Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Dinler-İnançlar

Bilimsel ve dinsel düşünce biçimleri uzlaşabilir mi? – 1
Ender Helvacıoğlu


Bilimsel ve dinsel düşünce biçimleri uzlaşabilir mi? Bu soru iki düzlemde tartışılabilir: Politik düzlemde ve kuramsal-felsefi düzlemde.

Konu politik düzlemde ele alındığında ve tarihe baktığımızda hem keskin çatışmaları hem de uzlaşmaları görüyoruz. Elbette her büyük tartışma gibi bu da sınıf mücadelesi zemininde ortaya çıkıyor. Dinsel düşünce biçimi, Modernite öncesi aristokrat hakim sınıfların esas ideolojisi, ta Sümerlerden beri… Bilimsel düşünce biçimi ise aristokrasiye karşı mücadele içinde gelişiyor ve sistematik haline Modernite ile kavuşuyor. Daha öncesi de var elbet ama esas olarak Avrupa’da Rönesans ve Reform hareketleriyle, yoğun köylü isyanlarıyla gelişen bu mücadeleye -ilk başta- aristokrat düzeni tasfiye etmeye çalışan burjuvazi önderlik ediyor. Tartışmanın kaynaklandığı sınıfsal zemin kabaca böyle.

Birkaç yüzyıl süren yoğun sınıf çatışmaları sürecinde, bu çatışmanın düşünsel düzeydeki yansıması olan dinsel ve bilimsel düşünce biçimleri arasındaki tartışma -güç dengelerine göre en uzlaşmacısından en zıtlaşanına dek- çok çeşitli fikir akımlarını doğuruyor. Sonunda 1640 İngiliz, 1765-1783 Amerikan, 1789 Fransız ve 1848 Alman demokratik devrimleriyle burjuvazi iktidarı alıyor ve aristokrasinin tasfiye süreci başlıyor.

Laiklik bu devrimci dönemin bir kavramı olarak ortaya çıkıyor. Aslında laiklik, burjuvazi ile aristokrasi ve ruhban kesim (Kilise) arasındaki bir “ateşkes” anlamına gelir; dinsel düşünce ile bilimsel düşüncenin karşılıklı sınırları belirlenir. Burjuvazi galip, aristokrasi mağlup olduğu için bu dönemin laiklik tanımı olabildiğince radikaldir: “Din ile dünya işlerinin birbirinden ayrılması”. Devlet ve toplum (yani bu dünya) bilimle idare edilecektir; din öte dünya işlerine bakacaktır. Galipler mağlupları gerçek dünyadan sürmüştür.

Burada çok önemli bir nokta var. Aslında her türden aristokrat hakim sınıf da devleti ve düzeni son derece seküler (budünyacı) bir biçimde yönetir. Savaşlar dua ederek kazanılmaz, devletler Tanrı’ya yakararak idare edilmez. Hammurabi’den Roma hukukçularına, Sun Tzu’dan Nizamülmülk’e kadar aristokrasinin tüm kuramcılarının eserleri okunduğunda net olarak görürüz bunu. Semavi dinlerin kutsal kitapları da böyledir. Kuran, Hz. Muhammed hareketinin 20 yıl süreyle çıkmış teorik-politik yayın organı gibidir. Hareketin, liderin ve kadroların her türlü sorununa çözüm üreten bir merkez organ…

Din ve dinsel düşünce biçimi esas olarak toplum ve ezilenler içindir. Aristokrat düzenin sürekliliğinin sağlanması için en önemli ideolojik hegemonya araçlarıdır. Bu nedenle halk dindardır, hakim sınıflar ise dinci. Machiavelli, hükümdara öğütler verirken bu kandırmacayı açık ettiği için (yani aslında “kral çıplak” dediği için) cumhuriyetçi bir düşünür olarak kabul edilir.

İşte laiklik de aristokrasinin tasfiye edildiği devrimci dönemde esas olarak halk için geliştirilmiş bir kavramdır. Aristokrat düzende din nasıl halk içinse, devrimci burjuvazi döneminde de laiklik halk içindir (mesele halktır, oyun halk üzerinde oynanmaktadır her zaman). Bunu “laik” sözcüğünün etimolojik kökenine inerek de görebiliriz. Sözcük, eski Yunancada “halka ilişkin, halktan” anlamına gelen “laikos” sözcüğünden köken alır. Burjuvaziye kul veya maraba değil, emeğini “özgür” bir biçimde satabilme hakkını kazanmış emekçi, “özgür yurttaş” gereklidir. Kısacası laiklik halkın “özgürleşmesi”, bu dünyanın kapsamına çekilmesi demektir.

Avrupa burjuvazileri aristokrasiyi esas olarak tasfiye edip kendi sistemlerini oturttuktan sonra bilimsel ve dinsel düşünce biçimleri arasındaki tartışmanın da seyri değişir ve bir uzlaşma dönemi başlar. Burjuvazinin devrimci dönemindeki dine karşı radikalliği törpülenir ve emekçiler üzerindeki ideolojik hegemonya aracı olarak din tekrar keşfedilir.

Bu noktada, Fransız devriminden 15 yıl sonra kendisini imparator ilan eden Napolyon Bonapart ile düşünür-matematikçi Laplace arasında geçtiği söylenen diyalog ilginçtir. Laplace, denkleminde Tanrı’nın yerini soran Napolyon’a, “ihtiyaç duymadım” diye yanıt verir. Devrimci geleneği sürdüren Laplace’ın ihtiyacı yoktur belki, ama Avrupa’yı fethetme sevdasındaki Napolyon’a askerlerini motive etmek için (egemen sınıfların binlerce yıldır yaptığı gibi) Tanrı gereklidir. Laplace’ın denklemi ile Napolyon’un denklemi arasındaki fark, burjuva aydınlanmasının da serüvenini yansıtır. Bu dönemdeki burjuva felsefesi bilim ile dini uzlaştırma çabasındadır. Devrimci değil “gerçekçi” felsefeler öne çıkar burjuvazi katlarında. Aslında bu, burjuvazinin gerçekliğidir; emekçinin ise yanılsaması.

Laiklik tanımı da değişir: “Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması”. Bu tanım pratikte aristokrat dönemden pek farklı değildir. Devlet ve siyaset seküler biçimde bilimle yürütülecektir, ama topluma din şırınga edilecektir.

Toparlarsak, politik düzlemde, bilimsel ve dinsel düşünce biçimleri arasındaki ilişki sınıf mücadelesinin seyrine ve dengelerine göre şekil alır; bazen çatışma öne çıkar bazen de uzlaşma. Sınıf mücadelesinin seyri kendi düşünsel akımlarını da yaratır. En genelde baktığımızda emeğin özgürleşmesi yönünde atılımların yaşandığı dönemlerde bilimsel düşünce biçimi öne çıkarken ve dinselleştirme gerilerken, emeğin kısıtlandığı ve baskı altına alındığı dönemlerde bilim ile dinin uzlaştırılmaya çalışıldığına şahit oluruz. Bu da bize, dinin işlevinin ne olduğunu ve karşılık olarak laikliğin ve bilimsel düşüncenin toplumsallaşmasının kimin yararına olduğunu net olarak gösterir.

Konuyu bir de felsefi düzlemle sınırlayıp kuramsal olarak tartışmakta fayda var. Çünkü ancak o zaman bilimsel ve dinsel düşünce biçimlerinin özleri itibarıyla uzlaşmaz ama politik zor yoluyla “uzlaştırılır” olduğunu anlayabiliriz.

Köşe yazısı sınırlarını aşmamak için bunu da bir sonraki yazımıza bırakalım.

https://www.abcgazetesi.com/bilimsel-ve-dinsel-dusunce-bicimleri-uzlasabilir-mi-1-64619

melnur  |  Cvp:
Cevap: 1
03.02.2020- 19:34

Bilimsel ve dinsel düşünce biçimleri uzlaşabilir mi? | 2
Ender Helvacıoğlu


Önceki yazımızda bu soruyu politik düzlemde tartışmıştık ve “Konuyu bir de felsefi düzlemle sınırlayıp kuramsal olarak tartışmakta fayda var. Çünkü ancak o zaman bilimsel ve dinsel düşünce biçimlerinin özleri itibarıyla uzlaşmaz ama politik zor yoluyla ‘uzlaştırılır’ olduğunu anlayabiliriz.” diye bağlamıştık.

Bu iki düşünce biçimi ve yöntemi neden özleri itibarıyla uzlaşmaz? Bunun nedeni birinin iyi diğerinin kötü olması değil; “iyi” ve “kötü” bilimsel kavramlar değildirler. Nesnel ve tarihsel nedenler var.

Öncelikle iki noktayı saptamamız gerek.

Birinci saptamamız, her düşünce biçimi ve fikir akımının ortaya çıktığı toplumsal (sosyo-ekonomik) koşullarla sınırlı olduğu, “tarihsel” olduğudur. Dolayısıyla bir düşünce sisteminin ne olduğunu kavrayabilmek için öncelikle yeşerdiği toplumsal zemini, yani maddi temelini anlamak gerekir. Yoksa aşırı yorumlardan, mesnetsiz paralelliklerden, -olumlu veya olumsuz-   abartılı tespitlerden kurtulamayız. Fikir akımlarını ve onların temsilcilerini tarihte yerli yerine oturtamayız. Platon’da Hegel’i, İbn Rüşt’te Voltaire’i veya İbn Haldun’da Marx’ı bulduğumuzu sanırız; aslında her iki tarafa da haksızlık yapmış oluruz. Bunun bir adamı ötesi, Kuran’da Kuantum kuramının veya büyük patlamanın öngörülmüş olduğunu iddia etmektir; yani şarlatanlığın kıyısıdır.

İkinci saptamamız, Avrupa’da Rönesans, Reform ve köylü isyanlarıyla başlayıp Bilimsel Devrim, Aydınlanma, demokratik devrimler, endüstri devrimleri ve sosyalist devrimlerle (dünyalılaşarak) devam eden ama bütün bu atılımlara karşın henüz ilk aşamasını yaşadığımız Modernite’nin, bütün bir uygarlık (sınıflılık) sürecinin en önemli kırılma noktası olduğudur. Uygarlık sürecini kabaca Modernite öncesi ve Modernite sonrası olarak ikiye ayırabilecek kadar belirleyicidir bu dönüm noktası. Doğal olarak sadece toplumsal süreçleri değil, fikir akımları ve hakim düşünce biçimlerini de ikiye ayırır bu köşe taşı. Sadece fikir akımları gelişmiş ve ilerlemiş değildir, temel paradigma değişmiştir Modernite ile birlikte.

Ortaçağ Doğu uygarlığının (İslam uygarlığı da denebilir) katkıları elbette Modernite’ye giden yolu döşemiştir; Avrupa-merkezci tarihçilerin söylediği gibi Batı Uygarlığı birdenbire ortaya çıkmış bir “mucize” değildir. Fakat Batı-merkezcilere karşı sürekliliklere vurgu yaparken, Modernite ile birlikte yaşanan kopuş ve sıçrama gözden kaçırılırsa ne toplumsal tarih ne de düşünce tarihi anlaşılabilir. Tarihin o döneminde Avrupa’da yaşanan sıçrama esastır, süreklilik ise tali. Bu nedenle o süreci hep “devrim” sözcüğü ile niteliyoruz: Bilimsel devrim, Aydınlanma devrimi, demokratik devrimler, endüstri devrimi vb…

Bu süreci “Doğu-Batı”, “İslam-Hristiyan” gibi ikililerle kültürel düzlemde kalarak, uygarlık tarzı çatışmalarıyla açıklamaya çalışırsak yanılırız. Yaşanan kopuşun ve sıçramanın toplumsal (maddi) bir nedeni var: Modernite’yi yaratan, tarihte ilk kez aristokrasi ve köylülük dışında iktidar talep eden iki yeni sınıfın ortaya çıkmasıdır: Önce burjuvazi, sonra proletarya. İşte her alanda yaşanan paradigma değişimini yaratan toplumsal zemin budur. Bambaşka bir üretim ilişkileri sistemi yeşermiş, gelişmiş ve eski sınıf ilişkilerini tasfiye ederek hakimiyetini kurmuştur.

Bu büyük toplumsal devrim düşünce (felsefe, bilim, sanat, siyaset, her alanda) devrimini de yaratmıştır. Yepyeni bir düşünce biçimi yeşermiştir: Bilimsel düşünce biçimi. Gerçeği nerede arayacağız? Galilei’nin teleskopunda mı, kutsal kitaplarda mı? Kısaca mesele budur.

Aristokrat dönemin hakim düşünce sistemi olan dinsel düşünce biçimi ile Modernite ile yeşeren bilimsel düşünce biçiminin uzlaşmazlığı buradan kaynaklanır. Bu tek başına bir felsefi tartışma değildir, kültürel veya dinsel bir çatışma değildir, ilerilik-gerilik ile de açıklanamaz; bir dönem (paradigma) farkıdır.

Nasıl astroloji ile astronomiyi, Dünya-merkezli tanrısal evren modeli ile Kopernik evren modelini, yaratılışçılık ile evrim kuramını uzlaştıramazsak, dinsel düşünce biçimi ile bilimsel düşünce biçimini de uzlaştıramayız. Bunun astrolojiyi, Batlamyus’u, dinleri küçümsemekle veya “gerici” ilan etmekle bir ilgisi yoktur. Eski düşünce biçiminin yarattığı ürünler kendi dönemlerinde iş görmüş, ama artık miatlarını doldurmuş, aşılmış ve tarihin müzesindeki yerlerini almışlardır. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildir.

Gerici olanlar, eskimiş olanı yeniden diriltmeye, toplumsal yaşama sokuşturmaya çalışanlar ve bir biçimde iki farklı paradigmayı uzlaştırmaya çalışanlardır. Uzlaştırma felsefi ve bilimsel düzlemde olanaksızdır; bu ikisi ancak Engizisyon zoruyla “uzlaştırılabilir”, Galilei’yi zorladıkları gibi… Ama insanlık önünde sonunda “Dünya yine de dönüyor” der.

Son bir not: İslamlar mı, Hristiyanlar mı daha fazla baskı yaptı türünden tartışmaların da bir anlamı yok. Hallac’ın derisini yüzenlerle Bruno’yu yakanlar aynı sınıfın (aristokrat sınıfların) adamlarıdır.

https://www.abcgazetesi.com/bilimsel-ve-dinsel-dusunce-bicimleri-uzlasabilir-mi-2-66974

melnur  |  Cvp:
Cevap: 2
04.02.2020- 04:29

Kimin eli? - Ender Helvacıoğlu

Bu köşedeki son yazılarımdan birkaçında “bilimsel ve dinsel düşünce biçimleri uzlaşabilir mi?” sorusuna yanıt vermeye çalıştım.

Soru bu şekilde formüle edildiğinde sanki kuramsal bir meseleymiş, aydınlar arasındaki bir tartışmaymış gibi gelebilir. Ama hiç öyle değildir. Toplumumuzun, hatta tüm dünya toplumlarının en temel tartışmasıdır bu. Dünya çapında en az 500, bizim coğrafyamızda ise yaklaşık 150 yıldır süren keskin bir tartışma.

Öyle ki, sadece kuramsal mecralarda veya politika sahnelerinde değil, günlük yaşamımızın her alanında her gün hissettiğimiz, bizi etkileyen herhangi bir sorunun üstünü kazıdığımızda ortaya çıkıveren yakıcı bir tartışma.

İngiltere’si Fransa’sı gelir gider, Almanya’sı gelir gider, Amerika’sı gelir gider, iktidarlar gelir gider… Ama bu tartışma bazen alttan alta bazen tüm keskinliğiyle sürer. Ve belirler. Bütün dünya toplumlarının ama belki de en fazla içinde yaşadığımız bölgenin toplumlarının temel çelişkisiyle ilgilidir çünkü.

Elbette “tartışma” derken klavye başında yazı yazmayı kastetmiyorum; bilincinde olunsun veya olunmasın sınıf mücadelesi yöntemleriyle arazide yapılır bu tartışma. O arazi, bütün ülke hatta bütün bölge olduğu gibi, işyerleri, mahalleler, okullar, evler, günlük yaşamımızın her alanıdır da…

İşte AKP iktidarı bu tartışmayı kaşıdı ve kaşımaya devam ediyor. Türkiye toplumunu bu tartışmaya zorladılar. Toplumun omurgasını hedef alan en büyük bölücülüktür bu. Bir 21. yüzyıl toplumuna 1000-1500 yıl öncesini dayatamazsınız. Dayatmaya kalkarsanız, toplumun omurgasını çatırdatırsınız. Ve bu yolda ne kadar ilerlerseniz, o toplum önünde sonunda o denli köklü bir biçimde kusacaktır sizi…

***

Bölgemizin diğer ülkelerine göre daha şanslıyız biz. Bir cumhuriyet devrimi yaşamışız. En önemlisi de cumhuriyetçilik ve aydınlanmacılık ile yurtseverlik ve anti-emperyalizmin sentezinin başarıldığı bir birikime sahibiz. Muazzam bir kazanımdır. Bu ülkede bağımsızlık, yurtseverlik dedin mi aydınlanmacılar ve sosyalistler öne çıkar; geleneğimizdir bu. Siyasal İslamcılar ve dinciler ise yüz yıldır işbirlikçilikle, emperyalizmi kıble yapmakla damgalanmışlardır; onların da toplum düşmanı bu gelenekleri sürüyor, görüyoruz.

İran halkı bu kadar şanslı değil. Çok kadim, çok bilge bir halk, ama bizimki gibi bir birikimleri yok. Bu anlamda bizden yüz yıl gerideler. Fakat belli olmaz, toplumlar eşitsiz gelişir… Belki öyle bir atılım yaparlar ki, herkese örnek olurlar, gıpta ile bakarız onlara. Ama şu anda durum bu…

İran Amerikan emperyalizminin hedef tahtasında, saldırısı altında. İran yönetimi bu saldırıya karşı direniyor. Ama aynı İran yönetimi 40 yıldır halkını gerici bir cendereye sokmuş ve halk da artık isyan noktasında. Yaman bir çelişki… Kafaların karışması, ellerin -iki yönlü de- titremesi bundan. Hayyam’ın torunları da bu çelişkiyi çözecek, halklara güvenmek gerek. Başka güvenecek neyimiz var ki? İran toplumu da bizim yüz yıl önce yaptığımız sentezi bir gün yapmayı başaracak. 1979 yılında eşiğine gelmişlerdi ama olmadı; önünde sonunda olacak.

***

Amerikan güçlerinin İranlı general Süleymani’yi vurmasını lanetleyen paylaşımlarda bulunduğumda bazı arkadaşlar “İran’daki gerici rejimi savunmakla” suçladılar. Amerikan emperyalizminin saldırısını lanetlemeyeceğiz de neyi lanetleyeceğiz? Bu düzlemde bu tutumu almayan, hiçbir düzlemde ilericilik yapamaz.

Başkasını bilemem, ama kendimden eminim. Bu konuda şerbetliyim. 40 yıl önce İranlı şeriatçılar, okulu bırakıp coşkuyla devrimine koşan üniversiteli devrimci arkadaşlarımızı aldılar bizden. Bu acı beynimizden hiçbir zaman çıkmaz.

Mollaların generalinin vurulmasına çok üzüldüm. Kahroldum. Neden bizim elimizden olmadı diye…

Emperyalistlere direnen el ile şeriatçıları alt eden el aynı el olmalı. Bütün meselemiz bunu becerebilmek. Becerdiğimizde ne kafa karışıklığı kalacaktır ne de el titremesi… O zaman gerçek temeline oturacaktır büyük çelişki. Sadece devletler düzleminde politika yapanlar, o veya bu devletin adamı olanlar anlayamaz bunu.

İşimiz gücümüz bu olmalı. Yüz yıl önce bütün bölge adına becermişiz. Bugün de bölgenin tüm kadim halkları olarak -hem de bu kez hedefi büyülterek- becerebiliriz.

Kahrolsun Amerikan emperyalizmi! Yaşasın Ortadoğu’nun mazlum halkları!

https://www.abcgazetesi.com/kimin-eli-72204

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]