Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

10.12.2016- 09:47

Aysever ve Gökdemir'in açtığı tartışma: Yeni bir cumhuriyet için 'Cumhuriyet Senin İçin'

Enver Aysever ve Orhan Gökdemir tarafından yazılan Cumhuriyet Senin İçin, Tekin Yayınları'ndan kısa süre önce çıktı. Kitabın en dikkat çekici noktalarından biri, içeriğini de bir hayli belirlediğini düşündüğüm kurgulanış biçimi. İki yazarlı kitapta Aysever ve Gökdemir, ilginç bir işe imza atarak adeta mektuplaşıyorlar. Altı bölümden oluşan kitap, Aysever ile Gökdemir tarafından birbirini tamamlar şekilde yazılan metinleri içeren alt bölümlerden oluşuyor.

Resim Ekleme

Aytek Soner Alpan

Çok ses getiren PISA testinin kendisi eleştiriye muhtaç olsa da sonuçları hal-i pürmelalimize işaret eder cinsten.

Okumayan, daha doğrusu ve kötüsü okuyamayan, okuduğunu anlamayan zikirmatik bir kütleye dönüşüyoruz. Fikir tartışması dediğimiz eylem, sosyal medyanın sarkazm ve sinizm soslu @'li ekmeğini yeme yarışı biçiminde gerçekleştiğinden ve bu çoğunlukla 140 karaktere hapsolduğundan çokbilmiş ama munkabız bir faaliyet haline gelmiş durumda…

Fikir ve telif eser üreten sol entelektüeller de bu durumdan ve zamanın ruhundan muaf değil. Zaten verilen az sayıda ürün bir fikir tartışmasını zorlaştırırken, yazılanların niteliği bu tartışmaları hepten imkansız kılıyor. Buna bir de, bir siyasi hareketin yıllar boyunca geliştirdiği bir dizi tezi eğip büküp kah gazetecilik kah sosyal bilim sosuna bulayarak ve fakat ilgili siyasi hattı yok saymak suretiyle bunları eser olarak basmak modası ve uyanıklığı ekleniyor ki zamanın ruhuna pek uygundur.

soL olarak üretimimizin kimi internet yayınları tarafından kaynak belirtilmeden kullanılmasına gönülsüzce alışmış olsak da soL'un köşe yazarlarının yazılarındaki tezleri biçimsiz bir siyasi çerçevenin içinde alt alta ekleyerek kitap -yazma diyemiyorum- "yapma" sakilliği hala göze batar durumda. Bu ayrı ve uzun bir tartışma...

Buna ek olarak yazanların dahi birbirini okumaması yahut oldukça hayati meselelere popülarite-maymun iştahlılık temelinde yaklaşılması gibi çok temel bir sorun da söz konusu.

Velhasılıkelam düşünce iklimimiz kurak. Hatta az sonra üzerine konuşacağımız kitapta söylendiği gibi kültür hayatımıza "çöl iklimi" hâkim...

AYDIN "ATIŞMASI"

Böyle bir atmosferde özgün eserler, hele ki verimli bir tartışmayı teşvik ediyorsa, önem kazanıyor. Enver Aysever ve Orhan Gökdemir tarafından yazılan Cumhuriyet Senin İçin böyle bir çalışma. Tekin Yayınları'ndan kısa süre önce çıktı ve yukarıda tarif ettiğim atmosferle yakından ilişkili.

Kitabın en dikkat çekici noktalarından biri, içeriğini de bir hayli belirlediğini düşündüğüm kurgulanış biçimi. İki yazarlı bir kitap olan Cumhuriyet Senin İçin'de yazarlar oldukça ilginç bir işe imza atarak adeta mektuplaşıyorlar. Altı bölümden oluşan kitap, Enver Aysever ile Orhan Gökdemir tarafından birbirini tamamlar şekilde yazılan metinleri içeren alt bölümlerden oluşuyor. Bazen bir yazar diğerinin tezlerini farklı disiplin ve okumalar üzerinden tamamlarken hiç de az olmayan bir sıklıkta birbirlerine itiraz ediyorlar.

Tartışma üslubunun tamamen unutulduğu, "aynen"in yahut "bence böyle"nin (e'ler a'ya çalar şekilde açık okunacak), "zevkler ve renkler tartışılmaz" sığlığının temel argüman olduğu, aklın karşısına "alternatif fikir" olarak türlü yavenin dikildiği, bunun dışında tartışmadan küfürleşmenin anlaşıldığı ve herkesin biraz anayasa hukuku profesörü internet trollerine benzediği bir dönemde, yazarlar aynı zamanda nitelikli tartışmanın ve metinleri eleştirel okumanın önemini bu işi oldukça düzgün şekilde yaparak okuyucuya yeniden hatırlatıyorlar.

Adeta yurttaş olmanın ve dolayısıyla cumhuriyetin gereklerinden biri budur dercesine…

Bu kitabı bana kalırsa, ne söylediğinden bağımsız şekilde, önemli kılan unsurlardan biri bu. Özellikle yaşı genç okuru bu üslupla tanıştırıyor olması… Birbirini takiben kah birbirini destekleyen kah birbirine itiraz eden ama bir insicam kuran, belli tezleri bir siyasi doğrultu içinde tartışan ve nihayetinde bir sentez ortaya çıkarmayı genellikle okuyucuya bırakan bu metinler ve dolayısıyla kitap sırf bu nedenle dahi genç okuyucuya mutlaka ulaştırılmayı hak ediyor.

"Sentez ortaya çıkarmayı okuyucuya bırakma" derken bir zafiyete değil, kitabın güçlü bir noktasına işaret ediyorum. Zira kitabın temel doğrultusu net olduğu için ve belki de bu güvenle, yazarlar bu şekilde yaparak, okuyucuyu kendi aralarında yürüttükleri tartışmaya davet ediyorlar.

Biz de bu davete icabet ediyoruz…

ÇÖKEN CUMHURİYET

Hicret'in tarihinin dahi yanlış yazıldığı İslam'ın Siyasallaşması kitabının ingilizce baskısındaki fahiş hataları açıkça yazan ve Kemal Karpat'ı en hafif tabirle özensizlikle suçlayan Selim Deringil'in eleştirine yanıt veren Kemal Karpat, "kitap bilmem kaç yüz sayfa ve küçük puntolarla yazılmış, o kadar uzun metinde olur o kadar" demeye getirmişti.

Cumhuriyet Senin İçin de uzun diyebileceğimiz bir kitap. 312 sayfa ve küçük puntolarla basılmış... 1821'in 1921 yazılması gibi (sf.144) yanlışların dillendirilmesine ya da itirazlarıma zemin olsun diye söylemiyorum. Kitabın gerçekten yoğun ve hacimli olduğunu belirtmek istiyorum. Kitap boyunca yazarlar tarafından pek çok, önemli ve tartışmaya açık tez ortaya atılıyor. Bunların tamamını tek bir yazı kapsamında ele almak, bu yazıda kitabı oluşturan tezlerin tamamı için olumlu ya da olumsuz görüş beyan etmek mümkün değil. O nedenle kitaptaki temel eksenlere değinmek gerekiyor.

Her kitabı yazdıran bir temel motivasyon kaynağı vardır. Bu kural, bu kitap için de geçerli… Kitabın temel meselesi: 1923 Cumhuriyeti'nin geri gelmemecesine yıkılmış olması. Kitabın adeta bir matriyoşkayı andıran ve iç içe geçen küçük bebeklerden oluşan kompakt ve sürprizli yapısında en dıştaki görkemli bebeği bu saptama/olgu oluşturuyor. Kitabın öncelikli hedef okuyucuları düşünüldüğünde bu olgunun bu derece yalın ve açık biçimde dile getirilmesini oldukça doğru buluyorum. Yine kitapta çok detaylandırılmadan dikkat çekilen aklın nostalji tarafından esir alınması (bu imparatorluk nostaljisi olabilir yahut 1923 nostaljisi), bir asr-ı saadet özlemi içinde mücadeleden düşme halinin önüne geçilmesi için.

Kitap bu temel mesele etrafında bana kalırsa üç temel soruya yanıt arıyor:
•1923 Cumhuriyeti'nin kazanımları ve aşamadığı sorunları neydi?
•1923 Cumhuriyeti'ni yıkan temel dinamikler nelerdi?
•Nereye gidiyoruz veyahut yeni bir cumhuriyet mümkün mü?

Kitap bu soruları yanıtlamaya oldukça ilginç bir tartışma ile başlıyor: İntihar. İkinci Dünya Savaşı'nda Nazilerin yaptığı Yahudi Soykırımı (Holokost) literatürüne referanslarla intihar hem bireysel düzlemde bir "aydın tavrı" ve "protesto biçimi" hem de bir toplumsal olgu olarak ele alınıyor kitapta. Bir aydın tavrı olarak intihar, çaresizlik anında örgütsüz tekil aydının onurlu bir çıkışı olarak adlandırılıyor. Tartışılır… Ancak bireysel olarak, belli koşullarda kabul edilebilen bu eylem, söz konusu toplum olunca esasen bir "kolektif çürüme" biçiminde gerçekleşiyor. Yazarlar, bu kolektif çürümeyi, yani kendi deyişleri ile toplumsal intiharı 1923 Cumhuriyeti'nin yıkılışının temel nedenlerinden biri olarak görüyorlar.

Bu çürümeyi esas olarak yaratan iç içe geçen iki temel dinamik saptıyorlar: Bunlardan birincisi aydın sorunuyken diğeri siyasal İslam'ın egemen ideoloji haline gelmesi… Bu iki sorun, kitap boyunca her uğrakta karşımıza çıkıyor.

İyi de oluyor… Her iki mesele de hem güncel hem tarihsel boyutları ile ele alınıyor kitapta. Hem de sorunların evrensel niteliği gözden kaçırılmadan…

Aydın sorunu, daha doğrusu aydının tükenişi meselesinde öne çıkan unsurlar özgürlükçülük ve liberalizm. Bu iki "zehir" neticesinde aydınların, kapitalizme ve Cumhuriyet'in yıkılış sürecine uyumlu hale geldiği uzunca anlatılıyor. Özgürlükçülük ve liberalizm söylemi, aydını esir alıp tüketirken (özellikle Özgürlükçülük konusunda bir kaç kez açılan tartışma çok kıymetli bkz. sf. 35, 235) diğer yandan tükenmekte olan aydınların nasıl da toplumsal intihar sürecinde faşizmin gönüllü neferleri haline geldikleri tartışılıyor. Türkiye özelinde, aydın denen "tür"ün neden kendi ayağına sıktığı tartışılırken aynı zamanda nasıl olup da Cumhuriyet'in aslında kendi çocuğu olan aydınları öğüttüğü de tartışılıyor. Ancak, aydının bu kadar kolay öğütülmesinde örgütsüzlüğün payına pek değinilmiyor. Kendi çocuklarını öğüten Cumhuriyet kendi sonunu hazırlıyor ve kendisi mezar kazıcılarını serbest bırakıyor. Bu süreç sosyalizmin çözülüşü ile iyice ivmeleniyor. Çözülüşle birlikte dincilik ve milliyetçiliğin yükselişi iyiden iyiye hızlanıyor. Kitapta söylendiği şekliyle ifade edecek olursam, toplum, kendini toplum olarak kuramayınca din, milliyetçilik, ırk gibi yapay sınıflandırmalara daha çok ihtiyaç duyuyor (sf.230). Bu berelenmiş toplum bir sınıf, adını da koyalım proletarya özelinde,   çözülmedikçe bu yapay sınıflandırmalar varlığını sürdürecektir.

Burada antikomünizm ve yine o eksende siyasal İslam'ın yükselişi/yükseltilişi gündeme geliyor. Antikomünizm siyasal İslam'ı doğururken, toplumsal çözülüşü derinleştiriyor ve giderek belirliyor. Siyasal İslam, bir yandan Cumhuriyet'in kazanımlarını diğer yandan kültürel İslam'ı silerken toplumu mutasyona uğratıyor. Piyasa için dikensiz gül bahçesi hazırlanıyor, emperyalizmin ihtiyaçları karşılanıyor… Özellikle kitabın sonlarına doğru sorunun piyasa ile olan bağlantısı netleştiriliyor. Ancak bu, kesinlikle kullanışlı ve akıl açıcı olan polanyici bir çerçeveden yapıldığı için, Polanyi'nin "piyasa" tanımlamasına ve "piyasa toplumu" kavramsallaştırmasına içkin olan bir dizi sorun tartışmaya da sirayet ediyor. Yazının başında da söylediğim gibi bunun detaylarını tartışma şansımız ne yazık ki bu yazı sınırları dahilinde mümkün değil.

Kitabın temel savlarından biri olan piyasanın, siyasal İslam'la el ele giden çürütücü etkisi bir önceki paragrafta değindiğim kuramsal sorunların ötesinde bir sorunla karşılaşıyor. Kitabın daha başlarında güncel değerlendirmeler yapıldığı esnada "geçerken" sarf edilen şu gözleme katılmamız mümkün değil (sf.28): "'Ekonomi tıkırında' aldatmacasıyla teslim olan laik sermaye çevresi de yuvarlandığı uçurumu göremedi."

Laik sermaye artık ve aslında bir süredir bir oksimoron değilse, yani laiklik ve sermaye artık kategorik olarak birbirlerini dışlamıyorsa kitapta yapılan bir dizi tartışmanın bir anlamı kalmakta mıdır? Türkiye'de (ve hatta dünyada) "laik sermaye" diye bir kategori kalmamıştır. Laiklik, dünyada ve Türkiye'de sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda kazınmış, buna mukabil dinin konumu yine aynı ihtiyaçlar çerçevesinde kuvvetlendirilmiştir. Dahası, "laik sermaye çevresi"ni (Koç? Eczacıbaşı? Sabancı? Doğan? Uzan? Ciner?) sorumluluktan azade saymak, onların da bilinçsizce ve pasif bir şekilde ülke ile birlikte uçuruma yuvarlandıklarını düşünmek mümkün değil. Esas aktör onlardır. AKP'yi ve öncüllerini icat eden, onu özne kılan "laik sermaye çevresi"dir.

Thatcher'ın (ve dolayısıyla temsil ettiği sınıfın) Afgan mücahitlere "Hür Dünya'nın kalbi sizinle birliktedir" derken sınıfsal bilinci ne kadar yerindeyse, bizim "laik" burjuvaların da içkilerini yudumlarken AKP sevicilik yaptıklarında aynı sınıfsal bilinç berraklığına sahip olduğundan kuşku duymamak gerekir.  

Kitaptaki tartışmalar esnasında benim özcü ve tarihdışı diyebileceğim kimi argümanlar da ortaya atılıyor. Bu argümanlar, yürütülen tartışmada "esas oğlan" olmaya ne kadar yaklaşırsa, o denli sorunlu bir görüntü çiziyor. Örneğin, Osmanlı'nın sadece ve sadece zora dayalı bir düzen olduğunu savlamak (sf.153) da buna karşı ifade edilen siyasal iktidarı tehdit etmediği müddetçe Osmanlı, "fikri hür, vicdanı hür insanların yönetimiydi" (sf.155) savı da eşit derecede sorunlu.


melnur  |  Cvp:
Cevap: 1
10.12.2016- 09:49

İYİ NİYET TAŞLARI

Belki de kitaba ilişkin en fazla yazmak istediğim ancak bir portal yazısında hakkının verilmesi mümkün olmayan kısma gelmiş bulunuyoruz. Kitabın içine serpiştirilmiş olan iyi niyet taşları… Bu iyi niyet taşları, Clairvauxlu Bernard'a izafe edilen meşhur deyişte olduğu gibi "cehenneme çıkan yolları" döşemekte kullanılabilir. Bunlardan çok önemli gördüğüm ikisine detaylandırmadan işaret etmek istiyorum.

Batı'nın kendisini ve Doğu'yu icat etmesinin ve bu vizyona göre ikna ve zor aygıtlarıyla şekillendirmesinin eleştirisi oldukça eski. Bu eleştiri, temel kalkış noktası itibariyle son derece haklı da. Ancak bu eleştirilerin genelde düştüğü hata Doğu-Batı ikiliğini yeniden üretme, buradan müphem bir Batı/batıcılık karşıtlığı türetme oluyor. Üstelik bu başlıklar, ideolojik ve artık siyasal olarak son derece tehlikeli. Kuşkusuz, Orhan Gökdemir'in işaret ettiği gibi "Batı" kanonunu eleştirmek önemli ve gerekli bir düşünsel faaliyet olsa da buradan doğuculuk ve batıcılık türetmek insanlığın evrensel birikimini reddeden geri ideolojilere kapı aralamaktadır. Üstelik siyaset kanallarını tıkayan derin bir coğrafi determinizmi de beraberinde getirmektedir.

Avrupa'da ortaya çıkan burjuva toplumuna ve aydınlanmasına sınıfsal çelişkiler ekseninden bakarak bunların sınırlarını saptamakla bunları külliyen reddetmek arasındaki farkı kavramak, --artık post-postmodernizmden bahsedildiğine göre-- bu postkolonyal ve postmodern tezlerin ortaya çıktığı ve pek moda olduğu zamana göre daha kolay ancak bir o kadar gereklidir. Günümüzde sağ ve sol popülizmin yansımaları olan "Avrupa'dan vazgeçme" ve "Avrupa'yı kurtarma" hedefiyle türetilen ve güçlükle nefes alan kapitalizme soluk aldırmayı amaçlayan siyasal projeler birbirini çelmek şöyle dursun, kolayca birbirine eklemlenmekte ve birbirlerini beslemektedir. Bunu, dediğim gibi, başka bir yazıda genişçe ele almak gerekiyor. O nedenle kitapta bu sorunun dolandığı uçları göstermek açısından bir örnekle yetinerek bu kısmı noktalamak istiyorum: Alfabenin değiştirilmesinin "koca bir ülke bir gecede okuma yazma bilmez bir ülke haline getirilmiştir" (sf. 151) şeklinde yorumlanması hem tarihsel olarak hem de siyaseten sorunludur ve yukarıda bahsettiğimiz mesele ile yakından ilişkilidir. Hakeza, Yeniçeri ocağının cebren tasfiyesinin "'Islahat' adına uğranan zulüm" (sf. 147) olarak yorumlanması da…

Bu bizi aynı zamanda diğer başlığa getiriyor.

Bir diğer iyi niyet taşı ise milliyetçilik meselesinde ortaya çıkıyor. Kemalizmin en önemli sorununun ve zaafının milliyetçilik olduğunu, Kemalizmin "asli günahının" kimlik politikaları bağlamında ortaya çıktığını iddia etmek her şeyden önce kitapta bir kaç kere vurgulanan bu ideolojinin sınıfsal aidiyeti fikri ile çelişmektedir. Cumhuriyeti telafisi mümkün olmayan bir sonla buluşturan uyguladığı şu ya da bu politika değil, o politikaları da belirleyen sınıfsal tercihlerdir. Kemalizmin takip ettiği Türkleştirme politikalarının sınıfsal bir rasyonelitesi olduğunu unutmamak gerekir. 1923 Cumhuriyeti'nin aydınlanmacı adımlarının ürkekliğinin sebebi de aynı yerdedir. Orhan Gökdemir'in altını kalın kalın çizdiği şu nokta bu açıdan çok önemlidir: "Bizim tartıştığımız cumhuriyet, bütün öteki şeylerin yanında, yurttaşların karnını doyuramadığı, eğitimini sağlayamadığı, sağlıklı yaşam hakkını sağlayamadığı için göçüp gidiyor" (sf. 246).

NEREDEN İLERLEYEBİLİRİZ?


Benim kitaptan çıkarttığım en önemli sonuç ülkemiz bağlamında 3 büyük kuramsal başlık üzerinde somut ürünler vermek gerektiğidir. Belki zaten bu soru(n)lar üzerine kafa yormakta olduğumdan bu sonuca varmış olabilirim: Birincisi, burjuva devrimi meselesidir. Bu kavramı hem açıklığa kavuşturmak, derinleştirmek hem de ülkemizde nasıl tezahür ettiğini kavramak durumundayız. Zira burjuva devriminin arazları ve aslında bir karşı-devrime evrilmesinin özünde bu kavramdaki muğlaklık yer almaktadır. Burjuva devrimini kavramak için, geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemlerinin artık baygınlık getiren milliyetçilik üzerinden okunmaları yerine sınıfsal çelişkilere tercümesi gerekmektedir. Dolayısıyla ikinci başlık, geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet döneminin sınıfsal yapısının analizidir. Üçüncü başlık ise, tarihsel ilerleme fikridir. Tarihsel ilerleme, marksizmin olmazsa olmazıdır. Bütün bunları anlamlı bir dizgeye oturtmanın, bu kavram ve olaylardan bir insicam çıkartmanın yolu tarihsel ilerleme olacaktır. O nedenle tarihsel ilerlemenin ne olduğunu, bizim coğrafyamızda neyin ilerici neyin gerici olduğunu kavramak durumundayız.

Ortaçağ manastırlarına hakim olan ve "dünya yaşlanıyor" deyişinde cisimleşen kronolojik kötümserlik insanlığı bugün de esir almış durumda.

İnsan (ve özellikle aydın) eğer ruhunu ve aklını bilinçli olarak düzene satmıyorsa, önünde iki seçenek duruyor. Bunlardan biri, kitapta Enver Aysever'in haklı olarak ve büyük bir içtenlikle anlattığı bir yabancılaşma halidir. "Yabancılaşıyorum çünkü bu çağın saati başka işliyor" (sf. 231). Bu yabancılaşma hali, haklı itirazları insanın kendisine dahi "oyunbozanlık" olarak göstermekte ve bunun bir "ruhsal faturası" olmaktadır (sf. 248). Bu ruhsal fatura, yalnız, aynı anlama gelmek üzere kolektif bir yapının ve mücadelenin parçası olmayan aydına intihar ya da ihanet dışında seçenek bırakmıyor.

Bugünün Türkiyesi'nde bunu aşmanın yolu, Cumhuriyet Senin İçin'in de iddia ettiği gibi yeni bir cumhuriyet için mücadele etmektir. Eşitlik, özgürlük ve kardeşliğin hakim olduğu, toplum olmayandan emekçi karakterli bir topluma geçişi hedefleyen, tarihin çarklarını ileri döndürecek bir cumhuriyet için… Büyük harfle İnsan'ı ve Aydın'ı var eden anlama yetisine, aslında bu yetiyi yaratan değiştirme iradesi ve eylemine sahip çıkmak için…

Anladığımız için gideni ve gelmekte olanı…

Bütün yemişler dallarımızda olduğu için…

Resim Ekleme

http://haber.sol.org.tr/toplum/aysever-ve-gokdemirin-actigi-tartisma-yeni-bir-cumhuriyet-icin-cumhuriyet-senin-icin-178449

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]