Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Kürt Ulusal Sorunu

Kurtuluş Kılçer yazdı: UKKTH değil, devrimin kaderini tayin hakkı!


Bu yazıda son günlerde tartışma konusu olan “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” başlığına değineceğiz. Türkiye sosyalist hareketinde görülen “statükoya”, dillendirilen ezberlere karşı bir yazı olduğunu belirterek başlayalım.

Ezber devam ediyor; Lenin üzerinden bu konuya statik bakış bir kez daha karşımıza çıkıyor: Ayrılma dahil bu hakkı tanıyoruz, saygı duyuyoruz! Biraz daha ileri olarak “evlilikten yanayız, ancak boşanma hakkı da tanınmalı, eğer boşanmak istiyorlarsa diyecek sözümüz yok ancak yine de evlilik devam etse…” deniliyor. İlk başta bir sorun yok gibi gözüküyor, ancak siyasal mücadele söz konusu olduğunda bir çeşit “idealizmin” sınırları ile karşılaşıyoruz.

Tartışma Barzani yönetimi tarafından Kuzey Irak’ta yapılan “bağımsızlık referandumu” üzerinden döndürülüyor. Bu konu önemli ve buraya dair bir kaç notu aşağıya düşeceğiz. Ancak ilk elden söylenmesi gereken açık ve somut olarak şudur: Mesele Barzani değildir, mesele Türkiye’deki Kürt sorunudur!

Kimse meseleyi teğet geçerek, ulusal sorun hakkında Lenin tarafından yazılanları tekrar edip bu sorunun etrafından dolaşmamalı. Türkiye sosyalist hareketinde bu soru somut ve net bir politik tutumla yanıtlanmak zorunda.

O yüzden, söz konusu ulusların kendi kaderini tayin hakkı meselesi ise sorun iki noktada düğümlenmektedir:

Bir; Barzani merkezli bir Kürt devletleşmesi ile Suriye’nin kuzeyindeki durum hakkında somut olarak ne diyorsunuz?

İki; Türkiye’nin Kürt sorunu konusunda politikanız nedir?

UKKTH üzerine bilinenleri tekrar etmenin ötesine geçmeden meseleyi ele alan her tutumun eksikli bir yan barındıracağı açık olmalı. Lenin tarafından ulusal sorun üzerine yazılanların farklı noktalarından tutup bugüne aktarmanın bir yerden sonra karşılığı bulunmuyor. Kuzey Irak’ta ortaya çıkan durumu ele almak ayrı bir konu olmakla birlikte buradaki teorik-siyasal yaklaşımın, ülkemizdeki Kürt sorunu bağlamında nereye düşeceği de mutlaka kestirilmek zorundadır.

Kuzey Irak’ta ortaya çıkan durum, bir sürecin ürünü olarak değerlendirilmeli. Irak’ta 36. paralelin kuzeyi emperyalizm tarafından “güvenlik kuşağı” olarak korunmuş, ABD ve İngiltere’nin başını çektiği bir işgal girişimi ile bugünkü tablo ortaya çıkmıştır. Bugün Irak’ın parçalanması ve kuzeyinde ayrı bir Kürt devletinin kurulmasının bir emperyalist proje olarak karşımıza çıktığını net ve açık olarak yazmak durumundayız. Emperyalizmin, küreselleşme adıyla iki kutuplu dünyanın yıkılışından sonra, dengeleri kendi lehine döndürme politikasının somut karşılığı bugün Irak’ta yaşanmaktadır. Böylesi bir adımın politik sonuçlarının emperyalizmin bölgeye yerleşmesi, İran’ın emperyalizm tarafından kuşatılması, İsrail’in güvenliği ve enerji kaynaklarının kontrolü ile doğrudan ilgisi vardır. Aynı zamanda, bugün Barzani siyaseti, bir ulusal kurtuluş hareketinin değil, emperyalist dünyaya doğrudan eklemlenme arayışının burjuva öznesi olarak görülmelidir. Kürt siyasetinin en işbirlikçi hareketinin bu adımının, kendi iktidarını kurtarma amacı taşıdığı ayrıca not edilmelidir.

Emperyalizm, açık bir biçimde Ortadoğu’ya müdahalesinde “Kürt kartını” devreye sokmuş, Ortadoğu’nun tarihsel sorunu üzerinden kendine yer açmıştır.

Kuzey Irak’ta Barzani merkezli devletleşmenin emperyalizm bağı bize göre açık bir gerçek olarak karşımızdadır ve aynı senaryo farklı bir içerikle Suriye’de de hayata geçirilmektedir. Suriye’nin kuzeyinde ABD ile yapılan askeri-siyasi ittifak açık bir biçimde ortadadır. Bu anlamıyla Barzani meselesinde tutum almak kadar Suriye’deki PYD meselesinde de tutum almak önemlidir. Birini görüp diğerini görmemek olmaz.

Barzani’yi eleştirip, Kuzey Suriye’deki gelişmeler konusunda suskunluk kabul edilebilir mi? Barzani yönetiminin adımını eleştirip, Suriye’nin kuzeyinde PYD’yi destekleyici tavırlar içine girilebilir mi? Türkiye sosyalist hareketinde ne yazık ki bu tür örnekler karşımızdadır ve üzerine düşünülmelidir.

Ulusların kendi kaderini tayin hakkı üzerinden sahiplenici bir bakış ile Irak’ın kuzeyindeki gelişmeleri olumlamayıp Suriye’nin kuzeyindeki durumu olumlamak – ya da tersi- ne kadar çelişkili ise bu politikanın söz konusu Türkiye olunca benzer bir çelişik durum yaratacağı da bilinmelidir.

Barzani’yi destekleyip Türkiye’deki Kürt sorununda birlikçi bir yaklaşımdan bahsedemezsiniz. Barzani’yi eleştirip “Rojava devriminin” yanında olduğunuzu söyleyemezsiniz. Barzani ve PYD gerçeğini olumlayıp Türkiye’de Kürt sorununda birlikçi bir politika inşa edemezsiniz.

Bu politika olsa olsa, Irak ve Suriye’deki Kürt yoğunluklu yerleşimlerin Türkiye’ye bağlanmasını savunmak anlamına gelir! Tersi ise, Türkiye’de Kürt sorununa yaklaşıma dair başka “niyetleri” ifade eder.

Bugün Türkiye’nin tarihsel ve siyasal anlamda en önemli sorunlarından birisi olarak saptanan Kürt sorununda da sosyalist hareket net bir siyasal tutum belirlemelidir. Bize göre, emperyalizmin çıkarlarına hizmet edecek, halklar arası düşmanlığı körükleyecek ve bölünmelere neden olacak her siyasi adımın karşısında yer alınmalıdır.

Teğet geçilerek, etrafından dolaşılarak, ulusların kendi kaderini tayin meselesinde Lenin üzerinden bilinenleri tekrar ederek karından konuşulmasının vakti geçmiştir. Bir politik hattın inşası, aynı zamanda Kürt siyasi hareketi (bütün bölmeleriyle) ile ilişkileri de belirleyecek bir boyut taşır. Türkiye sosyalist hareketinde en önemli turnusol kağıdı tam da bu bam telindeki konuyla ilgilidir. Yoksa meselenin “ulusalcılık, şovenizm, Türk milliyetçiliği, geleneksel devletçi bakış vs.” gibi çarpıtmalar ya da yaftalamalarla ele alınacak bir boyutu olamaz ve mesele bu şekilde ucuz propaganda malzemesi haline getirilemez.

“Gördünüz mü, ulusların kendi kaderini tayin hakkı tamam ama Kürtlere hayır diyen Türkiyeli sosyalistleri, komünistleri” gibi kolaycı yorumlardan uzak durmak gerekiyor.

“Atatürk Cumhuriyeti de emperyalizm destekli kurulmuştu, bunu savunup, Kuzey Irak’taki Kürt devletine niye hayır diyorsunuz” gibi tarihsel gerçekliği olmayan sosyal medya yorumlarından uzak durunuz. 1923 Cumhuriyeti’nin emperyalist işgale karşı kurulması ile emperyalizmin topu, tüfeği, sermayesi ve siyasi desteği ile Kürt devletleşmesi nasıl yan yana getirilebilir?

Elbette Sovyet Rusya’sını düşünerek 1923 Cumhuriyeti’nin kuruluş parametrelerini bir kez daha hatırlatmak gerek.

melnur  |  Cvp:
Cevap: 1
04.10.2017- 20:55

Ulusların kendi kaderini tayin hakkının Lenin’de ifadesi “bu hakkın tanınmasını kabul edip etmemek” değildir. Lenin, devrim öncesinde ve sonrasında “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı savunmuş, ayrılma dahil bu hakkın sahiplenilmesi gerektiğini yazmıştır. Ancak Lenin’i bu politik sonuca götüren politik zemin ve niyetler mutlaka ortaya konulmalı. Bağlamından kopartılmış bir idealizm değil, tersine, bağlamı içinde değerlendirilmesi gereken bir somutluk olarak bu söylem maddi bir zemine oturtulmalıdır. Lenin’in Parti içinde ayrı örgütlenmeyi savunun Bundçulara dönük tutumunu, Avusturyalı komünistlerin “kültürel özerklik” tezlerine karşı ödünsüz duruşunu da yazmak gerek. Yine aynı şekilde Rosa Luxemburg ile ulusal sorun üzerinden yaptığı polemiklere yakından bakıldığında Lenin’in çubuğu siyasete büktüğü açık olarak görülecektir.

Çünkü, Rus imparatorluğu altında ezilen ulusal dinamiklerin devrime bağlanması Lenin’in en önemli siyasal taktiği olarak karşımızdadır. Yine aynı şekilde emperyalizmin boyunduruğu altında bulunan ezilen ulusların “ulusal kurtuluşları”nın emperyalizme karşı verilecek bir mücadele anlamına geleceğini Lenin çok iyi görmüştü. Açıktır ki Lenin, Rusya topraklarına ayağı basan, farklı ulusal dinamiklere ve hareketlere sahip bir imparatorluk zemininde devrimin çıkarlarını merkeze koyan bir yaklaşımı geliştirmişti.

Dünün koşullarını görmeden, yazılanları bugüne bire bir taşımak başka bir anakronizm örneğidir. Ortada bir ilkeden çok, Lenin tarafından geliştirilen bir siyasal taktik olduğu açık olmalı. Ayrıca sosyalist bir rejimde ulusal sorun ve ulus devletler sorunu ile bugünün burjuva siyasetinde ulusal soruna yaklaşım bir ve aynı şey değildir. Devrimin uzağında bulunulan bir kesitte, karşı-devrimci emperyalizmin çıkarlarına hizmet edecek adımları, sosyalist bir ilke ile açıklamak yanlış bir yöntem olacaktır.

Marx, 1871’de Prusya-Fransa savaşında, önce Fransa’nın karşısında yer almış, sonra Paris’i işgal eden Prusya’ya karşı Paris işçilerinin mücadelesinin öncülüğünü üstlenmiştir. Osmanlı-Rus harbinde, Osmanlı’nın yanında yer alan Marx, Osmanlıcı olduğundan değil, devrimin çıkarlarını merkeze koyarak bir bakış açısı geliştirdiğinden dolayı bu tutumu almıştır.

Bugün emperyalizmin Ortadoğu’ya yerleştiği bir tabloda, bunun Kürt devletleşmesi üzerine bina edilmesinin, devrimin önünü açtığını kim söyleyebilir. Devrimin önünü açacak şey, emperyalizmin yenilgisidir!

Tam da bu yüzden, merkeze konulacak şey ulusların kaderini tayin hakkı merkezli bir bakış değil, devrimin kendi kaderinin nerede görüldüğü ile ilgili bir tartışmadır.

Lenin’in ulusların kendi kaderini tayin hakkı üzerinden yazdıklarını, özet olarak ortaya koyarak bir politika oluşturulamaz. Lenin’in yazdıklarının bağlamı, niyeti, hedefi, somutluğu ve gerçekliği analiz edilerek bir soyutluk yaratılabilir. Bu soyutlama bugün Türkiye toprağında bir somutluğa dönüşebilir, dönüşmelidir.

Peki ya Kürt sorunu? Kürt sorununun bir sosyalist çözümü vardır, tıpkı burjuva çözümü olduğu gibi. Ancak komünistlerin işi, Kürt sorununun çözümü adına burjuva iktidarın ve emperyalizmin tahkimat yapmasına koltuk değneği olmak değildir.

“Kürt siyaseti gözlüğü” ile değil “devrimin gözlüğü” ile meselelere yaklaşmak devrimci bir yöntem olarak önümüze konmalıdır. Bugün Ortadoğu’da ve Türkiye’de devrimin önünü açacak bir politik hat örülmeli, bu politik hattın özünde Kürt-Türk bütün etnik kökenden gelen emekçilerin ortak mücadelesi bulunmalıdır.

Kaldı ki, Kürt emekçileri ile Türk emekçilerini ayıracak coğrafi sınırların ortadan kalktığı, başta İstanbul olmak üzere Kürt emekçilerinin yoğun yaşadığı yerlerde nasıl bir “ayrılma dahil ulusların kendi kaderini tayin hakkı” politikası belirlenebilir?

İki kutuplu dünyada ulusal kurtuluş mücadelelerinin anti-emperyalist objektif karakteri ile bugünün emperyalist-kapitalist sisteminde, iki kutuplu dünyanın dengelerini bozarak emperyalizmin kendine bağlama girişimleri bir ve aynı şey olabilir mi? UKKTH kavramı dünün devrimci kavramı iken, bu kavramın bugün emperyalizmin kendine bağlama manası görülmeden, bu sorun “idealistçe” tartışılamaz.

Kadim bir halkın tarihsel ulusal sorunu, emperyalizm diye diye bu kadar karşıya alınabilir mi diye itiraz edenler olursa, diyeceğimiz basittir: Lenin’in ulusların kendi kaderini tayin hakkı üzerine yazdıklarını refere etmeyi bırakın o zaman. Çünkü Lenin’in en önemli eserlerinden birisi de “Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” çalışmasıdır.

Elveda Lenin denilirse, zaten diyecek bir şey kalmamıştır.

melnur  |  Cvp:
Cevap: 2
08.10.2017- 19:15

Sınıfların kendi politikalarını tayin hakkı- Ender HELVACIOĞLU

Ülkemin bilumum liberali, özgürlükçülük budalası, vicdani kabulcüsü, polisten her dayak yiyenin yanında bitiveren andaval solcusu… bugünlerde Marksist-Leninist kesiliverdi. Kürdistan ve Katalonya referandumları sayesinde Marx’ı, Lenin’i hatırlayıverdiler. Ne güzel!

Marx’ın sözü dillerden (daha doğrusu klavyelerden) düşmüyor: “Bir başka ulusu ezen ulus özgür olamaz”. Lenin’in “Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı” adlı kitabı (daha doğrusu kapağının görseli) paylaşım rekorları kırıyor. Darısı aynı yazarın “Emperyalizm” ve “Devlet ve Devrim” gibi kitaplarının başına…

Ama bu “ulusların kaderlerini tayin hakkı” meselesi çok karmaşık bir denklem. Bir tane aforizma ile çözülebilseydi keşke…

Birincisi denklemin kendisi bile birçok -kavramsal/kuramsal- bilinmeyeni içeriyor: Ulus nedir? Ulusun kaderi kimin kaderidir? Kader nasıl tayin edilir? Hak nedir? Tabii bir de sınıflı toplumlarda ve emperyalizm çağında çözmeye çalışıyoruz denklemi. Şirazeyi bir kaçırdık mı, aşiretlerin/tarikatların/kabilelerin kaderlerini tayin hakkına kadar gideriz korkarım…

İkincisi tarihsel boyutları olan bir konu. Kaderini henüz tayin etmeye çalışanlar bizi zorluyorsa eğer, şimdiye kadar etmiş olanlara bakabiliriz. Fransız ulusu kaderini nasıl tayin etmiştir örneğin? Ya İngiliz, Alman, İtalyan, İspanyol, Rus, Japon ulusları? Ya Amerikan ulusu (bu bambaşka bir hikâye)? Bizim tarafa doğru gelelim: Araplar, Farslar, Türkler nasıl tayin etmişler kaderlerini? Veya edebilmişler mi, etmenin hangi noktasındalar? Sovyetler Birliği, Yugoslavya, Çin Halk Cumhuriyeti gibi devletleri ve toplumları denklemin neresine koyacağız? Latin Amerika ve Afrika’ya hiç girmiyorum, çünkü oralar dipsiz kuyu… Velhasıl işin tarihsel boyutuna (olmuş bitmişler kısmına) girildiğinde dahi, görülecektir ki bilinmeyenler azalmak yerine artmaktadır.

Üçüncüsü, hiç de öyle “evrensel” değil, son derece politik bir konu. Bilindiği gibi bilimin doğrusu ile siyasetin doğrusu birbirinden farklıdır. Bir atom modeli kurarken kimse size “protonlardan yana mısın, elektronlardan yana mı?” diye sormaz. Ama siyasette sorarlar: Kimin doğrusu? Dahası, siyasetin doğrusu mekâna ve zamana göredir.

Bütün bunlardan dolayı mesele bir aforizma, iki paragraf aktararak çözülemez. Hele “faşist İspanyol devleti ezilen Katalanlara saldırdı; haydin saflara” basitliğiyle ele alındığında iyice komik olunur. Böyle “tamamen duygusal” konular, ergen duygusallığıyla ele alınamaz. Bu nedenle içinde yaşadığımız temel sürece uygun bazı kıstaslar süzmeye çalışmak ve somut durumun somut tahlilini (kendi sınıfsal ve politik pozisyonumuz açısından) yapmak zorundayız bu meseleleri ele alırken. İkide bir atıf yapılan Marx ve Lenin’in yazdıkları, cımbızlamak için değil de damıtmak için okunursa eğer, onların da ısrarla bunu yaptıkları görülecektir.

Gerek Marx ve Engels gerekse Lenin, ulusların kaderlerini tayin etme meselesini, genel anlamda demokrasi mücadelesine, proletarya devrimine ve anti-emperyalist mücadeleye tabi bir sorun olarak ele alırlar. (Marx ve Lenin “demokrasi mücadelesi” derken -bu kavram bugün fazlasıyla kirletildiği için vurgulamak zorundayız- aristokrasinin tasfiyesini kastetmişlerdir.)

Örneğin Marx 1848’de Çeklerin ulusal hareketine karşı çıkar. Lenin, Marx’ın bu tutumunu şöyle olumlar: “… 1848’de ulusları ‘gerici” ve demokratik devrimci olarak birbirinden ayırmak için tarihsel ve siyasal nedenler vardır… Ulusların kaderlerini tayin hakkı, demokrasinin istemlerinden biridir ve elbette ki, onun genel çıkarlarına, demokrasinin genel çıkarlarına bağlı olmalıdır.” (V. İ. Lenin, UKTH, Sol Yay., çev.: M. Erdost, 12. baskı, Ankara 2014, s.142) Marx 1869’da ise İrlanda’nın İngiltere’den ayrılmasını destekler. Bu tutumu İngiliz işçilerinin devrimci savaşımının çıkarları açısından alır; sınıflar üstü bir “ulvi” tutum olarak değil. Marx sınıfların üstüne çıkacak kadar “özgürlükçü” değildi.

Lenin de nettir: “Ulusların kaderlerini tayin hakkı dahil, demokrasinin çeşitli istemleri mutlak şeyler değildir, bunlar, dünya demokratik hareketinin (bugün sosyalist hareketinin) tümünün bir parçasıdır. Bazı somut durumlarda, parçanın, bütün ile çelişkiye düşme olasılığı vardır; o zaman parça atılır.” (UKTH, s.173)

Birkaç paragraf sonra şöyle ekler: “Eskiden asıl sorun çarlığa karşı (ve çarlığın demokratik olmayan amaçlarla kullandığı küçük ulus hareketlerine karşı) ve Batının büyük devrimci halklarından yana savaşmaktı; bugün asıl sorun, artık birleşmiş olan emperyalist güçlerin, emperyalist burjuvazinin, sosyal-emperyalistlerin cephesine karşı savaşmak ve emperyalizme karşı olan tüm ulusal hareketleri sosyalist devrim yararına kullanmaktır.” (UKTH, s.174)

Fikirlerimizi Marx-Lenin atıflarıyla kanıtlamak gibi skolastik bir yöntemi benimsemeyiz. Söyledikleri tanrı kelamı değildir; yanlış da düşünüyor olabilirler, tartışılır. Bu aktarmaları, konu tartışılırken kendilerine pek fazla gönderme yapıldığı için, genel tutumlarının ve öne çıkardıkları kıstasların neler olduğunu ortaya koymak için yaptık. Bilinsin, ona göre paylaşım yapılsın. Marx ve Lenin’den çok şey çıkar ama onlardan bir “burjuva demokrat” çıkaracak sihirbaz sanırım daha anasından doğmadı.

Şimdi -tarihte ve günümüzde- somuta geçebiliriz.

***

Hem yerimiz kısıtlı olduğu hem de daha önce çok yazdığımız için özetin özetiyle yetinmek durumundayız.

1) İlk uluslar Avrupa’da aristokrat sınıfların burjuvazi önderliğindeki demokratik devrimlerle tasfiye edilmesi ve kapitalist üretim ilişkilerinin yerleşmesi sürecinde bir burjuva icadı olarak ortaya çıktı. Bu uluslaşma süreci, gönüllü ve zor yoluyla bir asimilasyonu da gerektirdi. İktidarı alan burjuvazi, kendi hâkimiyet alanında, tarihin derinliklerinden gelen ve farklı geleneklere, tarihlere, hatta dillere sahip olan çok çeşitli halkları, kavimleri, toplulukları birbirine kaynaştırmaya ve bir ulus kimliği altında aynılaştırmaya çalıştı.

Aslında bu da, burjuva demokratik devrimin bir parçasıydı. Eski ilişkiler, eski dar aidiyetler tasfiye edildi ve ortak bir piyasa yaratıldı. Ulus “özgür yurttaşlardan” oluşur; bu yurttaşlar ortak bir piyasanın (yani ulusun) emeklerini satarak geçinen “özgür” bireyleridirler. Bu içte bir kaynaştırma ve aynılaştırma, dışa (diğer ulus devletlere) karşı ise ayrıştırma sürecidir. Ulus, ulus devlet ve ideolojisi olarak milliyetçilik, bu süreçte ortaya çıktı.

Kısacası Avrupalı halklar feodalizmin tasfiyesi ve kapitalist ilişkilerin yaygınlaşması sürecinde uluslaşarak, burjuvazi önderliğinde kaderlerini tayin ettiler. Buna uluslaşmanın “Avrupa (kapitalist) yolu” diyoruz. Avrupa’nın ileri kapitalist ülkeleri, ABD ve Japonya (her biri farklılıklar taşımakla birlikte) benzer süreçlerden geçtiler.

19. yüzyıl sosyalistleri demokratik devrim sürecini desteklediler. Öte yandan kapitalist ilişkilerin olgunlaşması, işçi sınıfının ortaya çıkması, burjuvazinin gericileşmeye başlaması ve proleter devrimin gündeme girmesiyle birlikte “işçi sınıfının birliği” sloganını ortaya attılar. Avrupa’nın bazı bölgelerinde hâlâ demokratik devrim süreci yaşanırken, daha ileri bölgelerde proleter devrim gündeme girmişti. Dolayısıyla Marx ve Engels, uluslaşma meselesine, hem demokratik devrimin hem de proleter devrimin çıkarları açısından baktılar ve farklı bölgelerde bu kıstaslara göre farklı tutumlar aldılar; yani somut durumun somut tahlilini yaptılar.

2) 19. yüzyılın sonuna doğru en önemli gelişme kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçmesi ve kapitalist ilişkilerin dünyalılaşmaya başlamasıydı. O dönemde kapitalist dünya dışındaki coğrafya, ya kadim imparatorluklarla (Osmanlı, Çin, İran, Rus çarlığı) ya da Avrupalı kapitalistlerin sömürgeleriyle kaplıydı. Emperyalizmin gelişmesi ve sermaye ihracı yoluyla kapitalist ilişkilerin bu coğrafyalarda yeşermeye başlaması, hem sömürgeciliğin hem de kadim imparatorlukların sonunu getiriyordu. Bu, bütün dünyanın emperyalist odaklar tarafından yeniden paylaşılmasının da gündeme gelmesi demekti.

Kapitalizmin dünyalılaşması, uluslaşmanın da -Avrupa yolundan farklı bir biçimde- dünyalılaşmasına yol açtı. “Ulusların kaderlerini tayin hakkı” (UKTH) kavramı da bu dönemde siyaset literatürüne girdi.

20. yüzyıl başında dünyada birbirine zıt iki büyük akım doğdu: Emperyalizm ve anti-emperyalizm. Anti-emperyalizmin de iki dalı vardı: Proletarya devrimleri (sosyalizm) ve ulusal kurtuluş mücadeleleri.

UKTH, bu iki büyük akım tarafından da kullanılan bir politik araçtı. Emperyalistler, hem çözülmeye yüz tutmuş kadim imparatorlukların geniş topraklarını (ki bir halklar, etnik topluluklar, kavimler denizidir buralar) kendi hâkimiyet alanlarına katmak için, hem de yeni palazlananlar eski büyük sömürgecilerin sömürgelerini ele geçirmek için UKTH’yi kullandılar.

Anti-emperyalist akım için ise UKTH, hem sömürgecilikten ve yeni emperyalist müdahalelerden kurtulmanın, hem de yıkılan imparatorluklardan bağımsız vatanlar ve ulus-devletler çıkarma mücadelesinin sloganıydı.

UKTH’nin hem ABD Başkanı Wilson hem de -yakında iktidara yürüyecek olan- Lenin önderliğindeki Bolşevikler tarafından savunulmasının nedeni buydu. Lenin’in, emperyalizm çağında dünyanın ezen ve ezilen uluslar biçiminde ikiye ayrıldığını söylemesinin, UKTH’yi ezilen ulusların ezenlere karşı bir hakkı olarak gündeme getirmesinin ve UKTH’yi desteklemenin en önemli şartı olarak “anti-emperyalizmi” belirlemesinin nedeni de buydu.

Kısacası bu dönemde de UKTH, her durumda somut olarak tahlil edilmesi ve destek verilip verilmeyeceğine ona göre karar verilmesi gereken -deyim yerindeyse- iki kenarı da keskin bir kılıçtı.

3) 20. yüzyılda ezilen coğrafyada ulus sorunu, 19. yüzyıl Avrupa’sından farklı boyutlar kazandı: a) Birincisi -Avrupa’da olduğu gibi- kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin demokratik devrimlerle tasfiyesi sorunuydu. b) İkincisi, kendisiyle rekabet edecek ve sömürüsüne kısıtlamalar getirecek bir düzenlemeyi engellemeye çalışan emperyalistlere karşı bir bağımsızlık sorunuydu. c) Üçüncüsü, birbiriyle yan yana ve iç içe yaşayan çeşitli halkların uluslaşma süreçlerinin birbiriyle kesişmesinin getirdiği (emperyalistlerin de yoğun olarak müdahale ettikleri) çelişkilerin bir biçimde çözülmesi sorunuydu.

(Yeri gelmişken belirtelim: bu üçüncü şık da son derece önemlidir ve milliyetçiliğin neden bir çözüm olamayacağının gerekçesidir. Anti-emperyalizm/vatanseverlik ile milliyetçilik farklı şeyler; hatta çoğu zaman birbirini dışlayan şeyler.)

Anti-emperyalist akımın iki dalı bu sorunlar yumağına, önce ittifak eden ama giderek ayrışan iki farklı çözüm ürettiler. Birincinin simgesi, sosyalizm yolunu tutan ve pratiğe geçtiği geniş coğrafyalarda ulus-devleti zorlamak yerine halkların eşitliği ve kardeşliği ilkesini uygulamaya çalışan Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti idi. İkincinin simgesi ise kapitalizmde karar kılan ve esas olarak Avrupa yolunu zorlayan Türkiye Cumhuriyeti.

4) Gelelim günümüze. Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloğunun çözülmesi sürecinde UKTH yeniden bir emperyalist araç olarak gündeme geldi. SB, Doğu Avrupa’nın sosyalist ülkeleri ve Yugoslavya, UKTH aracıyla çözüldüler ve parçalandılar. Anti-emperyalizmin 20. yüzyıl başındaki ikinci dalı ile oluşan ulus-devletler de bu emperyalist saldırıdan nasiplerini aldılar/alıyorlar.

Sosyalizmin var olduğu bir dünyada, “emperyalizmden koparılan toprak parçası” olarak gündeme gelen “vatan”, sosyalist bloğun bulunmadığı günümüz dünyasında esas olarak “emperyalizmin kopardığı toprak parçası” olarak gündeme geliyor. UKTH meselesi, bu siyasal durum göz ardı edilerek ele alınamaz.

Tabii ki her ulusun -ayrı bir devlet kurmak da dâhil olmak üzere- kendi kaderini tayin hakkı vardır. Her insanın yaşama, her eşin boşanma hakkı olduğu gibi. Fakat bu hakkın kullanılıp kullanılmaması, kullanılacaksa nasıl kullanılacağı, başkalarının bu kullanımı destekleyip desteklemeyeceği tamamen politik bir konudur ve somut durumun somut tahliline bağlıdır.

Sosyalistler için bugün öne çıkan kıstas anti-emperyalizmdir; sosyalizme yönelebilmenin yolu da budur. Şuna bakacağız: UKTH, “emperyalizmden koparılan toprak parçası” olarak mı gündeme geliyor, “emperyalizmin kopardığı toprak parçası” olarak mı? Birincisini destekleriz, ikincisine karşı çıkarız. Tıpkı zamanında Marx’ın ve Lenin’in yaptığı gibi.

Nasıl sınıflar üstü bir devlet, sınıflar üstü bir demokrasi, sınıflar üstü bir uluslaşma yoksa, sınıflar üstü bir UKTH da yoktur. Sınıf mücadelesinin her düzlemde acımasızca sürdüğü bu Makyavelist ortamda, dünyanın budalası biz değiliz!

Emperyalist müdahalelerin Irak ile Suriye’de yarattığı ortamda, ABD’nin ve İsrail’in desteğiyle, aşiret reislerinin ve Amerikan askeri konumuna düşmüş güçlerin marifetiyle oluşacak bir “Kürt devleti”ni niye destekleyelim? Zenginliğini tüm İspanya ile paylaşmak istemediği için ayrılma yolunu tutan Katalan burjuvazisinin derdi bize mi düştü? Yeter artık bu sınıflar üstü budala solculuk!

http://www.abcgazetesi.com/siniflarin-kendi-politikalarini-tayin-hakki-8076yy.htm

melnur  |  Cvp:
Cevap: 3
11.10.2017- 22:19

Kurtuluş Kılçer'in yazısına tamamiyle katılıyorum. Kürt sorununda belki de ilk kez bu kadar açık ve net bir yorumda bulunmaktadır. Ne var ki, ''Bugün Türkiye’nin tarihsel ve siyasal anlamda en önemli sorunlarından birisi olarak saptanan Kürt sorununda da sosyalist hareket net bir siyasal tutum belirlemelidir. Bize göre, emperyalizmin çıkarlarına hizmet edecek, halklar arası düşmanlığı körükleyecek ve bölünmelere neden olacak her siyasi adımın karşısında yer alınmalıdır.'' diyen Kurtuluş Kılçer bir konuya daha değinmeliydi. Evet, kürt sorununda Türkiye solcuları olarak net bir tavır gösterebilmeli ve oradan buradan gerekli gereksiz alıntı ve ezberlerle lafı eveleyip gevelememeliyiz. Doğru. Ancak burada net bir tavır ortaya koyması gereken bir de kürt ulusalcı hareketi de vardır. Kürt ulusalcılığı açık seçik ne istediğini, amacının ne olduğunu açıklamalıdır. Solun açık ve net olması gerekiyorsa aynı açıklık ve netlik kürt ulusalcılığında da olabilmelidir. Kürtler Türkiye'de birlikten yana mıdırlar, değil midirler? Türkiye bölmesi için kürt ulusalcılığı ne istemektedir? Türkiye solcusu karnından konuşmayı bırakmalı, doğru, ama aynısı kürt ulusalcılığı için de geçerli olmalıdır. Bir gün ayrılık, bir başka gün federal yapı, demokratik bilmem ne, demokrasicilik...-kendimizi kandırmanın alemi yok! Bu siyasetle hiçbir yere varılamayacağı belli olmadı mı?

Başa dönersek Kurtuluş yerden göğe kadar haklı!

Türkiye solcusu kendisi için önemli olanın UKKTH değil, devrimin kaderini tayin hakkı olduğunu kavrayabilmeli ve siyasetinin öznesi haline getirmelidir.

Sorun bundan daha anlaşılabilir bir şekilde ifade edilemezdi.

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]