da olanaksız. Dolayısıyla, ‘devrim nasıl yapılır?’ diye değil, ‘şu ülkede devrim nasıl yapılır?’ diye sormak gerekir.” (s. 155) Yazılanlarda yanlış yok… Elbette hangi ülkede hangi koşullarda devrim aradığınız çok önemli. Kopyacılık, şablonculuk bizden uzak dursun…

Ancak, Özalp’in bu haklı kaygısının, elimizdeki kitabı için de geçerli olması gerekir. Ama Özalp’in gerek işgalciliğe dair modellemeleri, gerek işgalci hareketin Türkiye macerası için öngördüğü talepler listesi, gerekse birazdan yoğunlaşacağımız seçimler meselesindeki görüşleri bize tam tersini söylüyor. Bu konularda Özalp’in yazdıkları, tartışmaya yer bırakmayacak ölçüde somutluktan uzak.

Özalp’in yukarıda alıntıladığımız pasajının devamında ise daha ciddi bir şablonculuk örneğiyle karşılaşıyoruz. Kitabın 156. sayfasındaki “Sol bugüne kadar iktidara hangi yollarla geldi?” başlıklı tablo 24 ülkeye ilişkin karşılaştırmalı bir çalışmayı yansıtıyor. Aşağıda tablonun küçük bir kısmını göreceksiniz. Bu örneklem özel bir kasıtla seçilmemiştir. Kitabı henüz okumamış okura neden bahsettiğimizi anlatmak için yerleştirilmiştir.

Tablo için: https://eskidefterlerim.wordpress.com/

Özalp’in tablosunda görebildiğimiz kadarıyla; çarlık-krallık, işgal-sömürge yönetimi, faşizm, diktatörlük-tek parti diktatörlüğü ve burjuva demokrasisi olmak üzere beş yönetim biçimi yer alıyor. Solun mücadele gündemleri ise on üç başlıkta toparlanabilir: demokrasi, barış, işgale karşı bağımsızlık, faşizme ve işbirlikçilerine karşı mücadele, diktatörlüğe karşı mücadele, sömürgeciliğe karşı mücadele, yoksullukla mücadele, yolsuzlukla mücadele, toprak reformu, tarım emekçilerinin hakları için mücadele, yabancı şirketlere karşı mücadele, yerli halkların savunulması ve sosyal devlet. Son olarak, iktidara gelme yolu olarak Özalp; halk ayaklanması, silahlı mücadele, Sovyet/Kızıl Ordu müdahalesi, seçimler olmak üzere dört yol belirtmiş. Mücadele gündemleri ve iktidara gelme yolu bir ülkede birden fazla seçeneği de içerebiliyor.

Erkin Özalp’in tablosundan çıkan sonuçlardan belki de en çarpıcı (!) olanı burjuva demokrasisinin yerleştiği hiçbir ülkede halk ayaklanması ya da silahlı mücadele yöntemleriyle komünistlerin iktidara gelmemiş olmaları…

Şimdi yukarıdaki anlatılanlardan bizim çıkardığımız sonuçları aktaralım:

Dünyanın hangi ülkesinde olursanız olun fark etmez, tabloya bakıp, kendi ülkenize bunların nasıl denk geldiğini tespit ederek çok güzel bir devrim şablonuna sahip olabilirsiniz. İşi sizin için basitleştirip birinci sütundaki seçenekleri A’dan E’ye kadar, ikinci sütundaki seçenekleri 1’den 13’e kadar ve son sütundaki seçenekleri i’den iv’e kadar kategorize edip bir matris çıkarabiliriz.   Hatta biraz çalışarak, tabloya bir dördüncü sütun açıp, hangi mücadele gündemlerinde ne tür talepler listesi çıkarılabileceğini de tasnif etsek, devrimciler için hayat ne kadar kolay olurdu…

Diyelim ki ülkeniz burjuva demokrasisiyle yönetiliyor, bu durumda zaten üçüncü sütundaki seçimler dışındaki ihtimalleri ortadan kaldırmanız gerekiyor. Ülkenizde hükümet üyelerinden birkaçının yolsuzluk dosyaları gündeme geldi, bir de gıda alanında yabancı şirketlerin yoğun bir tahakkümü söz konusu. İşte size iki gündem: Genel geçer talepler listemizin evrensel uyumlu birkaç başlığını talepler listenizin üst sırasına koyduktan sonra, yönetimde şeffaflık, seçilenlerin geri çağırılması ve gıdada millileştirme/kamulaştırma yönündeki taleplerinizi listeye ekleyebilirsiniz. İşte reçeteniz…

Kopyacılık, şablonculuk karşıtlığından yola çıkıp geldiğimiz noktaya bakar mısınız?

Skocpol’e geri dönersek, devrimcilerin, dünya emperyalist-kapitalist sisteminin krizleri, bu krizlerin tek tek ülkelerdeki etkileri, tek tek ülkelerde yaşanan siyasi krizler ve egemen sınıf içerisinde ortaya çıkan gerilimler, işçi sınıfın örgütlülük durumu, krizler karşısında işçi sınıfının nasıl konumlanacağı, devrimci öznenin bu krizlere müdahaleleri ve işçi sınıfına öncülük yapabilme yeteneği gibi sorunlardan azade bir devrim mühendisliğine karşı muhakkak tedbirli olması gerekir. Dünyanın hiçbir ülkesinde nesnel koşullar bizlere hazır reçeteler sunmayacaktır. Maalesef, kötü niyetli Skocpol’den elbette farklı olarak Erkin Özalp’in tablosu ve bu tablodan çıkardığı sonuçlar da yukarıdaki sorular hakkında en ufak bir cevap kırıntısını içermediği sürece geçersizdir.

Özalp’in kitabındaki şu satırlara bakalım: “Komünistler, hiçbir dönemde, çok karmaşık siyasi denklemlerin ürünü olarak, bunlar içinde çok özel yerler tutarak iktidara gelmiş değil… İçinde komünistlerin de şu ya da bu ölçüde yer aldıkları ya da sonradan önem kazandıkları tüm devrimler, somut, herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilen mücadele başlıklarının ürünü oldu.” (s. 158) Özalp yine aynı hatayı yapıyor. İkinci cümledeki doğru çıkarsama ile birinci cümledeki yargı arasında bir nedensellik ilişkisi bulunmuyor. Yani komünistlerin kolay anlaşılabilir mücadele başlıklarını belirlemesi, birinci cümledeki kestirmeciliğe alan açmıyor. Büyük Ekim Devrimi’ne giden süreçte Çarlık Rusyası’nın hangi krizleri yaşayabileceği sorusu Lenin’i ilgilendiriyordu. Castro, aynı şekilde yarı sömürge durumunda olan ve diktatörlük rejimi ile yönetilen devrim öncesi Kübası’nın zayıf noktalarına ilişkin bir bilgiye/sezgiye sahipti. Dahası bütün devrimler bir öznel müdahalenin ürünüdürler… Öznel müdahalenin, öznenin tarif edilmediği (en azından dâhil edilmediği) hiçbir modelleme gerçeği yansıtmaz.

Gelelim seçimler meselesine…

Seçimler konusuna böyle dolambaçlı bir şekilde gelmemizin arkasında Özalp’in tablosu ve bu tablodan çıkardığı sonuç yatıyor. Özalp’e göre söz konusu tablodan çıkarılması gereken sonuçlardan biri: “Sol, burjuva demokrasisiyle yönetilen hiçbir ülkede, silahlı mücadele ya da halk ayaklanması yoluyla iktidara gelmedi.” (s. 158) İşte Özalp bu sonuçtan yola çıkarak yerel ve genel seçimlerin neden önemli olduğunu anlatıyor: “Daha açığı, Türkiye’de, bugünkü koşullar altında solun güç kazanmasının yolu, işçi sınıfının bağımsız çıkarlarının savunuculuğunu yaparak, seçimlerde somut başarılar elde etmesinden geçiyor.” (s. 172) Erkin Özalp kitabında öncelikle ve özellikle yerel seçimleri ele alıyor. Özalp’e göre belli yerelliklere yoğunlaşılmış, iki seçim arası dönemin tamamının değerlendirildiği, halkın geniş kesimlerinin o yerellikte sorunların nasıl çözülebileceğine ilişkin fikirlerinin alındığı bir yerel seçim çalışması ile halk “gerçek(çi)” hedefler doğrultusunda mücadeleye çağrılabilir.

Öncelikle, Türkiye solunun seçimler gibi bir derdi olduğunu kesinlikle düşünüyorum. Sadece 3-4 aylık bir seçim çalışmasının Türkiye soluna herhangi bir mevzi kazandırmadığı hatta yanlış kurgulanmış seçim çalışmalarının bizden çok şey kaybettirdiği bir gerçek. Bu satırların yazarı seçimlerle ilgili Türkiye solu şu ana kadar ne yaptıysa aynısını devam ettirmelidir diye düşünmemektedir. Solcuların ister yerel ister genel seçimler olsun net bir kararının ve uzun vadeye yayılmış bir çalışma perspektifinin olması gerekiyor. Bunun seçimlere girmek veya seçimleri boykot şeklinde sonuçları olabilir ve bu, konjonktürel olarak belirlenmesi gereken bir dizi kararın ürünü olacaktır. Her ne kadar seçimler konusunda alınacak bu nihai karar seçimlere yakın bir tarihe gelecek dahi olsa iki seçim arasındaki dönemin yerel dinamiklerle temas açısından verimli geçirilmesi gerekiyor. Sol, bulunduğu yerdeki yerel dinamikler, o bölgenin özgün koşulları, olanakları, halkın o bölgedeki ihtiyaçları/sorunları gibi başlıklarla ilgilenmek zorundadır. Bu açıdan Türkiye solunun eksiğinin çok olduğunu söyleyebiliriz. Evet seçimler çok önemlidir. Seçimler, öncesindeki politizasyonun değerlendirilmesi, düzenin teşhir edilmesi, halka sol alternatifin görüşlerinin aktarılabilmesi açısından mutlak bir öneme sahiptir. Ve evet solun seçimlerden iyi sonuçlar alarak çıkması, böyle sonuçlara odaklanması gerekiyor.

Ancak Özalp’in yazdıklarının, ihtiyatla yaklaşmamız gereken yanları bulunuyor. Birincisi, Özalp’teki gerçek(çi)lik kavramıyla ilgili… Konuya nereden yaklaşırsak yaklaşalım solun kapitalizm içerisinde yaşanan sorunlara ilişkin gerçek veya gerçekçi çözüm önerileri getirmesi mümkün değildir. Türkiye solu, örneğin barınma sorununda TOKİ’yle, ulaşım sorununda İETT, EGO, ESHOT veya BURULAŞ ile yarışamaz. Ekmek dağıtmak konusunda Halk Ekmek ile yarışamayız. Devam edelim, bugün hiçbir gerçekçi çözüm önerisi sağlık hakkı konusunda yeşil kart uygulaması ile yarışamaz. Aynı şekilde, cemaatlerin sağladığı ücretsiz hizmetler konusunda da Türkiye solu bir rekabet içine giremez. Hangi gerçek(çi)likten bahsediyoruz? Diğer yandan, sosyalist/devrimci siyaset kendi gerçekliğini halka ücretsiz hizmetler sağlamakta mı bulacaktır? (5) Bütün bu konularda halkın karşı karşıya kaldığı zorlukların nedenleri kapitalist düzenin ta kendisindedir ve emekçiler nezdinde bu durum teşhir edilmelidir. Sosyalistler hizmet “pazarında” tezgâh açıp, “bizde bedava” çığırtkanlığı yapamaz.

Dahası, yerel gündemlerin solculara/devrimcilere/komünistlere merkezi gündemlerden daha fazla alan açtığına ilişkin elimizde herhangi bir kanıt var mı? Yani komünistlerin sözünü dış politikada gidilen yol, ekonomi politikaları, eğitim politikaları gibi konularda dinlemeyen halkın mahallesindeki çöplerin nasıl toplanması gerektiği konusunda komünistlerin sözünü dinleyeceğini nereden biliyoruz. Bu noktada, yanlış anlaşılmak istemem. Komünistler elbette yaşadığı, mücadele ettiği yerdeki çöpler toplanmıyorsa buna tepkisiz kalmamalıdır. İnsanlarda buna karşı oluşacak tepkileri örgütlemeli, muhtemelen taşeron çalıştırılan çöpçülerle mahalleli tarafından paylaşılacak bir mücadeleyi örmelidir. Ve maalesef ülkemiz komünistinin/solcusunun/devrimcisinin kendi yaşadığı veya mücadele ettiği alanla ilişkisi azalmıştır, azalmaktadır. Bunun üzerine muhakkak gidilmelidir. Mahallesindeki sorunu küçümseyen, işyerinde çalışma arkadaşlarının dertlerini derdi olarak görmeyen solcudan bir hayır gelmez…

Erkin Özalp’e itirazımızın bu konularla bir ilgisi bulunmuyor. Bizim itirazımız, gerçek(çi)liğin   yerel gündemlere daraltılıp ülke gündemlerinin, çok genel bir söyleme mahkum edilip önemsizleştirilmesine…

Bir de şu halk ayaklanması ile seçimlerin karşı karşıya konulması sorunu var ki, değinmeden geçemeyeceğiz… Yukarıda geçerken söz etmiştik, Erkin Özalp, kendi hazırladığı devrim tablosundan çıkardığı sonuçları anlatırken, “Sol, burjuva demokrasisiyle yönetilen hiçbir ülkede, silahlı mücadele ya da halk ayaklanması yoluyla iktidara gelmedi.” diyor. (s. 158) Özalp’in bu aforizması bana şu aforizmayı hatırlattı: “Mc Donald’s’ın girdiği hiçbir ülkede kapitalizm yıkılmadı, devrim olmadı.” İkincisi ne kadar doğruysa birincisi de o kadar doğru… Birinciden ne sonuç çıkarıyorsak ikincisinden de onu çıkaralım. Öyle mi? Bazı şeylerin tarihte hiç olup olmadığı gelecek öngörümüz ve hedeflerimiz açısından herhangi bir önem taşımaz. Erkin Özalp’in şu sözleri tam da kendi aforizması hakkında benim düşüncelerimi özetliyor: “(…) ama insanlığın geleceğini geçmişte arayamayacağımız da bir o kadar açık olmalı.” (6)

Sol ister halk ayaklanması, ister silahlı mücadele, isterse seçimler yoluyla iktidara gelmiş olsun, bir kere iktidara geldikten sonra ülkenin ve halkın kaderiyle ilgili tarihsel kararlar almak zorunda kalacaktır. Emperyalistlerle ilişkiler, ordu, kamulaştırma, eğitim gibi alanlarda alacağı kararlar güçlü bir kitlesel hareketlilik ve işçi sınıfının desteği olmadan seçimle elde edilmiş meşruiyete yaslanarak alınamaz. Halkı ayaklandırmayı başaramayan bir devrim/devrimci hareket iktidara sahip olamaz.

Dahası, Özalp’in   seçimler yoluyla iktidarın alındığını söylediği ülkelere bir bakalım: Şili, Venezuela, Bolivya, Nikaragua, Güney Kıbrıs… Özalp’in de tabloya koymakta zorlandığını düşündüğüm Güney Kıbrıs’taki AKEL iktidarını bir tarafa koyarsak, Şili, Venezuela, Bolivya ve Nikaragua, “burjuva demokrasisinde solcular ancak seçimle iktidara gelebilir” tezi için size de biraz yetersiz gelmedi mi? Özalp için kanıt oluşturan bu dört Amerika ülkesi açısından konuşsak bile, Şili’de Unidad Popular ve Venezuela’da Beşinci Cumhuriyet Hareketi (bugün Birleşik Sosyalist Parti) seçimle iktidara gelen solun yalnızca seçimlerin meşruiyetine yaslanamayacağının olumsuz ve olumlu örnekleri değil mi?

Özalp’in seçimler vurgusunu, ama özellikle   de bir belediye seçimi başarısındaki ısrarını, kitabın diğer tezleriyle birlikte düşündüğümüzde karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor. Erkin Özalp iktidar vurgusuna sahip kitabında somut mücadele pratiklerinin tamamına bir tür “özgürleştirme” misyonu yüklüyor.   Kitap, merkezi iktidara sahip olmanın, iktidar hedefiyle mücadele etmenin önemini bilen ama somut mücadelesini “İşgal”, “özgür yazılım ve internet ” ve “yerel yönetimler” alanlarında sosyalist yönetim pratiklerinin sergilenmesi, bu alanların kendi hayalini kurduğumuz toplum modelinin pratiklerinin sergilenebileceği birer örnek haline getirilmesi amaçlar üzerine inşa eden bir devrimcilik tahayyül ediyor. O zaman, kitabın soyut ve teorik “merkezi iktidar” vurgusu, somutta ve pratikte “parçacıklarda iktidar” haline dönüşüveriyor. Devrimciliğin soyut ve somut zeminleri arasında kapanması zor bir açı beliriyor.

Bitirirken…

Yazımız burada sona eriyor. Kitabın tartışılmaya değer bulduğum birkaç vurgusunu burada sadece not etmek istiyorum. Neredeyse kitabın tamamında sosyalizm bir yönetim biçimi olarak ele alınıyor. Ayrıca halkın kendi kendisini yönetmesi ülküsü yine kitabın bütününe sinmiş durumda… Bu iki meselenin ayrı bir yazının konusu olması gerektiğini, rahat rahat ve uzun uzun tartışılması gerektiğini düşünüyorum.

Bu yazıda dile getirdiklerimiz ise nasıl bir devrim mücadelesi, nasıl bir örgüt gibi, yeni dönemin olanaklarına nasıl bakılmalı, seçimlerden ne beklenmeli gibi oldukça güncel sorunlara ilişkin, aynı Özalp’in yaptığı gibi, daha iyi cevaplar verme kaygısı olarak görülmeli.   İçinden geçmekte olduğumuz dönemin ortaya çıkardığı bir dizi olanak bizlerin yeni ve devrimci müdahalelerimizi bekliyor. Bizim bu olanaklar karşısında yeterince ileri müdahaleler yaptığımızı iddia etmiyorum. Hatta, böyle bir iddianın bugün muhafazakarlık ve hareketsizlik anlamına geleceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Daha iyisi ve daha doğrusu için tartışmaya devam…

Umarım Özalp’in kitabı ve bizim burada dile getirdiğimiz eleştiriler yeni metinlerin ortaya çıkması için bir ilham kaynağı olur…

(1) Özalp, Erkin; “Teorisyeniniz Devrimciydi – 21. Yüzyılda Marksizm ve Sosyalizm”, Yordam Kitap, 2011, s. 10

(2) A.g.e. s. 143 – 144 (Özalp’in talepler listesinin kaba bir özeti aktarılmıştır).

(3) Lutski, Vladimir Borisovic; “Arap Halklarının Yakın Tarihi”, Yordam Kitap, 2011, s. 39.

(4) http://haber.sol.org.tr/soldakiler/erkin-ozalp-yeni-bir-aydinlanma-cagina-girisin-isaretleri-var-haberi-52169

(5) Özalp, Erkin; “Teorisyeniniz Devrimciydi – 21. Yüzyılda Marksizm ve Sosyalizm”, Yordam Kitap, 2011, s. 174-175: “Belediye başkanlığı, emekçilere somut kazanımlar sağlamanın aracı olarak kullanılacaktır. Belirli bir yerellikte elde edilen somut kazanımlar, örneğin bazı hizmetlerin ücretsiz olarak sunulmaya başlaması, ülke gündemine girmeyi ve başka yerelliklerde aynı talebin yükseltilmesini kolaylaştıracaktır.”

(6) http://haber.sol.org.tr/soldakiler/erkin-ozalp-yeni-bir-aydinlanma-cagina-girisin-isaretleri-var-haberi-52169

https://eskidefterlerim.wordpress.com/

umut  |  Cvp:
Cevap: 1
11.12.2015- 20:11

Yazılan yazıyı göndermeden önce üstteki T butonuna tıklayıp yazının karakterini 2 veya 3 yaparak gönderirsek yazı daha okunaklı oluyor.

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]