Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

19.04.2016- 12:18

Cehaletin iktidar olması-Oğuz Oyan

"Eyleme geçmiş cehalet kadar ürkütücü birşey yoktur" diyordu Bertold Brecht.

Bu bize Kahramanmaraş'ı, Çorum'u, Sivas'ı tarif eder. Ama bunlarla sınırlı değildir; Türkiye'de cehaletin şahlandığı ve içerden-dışardan kolayca manipuüle edildiği örnekler çoktur ve Osmanlı'yı da katarsanız saymakla bitmez.

Peki bundan daha ürkütücü olan nedir? Cehaletin iktidar olmasıdır.

Emrine tüm yürütme güçlerini almasıdır. Kurumları ele geçirmesidir. Devlet şiddetini uygulama araçlarını kendine bağlayarak teslim almasıdır. (Buradaki önemli aşama, polis gibi kolluk güçlerinden ziyade, silahlı kuvvetlerdir).

Yürütmenin yasamayı da tamamen emrine almasını daha öte bir aşama olarak görmüyoruz; tek bir sağ partinin hükümet kurabildiği hibrit demokrasilerde zaten başka türlüsünü beklemek mümkün değildir. (Ömer Çelik de son olarak bunu vurgulamış görünüyor).

Bunun bir   kademe daha kötüsü, yürütmenin yargıyı da ele geçirmesi böylece kuvvetler birliğini tamamlamasıdır.   Türkiye somutunda, "oğlan bizim, kız bizim" aşamasıdır. Şimdi mesele, izleyen aşamada, fiiliyatı hukuk kalıbına dökmektir.

Peki izleyen aşama yani daha kötüsü nedir? Açık faşizme geçiştir ama aradaki farklar artık çok incelmiştir. Bu aşamada artık bağımsız medyanın da tam olarak canına okunmuştur. Şimdi iktidarın   zorladığı temel yöneliş budur. Mümkünse birinci adama ısmarlama elbise gibi oturacak bir başkanlık sistemini de içeren ama esas olarak Anayasanın ilk dört maddesini ve laikliği düzenleyen 24. maddesini yeniden kodlayacak bir yeni Anayasa bunun en önemli kilometre taşlarından olacaktır. Yani iktidar, fiilen kadük kıldığı laiklik ilkesi ve uygulamasını, hukuken de geçersiz kılmalıdır ki teokratik otokrasi inşasının önünde engel kalmasın; hatta bu inşanın hukuki zeminini oluştursun.

***

Şimdi bu aşamaların devr-i AKP'de nasıl ve hangi iç ve dış desteklerle   bir bir aşıldığının toplu bir dökümüne burada girişilecek değil. Ancak Cumhuriyet rejimiyle her daim açık bir hesaplaşma içinde olan iki siyasi hareketin ortak belirleyiciliklerinin göz ardı edilemez olduğunu vurgulamak da kaçınılmaz. Hem siyasal İslamcı hareket hem de Kürt hareketi, Cumhuriyetin aydınlanmacı temellerde bir ulus-devlet inşasına (bazı hedeflerine -örneğin eğitim devrimi- tam varamasa da), kendilerine karşı olduğu (İslamcılar) veya kendilerini dışladığı (Kürtler) için hep karşı oldular.

Halen AKP'yi eleştirenler safına geçenlerin büyük bölümü, 2007'ye (hatta bazıları açısından 2010'a/2011'e kadar) AKP'nin iyi şeyler yaptığını, demokratik haklar alanını genişlettiğini, ülkeyi askeri vesayetten kurtardığı vs. söyleyip dururlar. AKP'ye büyük bir kredi açmış olan iç ve dış liberaller (dışarıdakiler hükümetler ve AB kurumları düzeyindedir), AKP'nin bugünkü otoriter eğilimlerindeki sorumluluklarını yoksaymak için de kendilerini bu yoruma mecbur hissederler.

AKP ile en uzun yolu yürümüş olan Kürt ulusalcı hareketinin tüm siyasi ve askeri kanatları ise, ancak 2015 Martından veya Haziranından sonra bu partiye (veya daha çok RTE'ye) mesafe koymuş görünmektedir. Üstelik,   politika seçeneklerini tükettikleri için, yeniden masaya oturmaya hazır oldukları mesajlarını da ihmal etmeden.

Milliyetçiliği her zaman "solculuğuna" baskın olmuş olan Kürt hareketi, bir çözüm olacaksa, bunun "kemalist" Cumhuriyet karşıtı ideolojik yakınlıklarını çok güçlü gördükleri AKP ile olacağına her zaman inanmış ve buna yatırım yapmıştır. 2002-2015 Haziranı arasındaki bütün seçim süreçlerine çatışmasız ortamlarda girilmesini ve böylece AKP'nin seçim başarılarına açık destek verilmesi bunun bir yüzüdür. 2013 Gezi direnişlerinin başlangıçta 'çözüm sürecine karşı olan ulusalcıların komplosu' şeklinde yaftalanması ve açıkça iktidardan yana saf tutulması da buna dahildir.

Diğer yüzü, müzakere-müsamaha ilişkileridir. Müzakere ilişkilerinin vardığı noktalarının bir bölümünü (en son Dolmabahçe mutabakatı) biliyoruz; el altından verilen vaatlerin tam dökümü ise meçhul.   Ama bunların bir bölümünün de uygulamaya "müsamaha ilişkileri" üzerinden yansıdığını, bölgedeki alan hakimiyetinin çeşitli başlıklarda PKK'ya bırakıldığını biliyoruz. Kürt hareketinin temsilcileri, bu fiili durumlardan ziyadesiyle memnundu ve 'çözüm tartışmaları olacaksa bunun TBMM çatısı altında ortak mutabakatla ve kayda geçirilerek yapılması gereğini' ileri süren CHP'ye de kuşkuyla bakıyordu (ancak şimdilerde başka çare kalmadığından aynı yöntemi savunmaya başladılar).

7 Haziran 2015 seçim sonuçları ortaya çıkınca, bunu, RTE'nin Türk milliyetçiliği zırhını ve silahlarını kuşanarak "müsamaha" alanlarını geri almaya girişmesi izledi. Bunun bazı silahlı çatışmalara zemin hazırlayacağı öngörülebilirdi. Ancak HDP'nin siyasette kendi önüne geçmesinden rahatsız olduğunu pek de gizlemeyen askeri kanat, buna öngörülenden çok daha sert tepkiler verdi, hendek-suikast eylemleriyle AKP'nin 1 Kasım zaferine bu defa tersinden katkı yaptı.

***

Şimdi biraz daha yakına gelelim. PKK, yan örgütü TAK aracılığıyla 17 Şubat ve 13 Mart 2016'da Ankara'da iki kanlı bombalı eylem yaptıktan ve sivilleri de hedef almaya başladıktan sonra, KCK eşbaşkanı Cemil Bayık'ın İngiliz Times gazetesine 13 Mart'tan hemen önce verdiği bir demeç yerli medyaya düştü. Bu demeçte Bayık, "Erdoğan ve AKP'yi devirmek istiyoruz. Erdoğan ve AKP devrilmedikçe, Türkiye asla demokratik bir ülke olamaz" buyuruyordu.

Sadece bir sene önce AKP-PKK görüşmeleri sürerken, Erdoğan ve AKP'yi devirmek Türkiye'de CHP dahil sadece soldaki hareketlerin ana hedefiydi. PKK-HDP'nin asla böyle bir hedefi yoktu. Herşey daha netti.

Kanlı şiddet eylemlerini tırmandıran ve sivil Kürt siyasetini tıkayan PKK, şimdi de Bayık'ın AKP karşıtı "demokrasi" açıklamalarıyla, Türkiye'de muhalefetin (özellikle de PKK ile benzer hedefleri savunur duruma düşmek ve bu nedenle iktidarca suçlanmaktan çekinen ürkek muhalefetin) dinci faşizme karşı ortak ses yükseltmesinin nesnel siyasal koşullarını tahrip etmeye girişmiş gözüküyor (muhtemelen de dünyada kendisini daha meşru kılmak için istediği de budur).

Demek ki Türkiye'de muhalefet, AKP'ye karşı mücadelesinde onun eski müzakere ortağı PKK'yı da hedefe almak durumundadır.

***

Peki bu durum, "dokunulmazlıkların kaldırılmasına karşı çıkarsak PKK yanlısı gösteriliriz, iktidarın istismarına açık duruma geliriz, o nedenle Anayasa'ya aykırı olsa bile destek verelim" türünden bir gerekçeye haklılık kazandırır mı? Özellikle de, dokunulmazlıkların kalkmasının öncelikle HDP'lileri tehdit edeceği ve HDP'siz bir Meclisin de CHP'nin "tek çözüm yeri Meclistir" savını boşluğa düşüreceği bilinirken!

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]