Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Siyasi ve ideolojik söyleşiler

Türkiye'nin tarihi, devlet ve sermayenin tüm kapıları islamizasyona açmasının tarihidir'


İstihbaratçı ve emekli Korgeneral Pekin'in 'Fethullah Gülen ve Mehmet Şevket Eygi bizim elemanımızdı' açıklamasını, akademisyen Fatih Yaşlı'yla konuştuk...

Ahmet Çınar


İstihbaratçı ve emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekin'in "Fethullah Gülen ve Mehmet Şevket Eygi’nin 1959’da Özel Harp Dairesi içinde görevlendirildiğini" öne sürmesi tartışma yarattı.
Pekin'in "itiraf" niteliğindeki açıklamalarını Milliyet yazarı Tunca Bengin, bugünkü köşesinde kaleme aldı.

Emekli Korgeneral Pekin'in bu açıklamalarını "AKP ve Yeni Rejim", "AKP-Cemaat-Sünni-Ulus", "Türkçü Faşizmden 'Türk-İslam Ülküsü'ne" adlı kitaplarıyla tanınan akademisyen-yazar Fatih Yaşlı'ya sorduk.

Yaşlı, bu açıklamaların çok şaşırtıcı olmadığını belirterek, "Çünkü bu açıklamalar, yakın Türkiye tarihine damgasını vuran olgunun anti-komünizm olduğunu göstermek açısından büyük önem taşıyor" dedi.

"Yeni Türkiye" diye tarif edilen yapının bir "ordu-sermaye projesi" olduğuna dikkat çeken Yaşlı, "Türkiye’nin yakın tarihi, emperyalizme entegrasyonla birlikte devlet ve sermayenin, sol düşmanlığı adına İslamizasyona kapılarını açmasının ve o kapıdan giren siyasal İslam’ın devletleşerek rejimi değiştirmesinin tarihidir" diye konuştu.
İşte sorularımız ve Yaşlı'nın yanıtları...

'BU TÜR AÇIKLAMALAR, YAKIN TÜRKİYE TARİHİNE DAMGA VURAN OLGUNUN ANTİ-KOMÜNİZM OLDUĞUNU KANITLIYOR'

İsmail Hakkı Pekin’in “Fethullah Gülen ve Mehmet Şevket Eygi elemanımızdı” açıklaması, günün konularından biri oldu. Siyasal islamcılığın TSK açısından kullanışlı bir aparat olduğu bilinen bir gerçek ama emekli bir korgeneralin bunu bu açıklıkla ifade etmesi de ilginç. Pekin’in bu açıklaması için neler söylersiniz?

Adettendir, Türkiye’de komutanlar, subaylar, küçük bir azınlığı istisna tutarsak, muvazzaf oldukları zaman dilimi içerisinde bir NATO ordusu personeline yakışır şekilde, emperyalizmden, gericilikten, bağımsızlıktan söz etmez, susar, emekli olunca da en keskin anti-emperyaliste, en keskin NATO karşıtına dönüşürler. Pekin de bunun örneklerinden biri. Ayrıca gerilimli bir ilişkileri olsa da, bir süredir Aydınlık çevresinde bulunuyor. Aydınlıkçılarla Gülencilerin birbirlerine duydukları husumet de malum. Gülen Cemaati 15 Temmuz sonrası bozulan ortaklıkla birlikte iktidar bloğundan dışlanmış durumda ve “iç düşman” kategorisinde. Aydınlık çevresi ise AKP’ye "anti-emperyalizm" atfeden bir siyasal pozisyona sahip, AKP’yi ve Erdoğan’ı “milli cephe”nin bir parçası olarak görüyor, bunun üzerinden birtakım ittifak ilişkileri kuruyor. Dolayısıyla bu tür bir açıklama şaşırtıcı olmadığı gibi, siyaseten de herhangi bir risk almak anlamına gelmiyor. Solun, komünistlerin zayıf olduğu bir konjonktürde söylendiği için de, komünistlerin elini güçlendireceği gibi bir kaygı taşınmıyor. Herhangi bir şaşırtıcı yönü yok bana göre bu yüzden. Ancak sol, sosyalistler, komünistler bu tür açıklamaları, mutlaka daha büyük puntolarla görmeli, elinden geldiğince kamuoyu ile paylaşmalı, gündem olması için çaba göstermeli. Çünkü bu açıklamalar, yakın Türkiye tarihine damgasını vuran olgunun anti-komünizm olduğunu göstermek açısından büyük önem taşıyor.  

'TÜRKİYE'NİN TARİHİ, DEVLET VE SERMAYENİN TÜM KAPILARI İSLAMİZASYONA AÇMASININ TARİHİDİR'

Görünen o ki, TSK ile siyasal İslamcı cemaatler “komünizmle mücadelede” birleşmişler. Amaçları buymuş. Soğuk Savaş döneminde ABD kampında yer alan Türkiye, komünizmle mücadele başlığında Fethullah Gülen, Şevket Eygi ve nicelerini “eleman” olarak değerlendirmiş. Tüm bu itiraflar, bugün cumhuriyetin yıkılması, laikliğin tamamen rafa kaldırılması, ülkenin fiili bir şeriat rejimiyle yönetilmesinde TSK’nin payının ne denli büyük olduğunu kanıtlamaz mı?


Türkiye tarihini merkez-çevre, batıcı elitler-dindar halk kitleleri, vesayetçiler-milli iradeciler üzerinden okuyan liberal ve muhafazakâr bakış açısı, Soğuk Savaş’la birlikte Türkiye yönetici sınıfının nasıl hızla ABD’ye yanaşıp siyasetin merkezine anti-komünizmi yerleştirdiğini bilinçli bir şekilde görmezden gelir. Oysa Türkiye’nin yakın tarihi, emperyalizme entegrasyonla birlikte devlet ve sermayenin, sol düşmanlığı adına İslamizasyona kapılarını açmasının ve o kapıdan giren siyasal İslam’ın devletleşerek rejimi değiştirmesinin tarihidir. Türkiye’nin IMF ve Dünya Bankası’na üye olma süreciyle, din derslerinin yeniden müfredata konmasının aynı yıllara, yani 1946 sonrasına gelmesi, bu nedenle tesadüf değildir. 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri ise sola karşı yapılan darbelerdir ve her ikisinde de ordu içerisindeki ilerici, yurtsever kadrolar tasfiye edilmiştir. Her iki darbeden sonra da dinselleşme hız kazanmıştır. Özellikle kapsamlı bir toplumsal mühendislik projesi olan 12 Eylül’ün ülkücüleri de solcularla birlikte hapse atarken, MHP’nin fikri kadrolarını oluşturan Aydınlar Ocağı mensubu akademisyenleri bürokrasinin en kilit noktalarına ataması tesadüf olarak görülemez. O dönemin MHP yöneticilerinden birinin mahkemede “kendi zindanda fikirleri iktidarda bir partiyiz” demesi sonuna kadar doğru bir tespittir dolayısıyla. Amaç 12 Eylül öncesindeki durumun bir daha ortaya çıkmasını, yani halkın “sapkın fikirler”e kapılmasını engellemektir.   Aynı 12 Eylül anayasaya zorunlu din derslerini de sokmuş, yeşil sermayenin palazlanmasının önünü açmış, tarikatlara yol vermiş, Türk-İslam sentezini devletin resmi ideolojisi haline getirmiştir. Gülen Cemaati’nin ordu içerisindeki kadrolaşmasının ve darbe girişiminde bulunacak güce ulaşmasının gerisinde de bu vardır.

'YENİ TÜRKİYE BİR ORDU-SERMAYE PROJESİDİR'

Aynı şekilde bugünkü iktidar da devlet ve sermaye işbirliğinin bir sonucudur. “Yeni Türkiye” bir ordu-sermaye projesidir.   Ordu, sol düşmanlığıyla “devleti kurtarmak” adına dinselleşmeye cevaz vermiş, devlet kurtarılmış ama sahibi değişmiş, ayrıca dinselleşme Cumhuriyet’in yıkımıyla sonuçlanmış, yani rejim değiştirilmiştir. Bu nedenle bir kitabımda “Cumhuriyet’in uzun intiharı” diye nitelendirdiğim bu süreci, benzer bir şekilde “kurtarılan devlet, yıkılan cumhuriyet” diye nitelendirmek de mümkün görünmektedir.  

'SOL, YILLARDIR YAŞADIĞI SOLKIRIMI HALKA, TOPLUMA ANLATABİLMELİ'

Eski bir istihbaratçı olan bir korgeneralin, laikliğe ve cumhuriyetin tüm kazanımlarına savaş açmış kişiler için “elemanımızdı” demesi büyük bir rahatlığın, pervasızlığın ve itirafın örneği değil midir? Sosyalistlerin yıllardır savunduğu tezlerin açıkça doğrulandığı itiraflar…


Az önce de söylemiş olduğum üzere bunun konjonktürün sağladığı “rahatlık”la ilgisi var... Cemaatin "iç düşman" ilan edildiği bir konjonktürde bunları söylemek şaşırtıcı değil. Pekin, aynı zamanda Türkiye’de güçlü bir sol hareketin bulunmadığının, söylediklerinin en fazla bir istihbaratçının itirafları olarak görüleceğinin ve herhangi bir tepki yaratmayacağının farkındalığıyla konuşuyor. Ancak bu “rahatlığı” bir “rahatsızlığa” çevirmek de yine solun elinde. Kişisel bir rahatsız etmeden söz etmiyorum elbette burada. Sol, kendi tezlerini, kendi tarih okumasını, tarihsel olarak durduğu yeri, yıllardır devam eden “solkırım”ı halka, topluma anlatmak, bunu anlatacak daha güçlü mekanizmalar, daha güçlü iletişim kanalları yaratmak zorunda. Çünkü bu da siyasal mücadelenin bir parçası ve bu mekanizmalar, kanalların çoğalması solun da güçlenmesi anlamına gelecek.

http://haber.sol.org.tr/turkiye/turkiyenin-tarihi-devlet-ve-sermayenin-tum-kapilari-islamizasyona-acmasinin-tarihidir-252441

melnur  |  Cvp:
Cevap: 1
11.12.2018- 08:08

Komünizmle mücadele kardeşliği - Orhan Gökdemir


Genelkurmay İstihbarat Dairesi eski Başkanı Emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekin’in Fethullah Gülen ve Mehmet Şevket Eygi’nin 1959’da Özel Harp Dairesi içinde görevlendirildiğini doğruladı. Bir açıklama saymıyorum çünkü bu zaten biliniyordu. İslamcıların “Özel Harp” içindeki görevleri, “Yeşil Kuşak” projesi çerçevesinde “komünizmle mücadele” faaliyetleriydi. Pekin, ayrıca 12 Eylül’den sonra yakalanan Fethullah Gülen’in serbest bırakılması için zamanının Deniz Kuvvetleri Komutanı ve Genelkurmay Başkanının aracı olduğunu söyledi ki bu da bir tür doğrulama sayılır.

Gazeteci Tunca Bengin, General Pekin’i aramış, konunun detaylarını sormuş, anlattıklarını yazmış. Pekin’in, bu dincileri “Özel Harp Dairesi” içine alma gerekçesinden başlayalım. Bu adamlar kanaat önderleri olduğu için ister istemez böyle bir teşkilat göz ardı edemezmiş bunları. Mutlaka içine alması lazımmış. Önemli olan teşkilatlanan bu kişilerin kontrolüymüş. Yani devletin bunları kontrol etmesi gerekiyormuş, ondan almışlar.

Almasalar ne olurmuş? Devlet içine alıp kontrol etmezse ABD kontrol edermiş.

Peki, amaç hâsıl olmuş mu? Bir bakıma evet. Devletin kontrol etmek istediği adamlar devleti kontrol etmeye başlamış kısa sürede. Hem de ABD istihbaratının kucağında otururken yapmış bunu. Peki, İsmail Hakkı Pekin ve silah arkadaşları ne yapmış bunlar olurken? Hiç.
Beceriksizliklerinden veya istemediklerinde değil bu, isteseler de yapamayacaklarından. NATO ordusu olmuşsun, ABD’nin kucağına oturmuşsun, ne diyorlarsa onu yapacaksın. Daha düne kadar CIA, MİT’in içinde faaliyet gösteriyordu. MİT örgütleyen, alet edevatı tedarik eden oydu. JUSMAT (Joint US Military Mission for Aid to Turkey- Türkiye'ye Yardım için Ortak ABD Askeri Kurulu), resmi amacı Türk Silahlı Kuvvetleri'ne eğitim yardımı olan, Ankara'da yerleşik ABD askeri kuruluşudur. Ankara şubesi TSK’nın merkezindedir. Geçtik bunları, MİT’te yükselecek her eleman, TSK’de general adayı olacak her kurmay NATO’da, ABD’deki bu iş için düzenlenmiş okullarda eğitim alır, görev yapar, onaylanıp döner. Kaldı ki Pekin’in sözünü ettiği Özel Harp Dairesi de “kontrgerilla” yöntemleriyle çalışmak üzere bizzat ABD ve NATO tarafından peydahlanmıştır.

Adı geçen bu “sivil” tipleri alıp, örgütleyip, donatıp solun üzerine saldıkları kurum “Seferberlik Tetkik Dairesi” adını taşıyordu. Toplumda sivrilmiş tipleri, Pekin’in deyişiyle “kanaat önderlerini” seçip gerektiğinde kullanmak üzere maaşa bağlıyorlar, kolaylıklar sağlıyorlardı. Pekin devamını getiriyor; bir takım haklar tanınmış, siyasiyse desteklenmiş, tüccarsa ihalede, kredi verilmede kolaylık sağlanmış ya da kanaat önderiyse bunların faaliyetlerine müsaade edilmiş…

Adı geçen tiplerin tarihine bakın, birinin karanlık tarihi Komünizmle Mücadele Derneği’nde başlıyor, diğeri Kanlı Pazar’la kemale eriyor. Yani İslamcılığın esası “komünizmle mücadele”dir. Komünizmle mücadele ise devletin ve elbette ordunun işidir. Böylece komünizmle mücadelede birleşmişler, kaynaşmışlar, tek vücut olmuşlardır. Geriye dönüp bakın, Kenan Evren ile Fethullah Gülen arasında, Mehmet Şevki Eygi ile Turgut Özal arasında hiçbir fark bulamazsınız. Antikomünist, yobaz, karanlık ve acımasızdırlar. Hepsi Amerikan Muhibbidir, hepsi devlet desteklidir, hepsinin bir ayağı Özal Harp Dairesinin, haliyle NATO’nun derinliklerindedir.
Pekin eksik söylüyor, sadece bu ikisi değil İslamcıların hemen hepsi devletin elemanıdır. İslamcılarımız devletin kucağında büyümüştür...

***

HDP’li Sırrı Süreyya Önder, yıllar önce devletin görevlileri ile İmralı seferlerine çıktığı için hüküm giyince “suçunu” Cumhuriyet’te Barış Terkoğlu hatırlattı. Yurtdışında yayımlanan “İmralı Notları”na göre Abdullah Öcalan bile yapılan işin suç olduğunun farkındaydı. Gerisi şöyle: “Karşısında Selahattin Demirtaş, Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder oturuyordu. Yüzlerine bakarak sordu: MİT müsteşarları neyle yargılanmak istendi? Vatana ihanetle. Hepimiz vatana ihanetle yargılanabiliriz. Gayrimeşru bir iş yapıyoruz demiyorum. Ama yaptığımız işin hukuki bir güvencesi olmalı.”

MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın 2012’de İmralı pazarlıkları nedeniyle Fethullahcı savcılarca ifadeye çağrılması iktidar blokunda ilk büyük kırılmaya neden olmuştu. Cemaat, MİT üzerinden iktidar partisini devirmeyi planlıyordu. İmralı’da bunlar da konuşulmuştu. Bu darbeyi engelleyenin kendisi olduğu iddiasındaki Öcalan, FETÖ ile kavgaya başlayan AKP’ye, cephe kurarak rejimi dönüştürmeyi teklif ediyordu. Oturup devletle pazarlık yapmışlar, bir yol haritası belirlemişlerdi. “İslam bayrağı altındaki ortak yaşam” oluşturacaklardı. “Sol, Kürt ve İslam ittifakı” ile yeni anayasa yapılacak, bu cephe marifetiyle “Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet ve 1950’deki çok partili hayata geçişten çok daha önemli bir rejim değişikliği olacak”tı. Öcalan’ın “İslamcılarla ittifak kuracak solcu-Kürtçü parti projesi” MİT mensuplarının önünde hazırlanıyor, yürürlüğe konuyordu.

Geçen hafta HDP çatısı altındaki Erol Katırcıoğlu adlı liberalin Mecliste yaptığı konuşmada AKP’yi Bolşeviklere benzetmesinden fark etmişsinizdir, HDP içinde de Gülen-Eygi damarının varlığının işaretleri var. Antikomünizm düzenin alamet-i farikasıdır.

Cumhuriyeti yıkıp, İslam bayrağı altında ortak yaşam kuracaklarmış! Hâlbuki ortak yaşam kurmaya kalkıştıkları o devlet 1987’de Güneydoğu’da uçaklardan ve helikopterlerden ayetli hadisli bildiriler dağıtarak halkı PKK’ya karşı cihada çağırıyordu. Dağıtılan bildiride şöyle deniyordu: “Vatandaşım. Bakın yüce İslam dini size ne emrediyor. ‘Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Allah tecavüzkârları sevmez' (Bakara Suresi 190. ayet) Vatandaş. Bölücü çete mensupları seni; dininden, çocuklarından, eşinden, vatan, bayrak ve ahlak gibi kutsal değerlerinden koparmak istiyor. Onlara karşı savaşmak senin gibi her Müslüman'ın görevidir. Bu görevi savaşan güvenlik kuvvetlerine yardımcı olarak yap.”
Masa devrildi, Sırrı Süreyya hüküm giydi ve döndük başa. Devlet Kürt illerinde yeniden cihatta. Üstelik arada rejim de değişti ama Öcalan’ın hayal ettiği gibi İslam bayrağı altında ortak bir yaşam kurulamadı.

Neden böyle oldu peki? Osmanlıda oyun çoktur da ondan. Din-min hepsi iktidar kavgasında bir aletten ibaret. Hem MİT’le masaya oturduysan kullanılmayı da kabul etmişsin demektir. Kullandılar ve attılar. Oyun başka aletlerle sürüyor şimdi.

***

Ta 1800’lü yılların başından beri böyle bu; Bizim egemenlerimiz tarikatsız yönetemez. Dini, haliyle tarikatları kullanır, ihtiyaç duyduğunda yaslanır, devlet içinde yol verir, korur, kollar. 1826’da orduda reform yapacağız diye Yeniçerilerle bütünleşmiş olan Bektaşi tarikatını kovdular, yerine Mevlevileri oturttular. Baktılar olmuyor, Mevlevileri de kovup Nakşibendilere açtılar yolu. O gün bugündür Nakşibendiye devletin resmi tarikatıdır. Kısa Cumhuriyet molası hariç tarikat hep devletin içindedir.

Kim derin devletin işe aldığı Fethullah Gülen ve Mehmet Şevki Eygi? Biri Nur, diğeri Nakşibendi tarikatı mensubu. Nurculuk da Nakşibendiyenin uçsuz bucaksız kollarından biri zaten. 1950’li yıllardan beri, bu iki yapılanma devletin ta içinde.

12 Eylül Cuntası Nurcu severdi, en çok Fethullah’ı koruyup kolladı. Özal demokrattı, gelince Nakşilere de eşit şartlar sağladı. AKP geldi, dinci-tarikatçı karşı devrimini tamamladı, devleti Nakşi-Nurcu devletine dönüştürdü. Sonra darbeye kalkışan Nurcuları eksilttiler, Nakşiliğin dozunu arttırdılar. Döndük başa. Silahlı kuvvetleri tarikatlar kontrol ediyor yine. Bu arada öyle bir yozlaşma baş gösterdi ki Yeniçeriliği mumla arayacaklar yakında.

Sadece İslamcılığın değil, devletin de esası “komünizmle mücadele”dir 1950’den beri. Komünizmden korkarlar, o kurkuyla karanlıkta birleşirler, kaynaşırlar, yekvücut olurlar.
İsmail Hakkı Pekin eski istihbaratçı, laik cumhuriyeti alaşağı etmiş adamlar için “bizim elemanımızdı” diyor. Biliyoruz. Asıl soru şu, onları alıp devletin içine sokan sizler kimin elemanıydınız?

melnur  |  Cvp:
Cevap: 2
12.12.2018- 23:05

FETÖ meselesinin aslı - Kemal Okuyan


Sözcü’ye “FETÖ üyesi olmamakla birlikte FET֒ye hizmet etmek” suçlamasıyla dava açıldı. Tam anlaşılmıyor ne dendiği ama çıkartabildiğimiz kadarıyla Sözcü’nün Gülen karşıtı manşet ve haberleri de bu iddiaya kanıt olarak sunulmuş. Küfrettiklerine göre aralarında bir işbirliği var!

Böylece “FETÖ ile mücadele”de samimiyet için temel iki kriteri yargı tescillemiş oldu. Aralık 2013’e kadar Fethullah Gülen ve cemaatini yere göğe sığdıramamak. İlk kriter bu. İkincisi ise bu tarihten sonra her öğün “paralel yapı” demek, birilerini “FETÖ üyeliği” ile suçlamak.
Ya içindesin ya dışında çemberin.

Ama ya çember yoksa!

Başından beri söylüyoruz; dün emekli askeri istihbarat sorumlusu İsmail Hakkı Pekin de açıkladı, Fethullah Gülen “devlet”in adamıydı. Öteden beri. Ona yüklenen misyonlar sürekli değişti ama sabit olan kurulu düzenin korunması, uluslararası tekellerin çıkarları doğrultusunda toplumsal yaşama ve siyaset alanına müdahaleler yapılmasıydı.

İşin gerçeği, Fethullah Gülen’in “devlet”e çalıştığını söylemek için emekli Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanı olmak gerekmiyordu. Gülen’e Komünizmle Mücadele derneklerini kurduran iradenin Atlantik’in öte tarafından Ankara’ya kadar uzandığını, bu uğursuz örgütlenme ile Türkiye’deki köhne düzeni savunmak için kurulan diğer örgütlenmeler arasındaki iç içeliği, bunların tamamının büyük patron örgütleri ve uluslararası tekellerle bağlantılarını gösteren sayısız kitap ve makale yayınlandı.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonraki yıllarda Türkiye’de hem ABD’nin yönlendirmesi ile hem de açgözlü patronlarımızın kâr arayışını tatmin etmek için geliştirilen bölgesel inisiyatiflerin neredeyse tamamında Fethullahçıların katkısı var. O kadar okul imam yetiştirmek için açılmadı. Türkiye büyük ölçüde halledilmiş, sıra başka ülkelerin toplumsal ve siyasal dinamiklerine müdahale etmeye gelmişti.

Ecevit yılları dahil, bütün siyasi iktidarlar Gülen’in misyonlarının ve bu misyonlar için harekete geçirilen mekanizmaların ulaştığı boyutun farkındaydı. Bunu iyi bir şey olarak görüyor, “ulusal çıkarlara hizmet” olarak adlandırıyorlardı. Fethullah Gülen, AKP’den önce, İslamcılıkla piyasacılığın, İslamcılıkla Amerikancılığın uyumlu olabileceğinin en iyi kanıtlarından biriydi.
Kimse kimseyi kullanmadı, herkes büyük sermayeye hizmet etti, artan uluslararası rekabet ve çelişkilerde Gülen cemaati ABD-Türkiye arasındaki yakın işbirliğinin güvencelerinden biri oldu. Evet, bu aynı zamanda devlet politikasıydı.

Şöyle de özetleyebiliriz, mevcut düzenden yana olan, büyük patronların, uluslararası tekellerin çıkarlarına boyun eğen ya da hizmet eden herkes Gülen’le işbirliği halindeydi, çemberin dışında bir tek ama bir tek sömürü düzenine açıktan karşı olanlar vardı.

Sonra uluslararası alanda rekabet ve çelişkilerin derinleştiği bir döneme girildi, ABD ve Avrupa Birliği’nin içi de karıştı. AKP iktidarının tutarsızlıkları ve bu rekabet ve çelişki ortamında daha iddialı çıkışlar yapmaya başlaması ABD yönetimi ile Erdoğan arasındaki göz yaşartıcı uyuma gölge düşürdü. Böylece Gülen’e yeni bir misyon yüklendi: Erdoğan’ı yalnızlaştırmak. Bunun kolay olacağı düşünülüyordu çünkü çemberin içi-dışı yoktu, Fethullahçılar her yerdeydi, herkesleydi. Devlet Ergenekonla, Balyozla yeniden düzenlenirken bütün önemli operasyonları cemaat icra etmiş, imzayı AKP atmıştı.

Bu tabloda Erdoğan’ı hem AKP içinde hem de bürokraside yalnızlaştırmak kolay olacaktı.
Olmadı… Olmaması genellikle Fethullahçıların güç zehirlenmesine ya da Erdoğan’ın mücadeleciliğine bağlanıyor. Bunlar vardır ama asıl uluslararası alandaki rekabetin şiddetine odaklanmak gerekir. ABD’ye, daha doğrusu ABD’deki belli bir odağa daha da steril bir Türkiye armağan etmeye yanaşmayacak birden fazla güçlü ülke ve aktör vardı ve hâlâ var.

Sonuçta Erdoğan’ı yalnızlaştıramayan cemaatin müdahaleleri daha kapsamlı hale geldi, işi darbeye kadar götürdüler. Ama aslında kanlı darbe girişimi dahil hedefleri hep aynıydı: Erdoğan’ı yalnızlaştırmak. Çünkü AKP’den fazlasıyla memnunlar.

Ve işte burada da çemberin içi - çemberin dışı yok. Ayrıştıramazsınız. Her gün onar onar, bazen yüzer yüzer yeni gözaltılar oluyor: FET֒cüler yakalandı!

FET֒cüler yakalanıyor ama bir yandan da görülüyor ki, Gülenciler kritik yerlere getiriliyor, bürokraside ilginç gelişmeler yaşanıyor. Aslında şaşırtıcı değil, çünkü ABD ve AB ile ilişkileri düzeltme derdindeki iktidar bunun bir yerden sonra cemaatçi kadrolara da gereksineceğini biliyor.

E zaten çemberin içi dışı yok.

Bugün en geniş anlamıyla FETÖ suçlamaları ve soruşturmaları, ABD ve Avrupa Birliği’ne “bana alternatif aramaya çalışmayın” mesajından başka bir anlam ifade etmiyor. Oysa, Erdoğan’a ve AKP’ye karşı olmak için “dış güçler”e gerek yok! Düzen cephesi ve en başta hükümet kendi içine ve yakınına baksın fesat, komplo arıyorsa. Toplumsal açıdan bugünkü siyasi iktidara tepki ya da öfke olmaması ise imkansızdır, burası Türkiye. FET֒yü böylesi bir imkansıza ulaşmak için de yarattı yıllar önce bu düzen. Şimdi dolanıp duruyorlar.

İktidar bir gün “Gülen’e karşı olanlar haindir” diyecek, ertesi gün “bana karşı olan herkes FET֒cüdür”! Şaka gibi…

Ama Türkiye artık şaka kaldırmıyor.

Çünkü bu “şaka”nın ardında “2013’e kadar Fethullah Gülen bu ülkeye hizmet etti, sonra hain oldu” tezi var. Yavaş yavaş bu tezi daha açıkça dillendirmeye başladılar. “Kandırıldık” daha masum bir saçmalıktı. Sonradan hainlik iddiası ise Türkiye’de NATO’culuğun, piyasacılığın, devrim düşmanlığının meşrulaştırılması içindir. Gülen için en fazla “hükümete ihanet etti” diyebilirsiniz. Ancak cemaat bu halka ihanet etmedi, bu halkın her daim düşmanıydı.

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]