Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Siyasi ve ideolojik söyleşiler

Mesut Odman sorularımızı yanıtladı

Demokrasi neden Haziran Direnişi’nin şifrelerini açıklayamaz?

Türkiye sosyalist hareketinin önemli yazarlarından olmasına rağmen pek fazla öne çıkmayan Mesut Odman, halen üzerinde çalıştığı “demokrasi” kitabı ve kitleselliğiyle herkesi şaşırtan Haziran Direnişi’nin şifreleri üzerine açıklamalar yaptı.


Osman Çutsay/soL

Türkiye sosyalist hareketinin önemli yazarlarından olmasına rağmen pek fazla öne çıkmayan Mesut Odman, halen üzerinde çalıştığı “demokrasi” kitabı ve kitleselliğiyle herkesi şaşırtan Haziran Direnişi’nin şifreleri üzerine açıklamalar yaptı. ODTÜ’deki öğrenciliğinden beri sol mücadeleye önemli entelektüel katkılarda bulunan Odman, “Türkiye’de demokrasi adına kıyameti koparmanın bir anlamı yoktur, daha doğrusu, devrimci mücadeleyi ilerletici bir anlamı yoktur” tezini yeniden tartışmaya açarken, Türkiye devrimci hareketinin yeni bir iklime giriş yaptığına da dikkat çekti.

Bölüm 1:

Modern Türkiye tarihinde kitleselliğiyle bir ilki oluşturan Haziran Direnişi, neyi değiştirdi sizce? Halkı, gençleri, ülkeyi, devrimcileri, yönetenleri... Neler oldu ve ülke nereye gidiyor?
En sonda yer alandan başlamakta bir sakınca olmasa gerek. Yönetenlerin bu direniş karşısında, öncelikle, çok şaşırdıklarını söyleyebiliriz. Olup bitenlerle ilgili yorum yapanların çoğunluğunun üzerinde birleştikleri “korku” bundan sonra geliyor, bence. Tamam, korktukları, hele siyasal iktidarı ellerinde bulunduranların, özellikle onlardan en yukarıda bulunanların ölesiye diye nitelendirilebilecek kadar çok korktukları görülebiliyordu. Ama ilk fark edilen tepkinin şaşkınlık olduğu vurgulanmalıdır. Bu şaşkınlık durumu, direniş doyunca devam etti; elbette, korku da, sık sık ön plana çıkarak, buna eklendi.

Bunlarla birlikte dizginlenemeyen bir şiddet eğilimi geldi ve hep devam etti. Buradan, yönetenlerin, böyle bir direnişi hiç beklemedikleri, dolayısıyla buna hazırlıklı olmadıkları ve hepsiyle bağlantılı olarak, görünürdeki fütursuzluk ve saldırganlıklarının çabucak korkuya dönüştüğü sonucuna ulaşabiliriz.

Korkuları ise gittikçe, sınır tanımayan ve haklılık arayışına ihtiyaç duymayan bir saldırganlıkta vücut bulmaktadır. Haziran’ı izleyen günlerde Mursi biraderlerinin başına gelenler, o arada, ABD ve AB ile Suudlardan Emirliklere kadar Arap dünyası tarafından dile getirilen ve getirilmeyenler, ayrıca Arap yarımadasından Mısır’ın yeni iktidarına hemencecik gönderilen milyarlarca dolarlık yardımlar, onların şaşkınlıklarına şaşkınlık, korkularına korku katmış olmalıdır; ilkini çeşitli konuşmalarından anlayabiliyoruz da, ikincisinin, korkunun artan dozunun henüz açıkça ortaya çıktığı söylenemez.

Direniş, sonrasındaki mücadelelerde 
hep etkili olacak
Haziran Direnişi’nin kitleselliği, gerçekten de, ülkemizde çok uzun süredir görülmemiş düzeylere ulaştı. Farklı yörelerde, sayılarının 10 milyonu bulduğu tahminleri yapılan, bu tahminler abartılı bulunarak düşürülse bile ülkemiz açısından önemli olmaya devam eden, geniş kitleler sokağa çıktılar. Üstelik bu büyük kitlenin herhalde çoğunluğu oluşturan bir bölümü de, oldukça kısa bir süre içinde, birden çok kez sokaklara döküldü, kimileri üç dört kez, kimileri her gün. Gece ve gündüz, iş günü ya da tatil günü demeden.

Kitleselliğin yaklaşık son otuz yıldır ne Kürt direnişinde, ne seksenlerin sonundaki işçi hareketlenmesinde ne de büyük kentlerin sınırlı sayıdaki mahallelerinde gerçekleşen emekçi direnişlerinde görülmeyen yanı buydu galiba: Birkaç günle sınırla kalmayan ama birkaç aya da yayılmayan bir zaman diliminde, ilk kez sokak direnişlerine katılanlarla genç ve çok genç insanların önemli bir çoğunluk oluşturduğu kitleler, günler ve gecelerce, sokakları, alanları, parkları doldurdular. Nihayet, belki de bu kitlesellikten daha önemli olarak, düzenin güvenlik güçlerinin düpedüz gaddarlık ölçüsüne varan müdahaleleri, ne kitleselliği ne de kararlılığı azaltabildi. Başka bir anlatımla, toplam olarak çok büyük, yöresel olarak da hemen hemen her yerde önemli sayılara ulaşan insan kitleleri, sadece yönetenleri değil, halkın tümünü, bu arada belki de kendilerini bile şaşırtan bir cesaretle direnişi sürdürdüler. Ne ölümler, ne kör edilen gözler, ne dökülen kan ortadan kaldırabildi bu korkusuzluğu. Direnişin açıkça saptanabilen bu özellikleri, içinde yer alanlar kadar yanında ve karşısında duranları da etkilemiştir kuşkusuz; etkilemiştir derken, belleklere kazınmıştır, demek istiyorum. Belleklere kazınmış olan, ileride mutlaka hatırlanır; hatırlanmakla da kalmaz, o zamanki tutum ve davranışları ya belirler ya da önemli ölçüde etkiler.

Emekçi sınıflar neresindeydi bu kitleselliğin? Nasıl bir sınıfsal kompozisyon gözlemlediniz?
Gerçi yazılmadı değil, tersine, bu kadar erken olmasına rağmen küçümsenmeyecek kadar çokça yazılıp konuşuldu ama direnişçilerin sınıfsal bileşimine ilişkin de bir iki değinmede bulunmakta yarar var. Sözünü ettiğim birçok değinme arasında, direnişçiler kitlesinin ağırlıklı olarak “orta sınıf” kökenli olduklarına ilişkin yargıları değil, emekçilerden oluştuğu yönündeki saptamaları yerinde bulduğumu söylemeliyim. Hatta, “işçi sınıfının değişik katmanlarından insanların ağırlıkta olduğunu” ileri sürebiliriz.

Eğer “işçi sınıfı” ile ilgili olarak şöyle bir tanımlamayı ya da bunu iyi bir tanımda bulunması gereken “efradını cami, ağyarını mani” özelliğine aykırı bulabilecekler için betimlemeyi de diyebiliriz, kabul edersek: Bundan 9 yıl önce, TKP’nin benim de başlayışından bitişine kadar katıldığım ve sonunda 2004 Konferans Belgesine dönüşen bir kolektif çalışmasında, Türkiye’de işçi sınıfı denildiğinde ne anlaşılması gerektiği ele alınmış ve şöyle yazılmıştı: “Türkiye işçi sınıfı bugün, bir sanayi çekirdeği çevresinde, tarım ve hizmetler sektöründeki işçilerden, düzensiz, kayıtsız, geçici işlerde çalışan emekçilerden ve yaygın işsizlerden oluşan çok katmanlı, parçalı, çok uluslu bir karakter taşımaktadır.” Bu saptamanın, o zaman doğru bulduğuma ve toplumsal sınıflar bu kadar kısa sürede karakter değiştirmeyeceklerine göre, bugün de geçerli olduğu kanısındayım. Ancak, Haziran Direnişi diye adlandırılan toplumsal hareketlenmenin sınıfsal kompozisyonunu irdelemeye çalışırken, 9 yıl önce yapılmış tanımdaki sınıfın merkezinde yer alan sanayi çekirdeğinden direnişe katılımın ihmal edilebilecek düzeyde kaldığı gözlemini de eklemek gerekir. Böyle dediğimize göre, aklımızda bunun birtakım uzantıları da vardır elbet.

İşçi sınıfının sendikalı 
kesimi seyretti
Birincisi, işçi sınıfımızın en kayıtlı, en sigortalı, dolayısıyla en güvenceli, bu arada, en sendikalı kesiminin Haziran Direnişi karşısındaki tavrı, en iyimser yaklaşımla, kenarda durup izlemek biçimindeydi; bu kenarda durmayı, oralara gidip dışarıdan seyretmekten çok, evinde oturup televizyondan seyretmek biçiminde anlamak gerekir ve öyle anlayınca da biraz daha iç karartıcı bir tablonun ortaya çıktığı düşünülebilir. Ama ikincisi, buna bakarak karamsarlığa kapılmak gerekmez; çünkü, öyle geniş bir işçi sınıfı ya da proletarya tanımı, herhangi bir geri çekilme anlamına gelmez, tam tersine, proletaryayı Marx öncesinin “kırbaçlama direği”ne bağlanmış zavallı emekçisiyle de daha sonraki her tarafı makine yağı ve kir pas içinde işçisiyle de sabitlemek, olsa olsa, “elveda proletarya” diye ağlaşmaya götürür. Birileri bunu birkaç on yıl önce yapmışlardı. Buradaki gözyaşlarının timsah gözyaşları mı yoksa inkarın eşiğindeki samimi bir müminin iç paralayıcı haykırışı mı olduğu ise “hiç fark etmez”. Hadi o kadar kalpsiz davranmayalım, ikincisi bizim de içimizi burkabilir; ama işte o kadar!

melnur  |  Cvp:
Cevap: 1
06.08.2013- 22:36

Ama kitlesellik hepimizi şaşırttı...
Haziran Direnişi’nin devrimciler üzerindeki, bence oldukça önemli bir etkisine de değinmeden öteki soruya geçmeyelim. Çok uzun süredir yaprak kıpırdamıyor, yelkenimizi şişirecek rüzgarı da kendimiz yaratmak durumundayız, ken-diliğinden hareketlenmeler pek cılız kalıyor yollu değerlendirme ve yakınmaları değişik biçimlerde yinelemekte olan, bunları sıkça konuşup yazan devrimciler açısından, direnişin kendisi ve gösterdiği yukarıda değindiğimiz özellikler, haklı olarak diye de ekleyelim hem de hayret hem hayranlık yaratıcı bir etkiye yol açtı.

İçlerinden bazıları az çok serinkanlı değerlendirmelere erkenden girişmeyi de becerebilmekle birlikte, devrimcilerin hemen hemen tümü, halkımızın çok kullandığı ve bizim çok eski derleme sözlüklerimizde yer almış bir deyişle söylersek, sevindirik oldular. Hepimiz, birdenbire ve büyük bir sevinçle birlikte coşkuya kapıldık, sevindirik olmak bu anlama geliyor. Son günlerde, beklenebileceği gibi, bir tür sönümlenmeye yüz tutmuş ya da momentumunu kaybetmeye başlamış görünen direnişin toplumsal bellekteki kalıcılığını kolaylaştırmak ve artırmak bakımından, sevindirik olmayı tadında bırakıp sadece devrimcilerin hakkını verebilecekleri bazı işlere girişmek gerekiyor. Bunlar, çok kısaca söylenirse, örgütlenmektir; örgütlenme denilen “büyülü” sözcüğü biraz büyüsünden kurtarıp siyasal bir karaktere büründürmektir; ne kadar sönümlenir görünse de kolay kolay gücünü yitirmeyecek direnişin şimdiden el yordamıyla bulabilmiş olduğu ve iktidarı çekilmeye çağırmak biçiminde haykırdığı doğru siyasal hedefi belirginleştirecek, daha anlaşılır ve yapılabilir kılacak etkinlikleri gösterebilmektir. Bütün bunları başarabilmek içinse, bir yandan, her zaman yol gösterici olmuş doğrularımıza sıkı sıkı sarılırken, bir yandan da, geçmiş yenilgilerimizin eskitip geçersizleştirdiği birtakım bağlılıklarımızın ya da, istersek, bağnazlıklarımızın da diyebiliriz, zincirlerinden kurtulmalıyız.

Demokrasi bir vuslat değildir
Milyonların protestosu ile “demokrasi“ arasında nasıl bir ilinti görüyorsunuz? Şu sıralarda demokrasi üzerine bir kitap çalışması içinde olduğunuzu biliyoruz. Türkiye ve demokrasi bağı ne durumda? Örneğin, bütün bu olan biteni, yaşananları, demokrasi ve “demokrasi mücadelesi“ gibi kavramlaştırmalarla açıklayabilir miyiz?
Bir önceki sorunuza yanıt olarak dile getirdiklerim arasındaki son sözler, soyut ya da anlaşılmaz görünmüştür belki de. Bu soru, biraz somutlaştırmaya, güç anlaşılırlığı bir ölçüde azaltmaya yardımcı olabilir.

Şu güncel olayla başlayalım: Almanya’nın Düsseldorf kentinde 7 Temmuz Pazar günü yapılan AKP’yi destek mitingine Erdoğan Ankara’dan video konferans yoluyla katılarak konuştu; ayrıca, iki bakanı da miting kürsüsünden konuştular. Düzenleyici kuruluşun adı, Avrupalı Türk Demokratlar Birliği idi. Bu örnekte gördüğümüz gibi, bugün ve çoktan beridir, ne kadar gerici, emekçi ve sosyalizm düşmanı kuruluş, örgüt, parti varsa, hepsinin değilse bile çoğunu adında mutlaka demokrat, demokratik, demokrasi sözcüklerinden biri bulunmaktadır.

Avrupa’nın 1830 ve 1848 devrimleri sırasında düzen taraftarları için 1945 sonrasının komünist sözcüğü kadar ürkütücü olan demokrat sözcüğü, git gide bu anlamını yitirmiş, özellikle de Büyük Ekim Devrimi’nden sonraki dönemde, hızla, kurulu düzenin söz dağarcığı içinde en değerli yerlerden birine oturtulmuştur. Ancak, asıl kötü olan, benzer bir değer yakıştırma işleminin karşı tarafta da yapılması, git gide, demokrasinin bütün iddia ve özlemleri örtüp öteleyen, bin bir mihnet ve gayretle yaklaşıldıkça uzaklaşan bir vuslata dönüşmesidir. Demokrasi böylesine sonsuz bir arayışa dönüştükçe, birer övgü sözü olarak kullanılagelmiş devrimci, sosyalist, komünist benzeri sözcükler de büsbütün kullanımdan kaldırılmamakla birlikte, “demokrat” sıfatı biz faniler için ulaşılabilecek en yüksek mertebe olmuştur.

Bu dediklerim, bir kez daha ne yazık, coğrafyadan bağımsızdır; demek, bizim topraklarımız için de geçerlidir. Eğer öyleyse, bir bütün olarak devrimci hareketimizi ve onun içinde yer almış tek tek her devrimciyi demokrasi tasallutundan kurtarma yönünde girişilebilecek her türlü teorik ve pratik çabanın bir değeri vardır. Elbette, bu çabalar ne kadar nitelikli olursa, taşıdıkları ve aktarabilecekleri değer de o kadar ölçülmesi güç düzeylere ulaşır. Ama, tekrar ediyorum, bu yöndeki çabaların en düşük nitelikte olanları bile kesinlikle değersiz değildir.

Soruda değindiğiniz kitap çalışmam, aşağı yukarı, bu minval üzre gelişiyor. Daha doğrusu, gelişiyordu da, son birkaç aydır durakladı. Her kitabın yazılış süresi ve serüveni farklıdır. Konumuzla ilgili olduğu için aklıma gelmiş olmalı, çok tanınmış “Devlet ve İhtilal” kitabı, yazarı hakkında Çar polisinin “yakalandığı yerde kurşuna dizile” emri çıkarıldığı sırada ve devrime bir iki ay kala yazılmıştı, bilenler bilir. Yazarı, güzelim bir göl kıyısında ve “yer altı” koşullarındaydı; ama devrimin görevlileri hemen her gün gelip gidiyor, haberler taşıyor ve direktifler götürüyorlardı.

O kitapta “demokrasinin bir devlet biçimi” olduğu yazılıdır. Emperyalizm çağında, insanlık çok uzun sürmüş kapitalizmi yaşarken, o kitapta yazılmış olan “biçim” sözcüğünü “durum” olarak anlamak çok daha aydınlatıcı görünüyor. Gerçekte, demokrasi dediğimiz bir devlet durumudur; kolayca bir durumdan başkasına geçilebilir; biçim sözcüğü ise birinden öbürüne geçişi zorlaştıran birtakım engellerin bulunduğunu, dolayısıyla geçişin güçlüklerle dolu olduğunu ve uzunca bir süreyi gerektirdiğini çağrıştırmaktadır. Oysa emperyalist-kapitalist devletin, birinden öbürüne hızla ve kolayca geçilebilen durumlarının olduğunu düşünmek, gerçekliği kavramak bakımından daha elverişlidir.

Böyle bir açıdan ele alındığında, Türkiye’de demokrasi adına kıyameti koparmanın bir anlamı yoktur, daha doğrusu, devrimci mücadeleyi ilerletici bir anlamı yoktur. Örneğin, AKP’nin “ileri demokrasi” iddiası ile dalga geçmesine geçilir de, bunu ikide bir gündeme getirerek onların ikiyüzlülüklerinden, çifte standardından, demokrasiyi anlamadıklarından falan dem vurmak, boşuna vakit kaybetmek ve çıkmaz sokağa girmektir. Her ülkedeki demokrasi oradaki devletin bir durumudur ve ülkeden ülkeye devletin farklı durumlarda bulunması doğaldır; bu geçişken durumlarla ilgili hayıflanmalara kapılmak ya da hedefler koymak yerine, her demokrasinin bir diktatörlük ve her diktatörlüğün bir demokrasi olduğunu kavrayabilmek önemlidir.

Böyle bakıldığında, bütün bu olup bitenleri demokrasi yokluğu ve yokluğu hissedilen bir hedefe ulaşma mücadelesi olarak açıklamak saçmadır. Sosyalist devrimciler için, hayır, çocukluk hastalığı demeyeceğim, bir olgunluk hastalığıdır ve kalıcılaştıkça daha da olgunlaşmayı, başka bir deyişle, çürümeyi getirir.

Mesut Odman kimdir?
Orta öğrenimini altmışlı yıllarda Çanakkale Lisesi ile Bursa Erkek Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1967-72 yıllarında ODTÜ’de okudu ve iktisat diploması aldı. 1972-2000 yılları arasında 28 yıl kamu emekçisi olarak çalışırken iktisadi ve toplumsal sorunlarla ilgili pek çok araştırma, eğitim, danışmanlık ve yayın projesine yönetici ve uzman olarak katıldı; bu arada üniversite ve yüksek okullarda ek görevli öğretim elemanı olarak iktisat dersleri verdi. Öğrencilik döneminde devrimci gençlik hareketinin içinde yer aldı; 1967’de ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü Yönetim Kurulu’na seçildi. Birinci ve ikinci TİP üyesi oldu. SİP ve TKP’de üye ve Merkez Komitesi üyesi olarak görev aldı.

Altmışlı yılların sonunda Ankara’da yayımlanmakta olan Yenigün gazetesinde yazarlığa başladı. Yetmişli yıllarda Yürüyüş, Yurt ve Dünya ve Sosyalist İktidar dergilerinde, seksenli ve doksanlı yıllarda Toplumsal Kurtuluş ve Hepileri dergilerinde yazmayı sürdürerek bu yayınların çoğunun yönetiminde bulundu. 2000 ile 2012 yılları arasında ise Gelenek, Komünist ve Sol dergilerinde yazdı; 2012 sonunda güncel yazı yazmaya ara verdi.
Gençlik yıllarında tiyatro ve pantomim çalışmaları ile yine o yıllarda başlayıp hâlâ süren şiir çalışmaları bulunan Odman’ın bugüne kadar yayımlanmış 5’i telif 4’ü çeviri olmak üzere toplam 9 kitabı var.

melnur  |  Cvp:
Cevap: 2
06.08.2013- 22:40

Mesut Odman, büyük “Haziran yükselişine” rağmen, Türkiye’nin henüz devrimci durum içinde olmadığını savunuyor. Odman, sosyalist solun kurtuluş için düşünsel olarak da “demokrasi tasallutundan kurtulması” ve AKP diktatörlüğünün yıkılmasından sonra yapılması gerekenlerin doğru saptanması gerekliliğini vurguluyor.

Osman Çutsay/soL

Türkiye solunun en kısa sürede bir iktidar seçeneği yaratması gerekiyor. Bu konuda görüş birliği var gibi solumuzda. Çünkü, böyle bir adım atılamazsa Haziran Direnişi’nin sonuçsuz kalacağı kesin gibi. Sizce nasıl bir seçenek oluşturulabilir? Acil olarak neler yapılması gerekiyor?

Acil olarak yapılması gerekenlerin başında, herhalde, bir iktidar seçeneği yaratması beklenen “Türkiye solu”nun kimlerden, hangi çizgilerden, renklerden, eğilimlerden oluştuğunu açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Epey eskiden beri yapageldiğimiz üçlü sınıflandırma, “liberal/ulusal/sosyalist” sol ayrımı, bu açıdan, pek elverişli görünmüyor. Yine de, ilk elde kullanılacak olursa buradaki “liberal sol”u neredeyse kategorik olarak bir yana bırakmak gerekir. Kemalistlerin bu sınıflandırmadaki “ulusal sol” içinde yer aldıkları kabul edilse bile, “Kürt solu” nasıl tanımlanacak ve bugünkü Kürt hareketi ile hangi çerçevede ilişkilendirilecektir? Ben Türkiye İşçi Partisi’nin “Doğu mitingleri” zamanından gelme bir adamım; yakın zamanlara kadar da Türk ve Kürt kökenli sosyalistlerin karşısında, Türk ve Kürt emekçileri aynı örgüt çatısı altında sosyalist mücadele vermedikçe biz bu memlekette devrim mevrim yapamayız diye anlatıp durmuşumdur. Bugün konjonktür değişti denilemez; ayrıca bunlar öyle konjonktürel “şeyler” de sayılamaz. Bir zamanlar, Ekim Devrimi’nden öğrendiğimiz “smıçka” bizim koşullarımızda budur işte, Kürt ve Türk emekçilerinin birliği sağlanamazsa işçi-köylü ittifakı nerede kaldı diye tartışmışlığımız vardır. Bütün bunlar bugün de geçerlidir ancak sosyalizm mücadelecilerinin yapabilecekleri tükenmiş olmamakla birlikte, Kürt emekçilerinin kendi kıdemli siyasetçilerini etkileyebilme derecesi asıl belirleyici olacak gibi görünmektedir. Şu son cümlenin, olabildiğince nesnel bir saptamayı dillendirmeye çabalamakla birlikte, belli bir kötümserliği yansıttığını itiraf etmek zorundayım.

Yerel seçimler kritik
Ayrıca, yapılması ivedilik taşıyan işlerin arasına şu tür seçim başlıklarını yazmadan olur mu? Kemal Okuyan son haftalardaki birkaç yazısında AKP’nin pek dokunulmaz ve her şeyin üstünde gördüğü kutsal sandığa neler karıştırmış olabileceğini ve buna karşı şimdiden hazırlıklı olmak gerektiğini vurguladı. Bence çok yerindedir. Bundan üç-beş yıl önce, siyasetin içinde olup da AKP oylarının gerçekliğini yeterince sorgulamayanların siyasal mücadeleyi ciddiye aldıklarından kuşku duymak gerektiğini, birkaç kez de tekrarlayarak yazmıştım. Seçmen kütüklerinin sahiciliğinden oy kullanımının ve sayımının güvenilirliğine kadar seçimlerle, seçim oyunlarıyla ilgili bütün başlıklarda, solda olduğunu kabul ve ilan eden her odağın işbirliği içinde önlem alması çok önemlidir. Haziran Direnişi şokunun yanı sıra Suriye ve Mısır fiyaskolarından sonra büsbütün şaşkınlaşan karmakarışık bir koalisyonun, çok uzun sürmüş iktidarını her ne pahasına olursa olsun sürdürmek istemesi ve bunun için hiçbir önlemi gündem dışında tutmaması doğaldır.

Yine ivedi işler arasındadır diye ekliyorum, AKP gelecek yılın başlarındaki yerel seçimlerde, en azından 1980’lerin sonundaki yerel seçimlerde ANAP’ınkine benzer bir yenilgiye uğramazsa, genel oy oranındaki ciddi bir düşüşün yanı sıra büyük belediyelerde iktidardan düşmek gibi bir akıbetten uzak kalabilirse, bu yılın kazanımları önemli ölçüde törpülenebilir. Daha sonraki cumhurbaşkanlığı seçimleri ise ayrı bir konudur ve AKP adayının kazanması, Kemal’in o yazılarında değindiği “memleketin yarısı benim” böbürlenmesinin bugünküne oranla daha etkili hale gelmesine yol açabilecektir.

Bunlar yakın seçimlerle ilgili soru işaretleri. Bir de, solun bir iktidar seçeneği yaratmasından söz ediyordunuz ki, bugünden başlaması gerekmekle birlikte, muhtemelen gelecek yılın epey ötesine geçecek, çok yönlü ve kararlı çabaların ürünü olabilir ancak.

Sol, iktidara adaysa eğer, topluma da bir yol haritası, iktidarının önce ilk yılında sonra da ilk beş yılında ne gibi adımlar atacağına, hangi sorunlara hangi yollarla çözümler üreteceğine dair bir yol haritası sunmak zorunda değil mi? Bu, bir tür “sol iktidar planı” olarak görülemez mi? Böyle bir “ortak plan komitesi”, sol iktidardan önce ve ona bir hazırlık olarak acaba nasıl oluşturabilir?

Bana kalırsa ilk yıl, ilk 5 yıl gibi somutlaştırmalar yerine, iktidarın ilk gününden başlanarak yapılacak işleri, bir de, daha uzunca bir zaman diliminde onların uzantısı olarak sürdürülecek ve onlardan farklı olarak gerçekleştirilecek işleri formüle edip halka açıklamak doğru olur. Halk 10 yıldan daha uzun sürmüş bir istibdat devrinden çıkmış olacağına göre, hemen ilk günden hangi özgürlükleri kullanabilir duruma geleceği kendisine açıklanmalıdır. Bunlarla birlikte, istibdadın sonuna doğru ağırlaşarak yaşamış olduğu adaletsizliklerin nasıl ortadan kaldırılacağı ve yakın geçmişteki adalet katliamının hesabının nasıl sorulacağı da o açıklamaların içinde yer almalıdır. Bu, kesinlikle herhangi bir intikam kaygısıyla değil, çoktandır verilmekte olan sözlerin tutulması ve bir daha halka karşı suç işlenmesinin önlenmesi açısından gereklidir. Öte yandan, yoksullaşmış ve nefsini köreltecek bir lokma için zorbaların eline bakar duruma getirilmiş emekçi halkın, her günkü hayatında hangi ekonomik, toplumsal ve kültürel hakları kullanmaya başlayacağı, bunları gerçekleştirmenin ülke kaynaklarının halk için harekete geçirilmesiyle kolayca mümkün olacağı da açıkça ortaya konularak ilan edilmelidir. Bu ayrıntıları daha fazla uzatmaya gerek yok. Yapılacak olan, sol bir iktidarı önleyemeyenlerin, hangi noktalara saldırarak bu iktidarı yıkmaya çalışacaklarını öngörmek ve oralardaki zaafların nasıl giderileceğini planlamaktır.

Bunları başarabilmek için teknik çalışmaların yanı sıra, ama ondan çok politik-ideolojik yanı ağır basan çalışmalara ihtiyaç olacaktır. Bunları kimlerin yapacağı ise söz konusu edilen “sol iktidar”ın sınıfsal, dolayısıyla siyasal içeriği ile ilgilidir. Bazı temel düşüncelerle ilgili olarak önceki soruda biraz spekülasyon yapmaya çalıştım. Bu satırları okuyanlar onları daha da ilerletebilirler.

Devrimci durum

Bense bu çerçevede, “devrimci durum” öğretisini kısaca hatırlatmak istiyorum. Bu öğretiye göre, bir devrimci durumun üç nesnel koşulu vardır: Birincisi, aşağı sınıfların eskisi gibi yaşamak istememeleri yetmez, yukarı sınıfların da eskisi gibi yaşayamıyor ve yönetemiyor olmaları gerekir. İkincisi, ezilen sınıfların acıları ve istekleri her zaman olduğundan daha fazla ağırlaşmış olmalıdır. Üçüncüsü, olağan zamanlarda soyulmaya ve ezilmeye şikayetsizce razı olan kitlelerin eyleminde hatırı sayılır bir yükseliş gerçekleşmelidir. Ancak, tek tek her sınıfın iradesinden bağımsız olarak ortaya çıktıkları için “nesnel” diye nitelenen bu değişikliklerin yanı sıra, bir de öznel koşulun varlığı gerekir; o da devrimci sınıfın kitlesel eylemini iktidarı yerinden edecek biçimde kavrayıp yönlendirme yeteneğidir, bu yeteneğe sahip bir örgüttür. Aşağı yukarı 1905 ile 1920 yılları arasındaki devrimci çalkantılar sırasında Lenin tarafından geliştirilmiş bu öğreti, aynı zamanda bir devrimci durum olmadan devrimin imkânsız olduğunu, her devrimci durumun devrime yol açmayacağını ve hangi devrimci durumun, şimdikinin mi, daha sonrakinin mi devrime dönüşeceğini kimsenin bilemeyeceğini ileri sürer. Başka bir anlatımla, basbayağı gerekirci (determinist) bir bakışla bazı önkoşulların varlığı aranırken, bir yandan da farklı olasılıkların bulunduğundan söz edilmektedir.

Benim Kasım 1979’da “Sosyalist İktidar” dergisinde yayımlanmış yazım, galiba, dilimizde bu konuda yazılmış ilk yazı ya da ilklerden biriydi. Şimdi, 34 yıl sonra o yazıya bir daha baktığımda, devrimci durumun varlığı irdelenirken bir kuyumcunun terazisinde yaptığı türden ölçüp biçmenin imkânsızlık ve saçmalığına yönelik bir uyarıya yer verilmiş olmasına rağmen, şu izlenimin giderilemediğini fark edebiliyorum: Okurken, hiç değilse bu konuyla ilgili bölümü okuyup bitirince, devrimin deveye hendek atlatmaktan daha zor olduğu duygusuna kapılabiliyor insan. O koşul da yetmez, bu da yetmez, şu da gerekir diye okuyup giderken, biraz dikkatsiz olunursa bu öğretinin devrim yapmanın ne kadar güç olduğunu göstermek için geliştirildiği akla gelebiliyor. Neyse, bu da gecikmiş bir özeleştiri olsun!

Ülkemizde henüz bir devrimci durumdan söz edebilmek için çok erken olduğunu sanıyorum. Ama devrimci durumların öngörülmesi imkânsıza yakın sıklık ve hızda ortaya çıkabildiği de yine bu öğretinin iddiaları arasındadır. Buradaki sorularınız dolayısıyla irdelemeye çalıştığım ise yakın, hatta çok yakın gelecekte bir “sol iktidar” olasılığı, bunun kolaylaştırıcıları ve ilk işleri ile ilgili. Bir devrimci durum ve onu izleyecek devrim, bu olasılığın gerçekleşmesinden epey sonra da, onunla eşzamanlı denebilecek yakınlıkta da ortaya çıkabilir. En iyisi, fal bakarcasına olasılıklarla uğraşmaktansa vazgeçilmez gördüğüm iki koşulu vurgulamak: Birincisi, demokrasi denilen akıl bozucudan arınıp sosyalizmi, nihayet, gündemin başına yerleştirmek şarttır. Örnek olsun, “tek kurtuluş sosyalizm” en doğru slogandır; “tek yol devrim” de eskiden unutulmaz bir sloganımızdı, o da söylenebilir ama ikisi art arda söylenirse daha açıklayıcı, daha güzel olur. İkincisi, halkın kurtuluşunun tek yolu sosyalizm ise eğer, her örgüt, örgütlü örgütsüz topluluk ya da kişi, geçmişte ve şimdi yapıp ettikleriyle ne kadar hak etmiş olursa olsun, hiçbir üstünlük beklentisi içine girmeden, bütün güç ve yeteneklerini bu tek kurtuluş yoluna dökmelidir.

‘Demokratikleşme için plan’

Bundan 35 yıl önce denenen ve daha o zaman başlangıçtaki sosyalizm iddiası tıraşlanarak (tabii Yalçın Küçük, Metin Çulhaoğlu, Mesut Odman gibi isimlerin TİP’ten tasfiyesine paralel biçimde) adı “Demokratikleşme için Plan” haline sokulan bir çalışmanın, bugün sizce büyük bir önemi var mı? Bugünkü ortam neredeyse kökünden farklı. Günümüz Türkiye’sinde, sol bir iktidar planının geçmişteki denemelerden de köklü farklar içermesi gerekmeyecek mi? Bu farklar neler olabilir?
Benimkiyle birlikte adlarını saydığınız iki insan, 35 yılı da çok aşan bir süreden beri benim dostlarım ve yoldaşlarımdır; bir insan ömrü için çok uzun bu sürede elde olan ve olmayan nedenlerle bir ölçüde uzak kaldığımız bazı dönemler olsa da, öyledir. Sözünü ettiğiniz plan çalışmasının birinci derecede sorumlusu ve yürütücüsü Yalçın Küçük idi. Hoca’nın üniversiteden öğrencisi ve o sırada da aynı partideki yoldaşları olan iki kişi, Candan Baysan ve ben, onun en yakın yardımcıları konumundaydık. Metin ise zamanının çoğunu, yine hep birlikte çalıştığımız Yürüyüş dergisine ayırmak durumundaydı ve plan ekibinde görevli değildi. Bizim de görüşümüz alınarak belirlenmiş işbölümü böyleydi.
O çalışma dolayısıyla girdiğimiz, zaman zaman çok sertleşen tartışmalara dönmek bize ne kazandırır, bilemem. Ama şu kadarını söyleyebilirim: Ekim 2003’te “soL Meclis” tarafından Ankara’da düzenlenen bir sempozyuma sunduğum bildiride de belirtmiştim, o çalışma, ülkemizdeki gelişme, kalkınma, devrim tartışmalarına yapılmış önemli “sol müdahale”lerden biridir. Sorunuzda değindiğiniz demokrasi saptırması yüzünden devrim tartışmasına yapılmış katkılar gün ışığına çıkmamış ve bugün unutulmuş olsa da, böyle anlamak ve anlatmak yerindedir. Biz ona “karşı plan” demeyi tercih ediyorduk. O sırada, yine o zamanki söylemimizle, “burjuvazi”nin dördüncü plan hazırlık çalışmaları başlamıştı ve bizimki de ona karşı, sosyalist alternatif olacaktı. Birlikte çalıştıklarımızın bir bölümü devletin planlama kuruluşunun kadrolu elemanlarıydılar; onlara, “Sizin yaptığınız kime nasip olmuş arkadaşlar, gündüz burjuvazinin, gece işçi sınıfının planını yapıyorsunuz!” diye takılırdık.

Ayrıntılara girmeyelim, yoksa söyleşimiz çok uzayabilir, sizin sorduğunuzla sınırlı kalarak devam edelim.

Öyle bir çalışma, bugün için ne gerekli ne de mümkün görünüyor. Gerekli değildir çünkü gerekli olan başka bir şeydir, teknik açıdan tutarlı olmasına özen gösterilerek ortaya çıkarılmış bir iktisadi-toplumsal plan belgesi yerine, bundan önceki iki soru çerçevesinde tartışmaya çalıştığım bir iktidar yolu ve ilk anda yapılacak işler tanımlamasıdır. “İlk an” ise iktidarın ayakta kalıp kendini sağlama alması için mutlaka üretilmesi, dağıtılması ve yeniden üretilmesi gerekenleri güvence altına alacak en az süredir. Ayrıca, 35 yıl öncekine benzer bir çalışma mümkün de değil, çünkü ne üniversitede ne de bürokraside o işleri yapabilme ehliyetine sahip aydın ve uzman kaldı; hemen hepsi tasfiye edildi. Oysa tümü sol ve sosyalizm sempatizanı, bir bölümü de sosyalist olan o insanlar akademiyada ve başta devletin planlama örgütü olmak üzere bürokraside var olmamış ve birlikte iş yapma çağrımızı kabul etmemiş olsalardı, 1976-78 yıllarındaki o çalışma kesinlikle gerçekleştirilemezdi.

Ülkemizin ve devrimci hareketimizin tarihinde benzeri bulunmayan o çalışmadan bugüne kalan, her şeyden önce sosyalizm mücadelesinin nelere kadir olduğuna ilişkin çarpıcı bir örnek sunmasıdır. Ayrıca, o çalışmanın nihai ürünü olan plan belgesini bulunabilecek ek metinlerle birlikte incelemek, bu konularla ilgilenen herkes için ilginç ve öğretici bir okuma olabilir. Nihayet, ileride iktidar günleri geldiğinde, bu çalışma ve öyküsü, bütün devrimcilerin bilgisi dahilinde, ama asıl, sosyalist plancıların çalışma ve tartışma yerlerinde ellerinin altında olacaktır.

http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/mesut-odmanla-soylesi-iktidar-yolu-ve-ilk-yapilacak-isler-tanimlanmali-haberi-7646

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]