Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

17.02.2020- 05:32

GazeteManifesto ''PUSULA''sını bu kez   SOL'un tarihindeki likidasyon konusuna çevirmiş. İyi de yapmış, likidasyon denildiğinde benim aklıma TBKP süreci geliyor. PUSULA bu konuyu haklı olarak daha da genişletmiş, bu konuda şöyle diyor:

''...Solun tarihinde likidasyon dönemlerine ışık tutmaya çalıştık. 100. yaşını kutlayan komünist siyaset, bir asrı geride bırakırken kendi geçmişine dönük eleştirel bir bakış açısını da mutlaka masaya koymalı. TKBP ve ÖDP süreçleri iki ayrı yazıyla ele alındı. Bugün solun bir likidasyon süreci daha yaşadığını söylüyor ve HDP zemininin böylesi bir sürecin adresi olarak karşımıza çıktığını ifade ediyoruz.

İlk yazımız Ali Ateş tarafından kaleme alındı. “Solda likidasyonun teorisi olur mu?” yazımızı “TBKP likidasyonu ders olmalı” başlığıyla Mir Güney Kartal’ın kaleme aldığı yazı takip ediyor. Sonraki yazımız ÖDP üzerine. Hasan Alioğlu tarafından yazılan yazımızın başlığı “ÖDP: Solda ikinci likidasyon adresi ya da dalgayı beklerken erimek”. Son yazımız ise HDP solculuğunu konu alıyor ve neo-likidasyon kavramını gündeme getiriyor. “Neo-likidasyonun yeni adresi HDP ve liberal demokrasi” başlıklı yazımız Neşe Deniz Babacan tarafından yazıldı.''

Önemli gördüğümüz bu çalışmayı buraya astıktan sonra yorumlamaya çalışırız.

melnur  |  Cvp:
Cevap: 1
17.02.2020- 05:35

Solda likidasyonun teorisi olur mu?


“Toplumsal etki” meselesi sosyalist hareket tarafından başa yazılırken, sağa kayış tam da bu nedenle gerekçelendiriliyor. Tam bir totoloji olarak karşımıza çıkan ise, “toplumsal etkiyi” artırmakla yola çıkıp, siyaseten sağa kayışın getirmiş olduğu likidasyon gerçeği!

Resim Ekleme
Ali Ateş

Türkiye sosyalist hareketinin bugün en önemli sorunu bağımsız bir siyasal odak olarak toplumsal siyasetteki etki sorunudur. Elbette böylesi bir mesele ortaya konulduğunda, bu sorunu belirleyen başka parametreleri de masaya yatırmak gerekebilir. Örneğin örgütlenme, siyaset tarzı, ideolojik üretim gibi…

Hem toplumsal etki bağlamında hem de bağımsız bir odak teşkil etmede sosyalist hareketin karşılaştığı sorunları çözmesi beklenirken; bu duruma direnç göstermek yerine, son 30 yıldır Türkiye sosyalist hareketinde sonucu likidasyona varabilecek yokuş aşağı sağa kayış gerçeği ile karşılaşıyoruz.

İşin ilginç tarafını ise şu oluşturuyor: “Toplumsal etki” meselesi sosyalist hareket tarafından başa yazılırken, sağa kayış tam da bu nedenle gerekçelendiriliyor. Tam bir totoloji olarak karşımıza çıkan ise, “toplumsal etkiyi” artırmakla yola çıkıp, siyaseten sağa kayışın getirmiş olduğu likidasyon gerçeği!

Bu satırlardan sonra, likidasyon – toplumsal etki arasında doğrusal bir denklem kurulması varılacak en yanlış sonuç olur. Tersine, Türkiye sosyalist hareketi, “toplumsal etki” sorununu ilke ve ideolojik tutumunda aradıkça, “yenilik” adına devrimci ilkelerini terk ettikçe, ideolojik parametreleri ve programatik kodlarıyla oynadıkça sağa kayış kaçınılmaz, likidasyon ise büyük bir tehlike olarak karşımıza çıkıyor.

Öncelikle söylenmesi gereken ilk doğru şudur: Bağımsız bir siyasal odak olmadan, toplumsal etkinin başlangıç noktasını ya da pivot ayağını kuramazsınız! Tam da bu nedenle, likidasyonların başlangıç noktası, bağımsız siyasi hatta ısrardan ve bu anlamıyla örgütü merkeze koymaktan vazgeçişte aranmalıdır. Örgüt, özelde Leninizm arkaik bir teori olarak görüldükçe, yenilik adına, yeni dinamiklere açılmak adına, yeni kesimlerle buluşmak adına ve politik ittifaklar adına örgütün önemsizleştirildiği her nokta likidasyonlara kapı aralayan ilk olgu olarak değerlendirilmelidir.

İkinci nokta ise, ilkinden daha sarih bir olgu: “Devrimci teori olmadan, devrimci pratik de olmuyor”. Devrimci bir teoriye sahip olmadan sosyalist hareketin toplumsal etkisi nasıl mümkün olabilir ki? Eğer bir etki olacaksa, bu durumda bu sosyalist bir etki olamaz! Devrimci teorinin yerini alacak olan başka teoriler, ki bu büyümenin ya da topluma etkinin, yeni bağlar kurmanın gereği olarak öne sürülür, eninde sonunda sosyalizmin değil tersine düzen güçlerine benzeşen bir siyasete ya da doğrudan düzen siyasetine yarayan bir nitelikle karşımıza çıkar. Tam da bu nedenle likidasyonların özünde aranacak bir başka olgu, devrimci programatik ilkelerin terkedilmesinde yatmaktadır. Devrimci teorinin özünü ise sosyalizmde ısrar, burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz çelişki oluşturur.

Belki de, likidasyonlara yol açan bakış açılarından birisi de, Türkiye sosyalist hareketinin “toplumsal etki” bağlamında dert ettiği şeylerden biri olan kitle psikolojisine teslim olunmasıdır. “Evet yanlış ama kitlelerden kopmak da olmaz” teziyle güçlü bir argüman olarak karşımıza çıkan bu görüş, eninde sonunda “kitle kuyrukçuluğu” diyebileceğimiz bir noktaya evrilmekte asla gecikmiyor. İşte burada “öncü parti teorisi”nin terkinin, sinsi bir biçimde vücudu saran bir virüs gibi bünyeyi teslim almasının örneği karşımıza çıkar. Kitlelerden kopmak olmaz, kitlelerin siyasi bilinç düzeyi, refklesleri, dinamizmi devrimci siyasetin mutlaka veri alması gereken başlıklarının başında gelir. Nesnelliği takmayan bir öznellik mümkün değildir. Ancak nesnelliğe teslim olmak? Bu paragrafta kastettiğimiz öz itibariyle, “kitlelerden kopmamak adına, kitlelerin belirlediği politik iklime teslim olmak” tezi. Unutulmamalıdır ki, verili olarak kitlelerin bilinç düzeyi mutlak bir biçimde burjuva düzenin siyasi aktörlerinin etkisi altındadır.

Tam da bu gerekçelerin bir sonucu olarak karşımıza çıkan bir başka şey de ittifaklar politikası olarak gündeme getirilen politik yaklaşım. Sosyalist hareket daha geniş bir zeminde hareket ederse eğer, daha geniş kesimlerin kısmi başarıları sosyalist harekete alan açar görüşleriyle birleşerek ittifaklar politikası önümüze geliyor. Bunun politik söylemi ise bir dönem “demokrasi cephesi”, “faşizme karşı cephe”, “emperyalizme karşı cephe” söylemi altında politik kılınırken, pratik karşılığı ise seçimden seçime “seçim ittifakı” olarak somutlanıyor. Aslında seçimden seçime ittifak siyaseti altında düzen soluna, sosyal demokrasiye ya da liberal sola oy çağrısı dışında somut bir karşılığı olmayan bir durum bu.

Ve sosyalist hareketin bu tezlere dayanarak siyaset yapan kesimleri, benzeşmeye ve aynılaşmaya başlar. Benzeştikçe toplumsal etki, sosyalizme değil düzen siyasetine yazar, benzeştikçe programatik farklılıklar önemsizleşir, bunun karşılığı ise örgütsel likidasyona kadar varabilecek bir ideolojik likidasyon olur.

Benzeşme hali başkalaşmaya götürür. Türkiye sosyalist hareketinin tarihinde başkalaşarak düzen siyasetinin parçası haline gelen önemli likidasyon örnekleri bulunuyor. Yaşanılan likidasyon örnekleri uzak bir tarihe değil, neredeyse yakın tarihimize denk gelen vakalar. Özellikle 12 Eylül askeri darbesi sonrası Türkiye sosyalist hareketinde yaşanılan likidasyon dalgalarının peşi sıra gelmesi, sosyalist hareketin bugün içinde bulunduğu durumu belli açılardan açıklasa da, aslında beri tarafta sosyalist hareket üzerindeki liberal tahakkümün varlığını gösteriyor.

TBKP likidasyonu özellikle geleneksel sol olarak ifade edilen partili solun tarihinde önemli bir yer tutuyor. TKP ve TİP’in birleşmesinden yeni bir umut beklentisi TBKP likidasyonuyla tuz buz olmuştu. Likidasyon sürecinin sonraki ayağı ise ÖDP süreci olmuştu. Neredeyse Türkiye solunun önemli bütün bölmelerini içinde taşıyan ÖDP, solun ikinci likidasyonunun adresi olarak karşımıza çıktı.

Bugün de benzer bir likidasyon dalgası, politik olarak HDP çatısı altında yaşanıyor. HDP’nin çatısı, etkisi ya da çizgisi, sosyalist hareketin yeniden canlandığı, ayağa kalktığı ya da omurgasını oluşturduğu bir zemin değil tersinden sosyalist solun içinde eridiği bir tablo olarak karşımızda duruyor.

https://gazetemanifesto.com/2020/pusula-solda-likidasyonun-teorisi-olur-mu-335870/

melnur  |  Cvp:
Cevap: 2
17.02.2020- 05:39

TBKP likidasyonu ders olmalı

TBKP, likidasyon ve reformizmin Türkiye solundaki son örneği olarak kalmadı. Sol bu kötü deneyden gerekli dersleri çıkarmamıştı. 1990’lı yıllardan günümüze kadar başka bir dizi reformist odak ortaya çıktı.

Resim Ekleme[size=3]
Mir Güney Kartal

Türkiye Sosyalist Hareketi’nin mücadele tarihi çok önemli dönüm noktalarını içinde barındırıyor. Bu dönüm noktalarının, dünya ölçeğinde komünist hareketin ve işçi sınıfının içinde bulunduğu durum, ülke nesnelliği ve sosyalist hareketin her bir öznesi açısından öznel bir dizi yanı da kendi içinde barındırdığını belirtmemiz gerekiyor.

Amacımız sosyalist hareketimizin yaklaşık yüz yıllık tarihi içindeki her bir dönemi ya da kırılma kesitini ayrı ayrı ele almak değil. Daha çok bizim tarihimiz açısından TKP’nin siyasal ve örgütsel varlığının ortadan kaldırıldığı ciddi bir likidasyon sürecine evrilen döneme fener tutup bugüne dersler çıkarmaktır.

Sahiplendiğimiz yüz yıllık TKP tarihinin   başarıları, zaafları, inişleri, çıkışları bugünümüze ışık olmalıdır. Bu büyük mirasın her boyutuyla ele alınması komünist parti ve siyasetinin geleceğini daha sağlam adımlarla örgütlemesinin de başat yaklaşımı olmalı.

Dışarıda ve içeride likidasyonun zemini

Girişte belirttiğimiz gibi sosyalist solun likidasyon süreçlerinde tarihsel bağlamın, dünya komünist hareketinin ve işçi sınıfının mücadelesinin o an ki durumu önemli bir yer tutar. Tutar ama genellikle yeni olmayan düzen içi eğilimlerin pratiğe taşınabileceği bir zeminden güç alan ”yönetici” kadroların, komünist bir partiyi likidasyona götüren ana belirleyenler olduğunu/olacağını da hemen   ekleyelim.

Belirtmek gerekir ki   her şey sınıf mücadelesinin tarihsel seyrine veya dönemsel geri çekilişlere bağlanamaz. Özne’nin ve ona önderlik edenlerin yönelimlerinin ve rollerinin böylesi süreçlerde belirleyici bir işlev gördüğü gerçeğinin altı bir kez daha çizilmelidir. Bu yüzden Komünist hareketimizi likidasyona götüren sürecin hemen öncesindeki yıllarda ülkemizdeki nesnel koşulları, solun durumunu ve darbelerle yeniden şekillenen siyasi haritayı kısaca hatırlamak faydalı olacaktır.

1971 darbesi ve 9 yıl sonra gelen 12 Eylül 1980 darbesi solun siyasal ve örgütsel olarak tam anlamıyla ülke siyasetinden silinmesini hedefliyordu. Darbeyle birlikte gelen tutuklama, baskı, işkence ve idamlar, sendikaların, derneklerin kapatılması ve yasaklanması gibi adımlar toplumsal alanda büyük bir tahribat ve güvenlik kaygısını da öne çıkarıyor, zaten dağılma halindeki sosyalist hareketin toparlanma, örgütlenme ve kendini yeniden kurma zeminini daraltıyordu. Darbenin ardından sermaye iktidarının programı, temizlediği zeminde gerici-liberal-piyasacı   saldırıyı etkin şekilde hayata geçirmekti.

Darbenin bir başka hedefi sosyalist siyasetin ve örgütlü toplumun geri dönüşsüz bir şekilde yenildiği ve sivil toplumcu yeni solculuk olarak tanımlayabileceğimiz liberal siyasetin toplumsal hafızaya nakşedilmesidir. İlerleyen yıllar, sosyalist harekette yenilginin getirdiği içe kapanma halini, içi boş birlikçilik tartışmalarını, dünya ölçeğindeki liberal saldırıya paralel ”yeni” bir “sol” arayışı, teorik ve ideolojik savrulma zeminini de giderek belirginleştirmiştir.

Uluslararası alandaki siyasal fotoğrafa bakıldığında ise emperyalist-kapitalist sistemin sosyalizme dönük saldırısının belli ölçülerde ideolojik aşınmalara yol açtığı bir tablo giderek belirginleşiyordu. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve SBKP özelinde glasnost/perestroyka süreci sosyalizmin çözülüşünün anahtarı haline geliyordu. Bu dönem bir yandan Avrupa başta olmak üzere dünya komünist hareketinde gerileme ve ideolojik bulanıklığa yol açarken diğer yandan darbe sonrası yıllara denk geldiği için Türkiye sosyalist hareketinin teorik, ideolojik, programatik ve örgütsel tasfiyesinin de önünü açıyordu.

TİP-TKP birleşmesi ve TBKP tasfiyesi

TKP 5. Kongresi’nden sonra TİP ile yürütülen birlik görüşmeleri bu dönemin başlangıcı oluyordu. Birlik görüşmeleri 1987’de TBKP’nin kuruluşuyla sonuçlanırken partinin programı geleneksel komünist bir parti programından ziyade ‘’yeni tip’’ Avrupa komünist partilerinin programlarıyla özdeşleşen yanlar taşıyordu. Program uluslararası sosyalist harekette de tartışılan ”yeni düşüncelerin”   tezahürü olarak ”parti programı” adı altında toplanmıştı. Ortaya çıkan metin ‘’yeni’’ ile kastedilenin geleneksel komünist bir parti programı olmadığını gösteriyordu.

Marksist-Leninist ilkelerin silikleştiği, sosyalist devrim stratejisi, iktidar hedefi, işçi sınıfının ve partisinin esamesinin okunmadığı, bunların yerine düzen içi taleplerin ve yönelimlerin azami düzeyde yer tuttuğu program, TBKP sürecinin nasıl bir likidasyon ile sonuçlanacağının da işaretlerini veriyordu.

Dahası bu program aslında SSCB’de reel sosyalizmin çözülüş süreci noktalanmadan önce Türkiye’de TBKP süreciyle sosyalizme sırt çevrilmeye başlandığını gösteren somut bir belge olmuştur. İşçi sınıfının yapısından sınıflar mücadelesindeki rolüne kadar ortaya atılan, merak uyandıran, üzerine tartışılan ”yeni” fikirler likidasyona uzanacak bir tarihsel süreci adım adım döşüyordu.

Giderek açık hale gelen iktidar hedefi ve Marksist-Leninist ilkelerden kaçış ”yenilenme” süreci adı altında darbe sonrası hükümet olan ANAP ve dönemin başbakanı olan Özal’dan demokrasi bekleyen bir noktaya kadar uzanıyordu.

Bu demokrasi beklentisinin örnekleri ise bir numaralı likidatör Nabi Yağcı tarafından sık sık yazılı ve görsel basında dillendiriliyordu. Yeri gelmişken bir örneğini paylaşmak isteriz. Nabi Yağcı 9 Kasım 1990’da özel bir televizyon kanalının programına katılır. Bu programda sorulara verdiği cevaplar şöyledir.

“Soru: Serbest piyasayı destekliyor musunuz?

Cevap: Evet. Sovyetler Birliğinde yaşanan bunalımın gerisinde devlet sosyalizminin yattığı düşüncesindeyiz gayet tabii özelleştirmenin de serbest piyasanın da yanında olmak çok mantıki bir sonuç.

Soru: Komünizm ve serbest piyasa yıllarca birbirinin zıddı oldu. Şimdi ikisini yan yana söylemek çok enteresan. Lütfen tarihi bir belge olsun. ‘Ben bir komünistim ve serbest piyasa ekonomisini destekliyorum,’ der misiniz?

Cevap: Derim.

Soru: Türkiye’de siyasi partiler içinde size en yakın düşünen parti hangisi?

Cevap: Serbest piyasa uygulaması açısından bize en yakın parti ANAP” [1]

Nabi Yağcı’nın ‘’bize en yakın parti’’ olarak ismini andığı parti ve onun başındaki Özal’ın ülkenin toplumsal, siyasal ve ekonomik alanı baştan aşağı dizayn edecek neo-liberal bir dönemin özel misyonuyla donatıldığı gerçeği çok geçmeden ortaya çıkacaktı.

Yukarıdakine benzer onlarca diyalog ve beyanatla birlikte esas olarak TBKP programı işçi sınıfına, onun öncü partisi olma iddiasına ve sosyalizme elveda diyordu. 1987’de gerçekleşen birleşmeden TBKP’nin 1992’de kapatılmasına kadar giden süreç TKP’nin siyasal ve örgütsel varlığının son bulmasını da beraberinde getiriyordu.

Nitekim SBKP’nin likidasyonunu TBKP likidasyonu takip etmiştir.Bu büyük tasfiyenin sonrası sermaye sınıfı için de sol için de yeni bir dönemin açılması demekti.

Kapitalizmin dünya ölçeğindeki ideolojik saldırısı, sosyalizm cephesinde oluşan büyük gedikler, darbeler ve solda büyük tasfiye operasyonu…

Artık soldan arındırılmış toprağın sermaye iktidarı tarafından sürülerek yeniden işlenmesi gerekiyordu. Örgütlü siyasi mücadele yerini sivil toplumculuğa bırakırken, küreselleşen dünya da artık işçi sınıfı kimliğinin ve mücadelesinin yerini ulusal, dinsel, cinsel ve çevreci düzen içi kimlik ‘’mücadeleleri’’ alıyordu.

TBKP, likidasyon ve reformizmin Türkiye solundaki son örneği olarak kalmadı. Sol bu kötü deneyden gerekli dersleri çıkarmamıştı. 1990’lı yıllardan günümüze kadar başka bir dizi reformist odak ortaya çıktı. Bunlara pusulanın başka yazılarında gerekli yer ayrılacaktır.

Sonuç yerine: Kırmızı çizgiler ve dersler

Yaşanan onca şeye rağmen kurutulamayan Leninist bir damar güncelliğe hapsolmadan gerek teorik gerekse ideolojik mücadelenin yeniden üretimini ve kadrolaşmayı en başa yazarak o günlerden günümüze uzanmıştır. Sermayenin söküp atamadığı kökler bu sayede yeniden filizlenmiş ve toprağı daha iyi kavrayabilmek için tarihinden dersler çıkararak yoluna devam etmiş ve edecektir.

Sosyalist solun, tarihindeki likidasyon ve tasfiyelerden çıkarması ve ezber haline getirmesi gereken önemli dersler olduğu ise açıktır.

Sol kendi bağımsız siyasetini örgütlemek için öncelikle kırmızı çizgilerini çok net bir biçimde çekecek ve asla esnetmeyecek bir yaklaşıma sahip olmalıdır. Bunun yolu da sosyalizm programından, sosyalist devrim ve iktidar perspektifinden, geleneksel Marksist-Leninist homojen bir parti yapısından, Leninizm’i merkeze koyan bir kadro politikasından, parti içi yaşamı ve kültürü canlı tutmaktan, işçi sınıfının siyasal öncülüğünü ve temsiliyetini üstlenecek bir stratejiden geçiyor.

Bugün yukarıdaki ilkeleri “güncel siyaset” adına terk edenler reformizmin sosyalist harekette ki geleneğinin devamcısı olurken, ilkelerine sıkı sıkıya sarılan devrimci teori olmadan devrimci pratik olmayacağını bilenler geçmişten çıkardığı derslerle komünist hareketin geleneğini geleceğe taşıyacaktır.

[1] 9 Kasım 1990, aktaran Naciye Babalık, TKP’nin Sönümlenmesi, s.351-352

https://gazetemanifesto.com/2020/pusula-tbkp-likidasyonu-ders-olmali-335882/
[/size]

melnur  |  Cvp:
Cevap: 3
17.02.2020- 05:45

ÖDP: Solda ikinci likidasyon adresi ya da dalgayı beklerken erimek

ÖDP’nin iki yıla yakın süren dağılma-çözülme döneminin ardından Dev-Yol geleneğinin arta kalan kadrolarının taşıdığı ÖDP’nin, son kongresinde Sol Parti adını alma kararı verene kadar geçen süre başka bir bağlamda değerlendirilmeyi hak ediyor elbette.

Resim Ekleme
Hasan Alioğlu

Türkiye’de sol sosyalist hareketin tarihinde önemli kırılma ve evrilme uğrakları yazılırken köşe taşı olarak iki olaya sıklıkla atıf yapılır. Bunlardan birincisi, 12 Eylül faşist askeri darbesi; ikincisi, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılması. Her iki olay ve sonrasında yaşanan süreçler toplumun sosyo-ekonomik politik yapısının bütününü şiddetle sarsmış olduğunun söylemeliyiz. Yarattıkları ana sarsıntının ve artçı sarsıntıların örgütlü siyaset alanını da örgüt-siyaset-ideoloji saç ayaklarında dağılmaya ve “yeni” aranışlara yol açmaması ise imkansızdı.
Sol-sosyalist hareketin tüm parçaları da pek tabi ve haklı olarak bu üçlü saç ayağı üzerinde nerede hata yaptıklarını ve bundan sonraki zamanda neyi yapmaları gerektiği konusunda sorgulamaya ve aranışa gittiler.

Bu sorgulama ve aranış dönemi temel olarak ikili uçlar üzerinde yürümüştür. Genel hatlarıyla siyaset ayağında, birincisi, süreklilik kopuş diyalektiğinde bu topraklardaki sosyalizm mücadelesinin Kemalizm’den kopuşu gerçekleştirmesi tezi ile Kemalizm ve onun doğrudan temsilcisi olan “ceberut devlet” ile hesaplaşılması tezi (bu yaklaşımın daha sonraki yakın dönemde “asker vesayeti” tezi ile liberal paydaşlığı dikkat çekicidir); ikincisi, ilkiyle de ilişkili yanları da barındırarak, Kürt ulusal mücadelesine “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayini” (UKKTH) sorunsalına mutlak bir ilkesellik atfederek bu mücadelenin nasıl ve ne biçimde desteklenebileceği ile UKKTH sorunsalına ilkesellik atfetmeden verili nesnel durum üzerinden bu mücadelenin işçi sınıfı mücadelesi ve çıkarları açısından işlevselliğine bakılarak değerlendirebileceği görüşleri; üçüncüsü, işçi sınıfının niceliksel ve niteliksel dönüşümü, devrimci rolü gerek birinci gerekse de ikinci ana başlıklar ile bağlamlanarak tartışılmıştır. Haliyle buralardan da ideolojik tartışma başlıkları ve sonuçlarına varılmıştır.

İdeoloji ayağında ise, Kemalizm’den kopuş her türlü demokratik devrim aranışçılığını iteleyip sosyalist devrimci hattın belirginleştirilmesini ve buna eşlik eden sosyalist iktidar hedefi ve vurgusunu öncelerken, Kemalizm’le hesaplaşma, sivil toplumu ceberut devletin hegemonyasından çıkarmaya ve sivil toplum hareketleriyle birlikte devleti kuşatarak tamamlanmamış demokratik devrimin tamamlanma misyonuna yeni söylem ve araçlar katarak sivil toplum eliyle toplumsal devrimi önceleyen bir almaşığa varılmıştır (bu almaşıktaki “yeni sol” söylemlerin etkisinin izleri açıkça görülebilmektedir). Siyaset ayağındaki tartışmalarla ve sivil toplum-devlet-demokrasi tartışmalarına içkin biçimde, değişen işçi sınıfının devrimci rolü sivil toplum hareketlerinin diğer katman ve bileşenlerine eşitlenerek sınıftan kaçılmıştır.

Bir kez bunlar tartışılmaya başlanınca örgütsel ayak üzerine ise, örgüt kavramının ne olduğu nasıl olacağı, örgütün sınıf bağı mı yoksa bağını mı öncelemesi gerektiği, bu bağlamda öncü parti anlayışının reddi mi yoksa yeniden üretimi mi, partinin ne olduğu ve nasıl olacağı üzerinden aranış ve sorgulamalar devam etmiştir.

Kabul etmek gerekir ki sol-sosyalist entelijansiya için aslında dönemin tartışmaları bugüne oranla hem çok daha heyecan verici, dinamik ve üretken bir ortam sunmuştur.

Bu tartışmalar dönemin siyasi ekonomik fırtınası, toz ve dumanı içinde somut bir platforma taşınarak sonraları Kuruçeşme toplantıları olarak anılacak olan alana taşınmış ve neredeyse tüm sol-sosyalist çevre, örgüt ve aydının katılımıyla devam etmiştir. Bu etapta bu tartışmaların oturduğu ana düzlem yaşanan yıkımın tozlarının sol düşüncenin üzerinden atmak ve “halkla”, “kitleyle”, “sınıfla” buluşmak için sol bir yükselişe, sol bir dalgaya ihtiyaç olduğu kabulünden hareketle birleşik bir sol -sosyalist partinin kurulması fikriydi.

Bu sürecin dolaylı sonuçlarından biri olarak işçi sınıfının devrimci rolünde, sosyalist devrim tezinde, öncü örgüt anlayışında ısrar eden Gelenek dergisi çevresi bazı sosyalist aydınların da katılımıyla Sosyalist Türkiye Partisi (STP) adıyla Marksist-Leninist bir parti örgütü kurması olurken; bir diğer dolaylı sonuç ise Kuruçeşme’de devrimci-yol çevresinin bir kısmının konsolide olarak Geleceği Birlikte Kuralım (GBK) adıyla bir platform halinde davranarak birleşik bir kitlesel sol parti aranışını devam ettirmesi, öte yandan dört faklı çevre ve örgütün bir araya gelmesi ile Birleşik Sosyalist Parti (BSP) adıyla bir başka partinin ortaya çıkması olmuştur.

En nihayetin de yine dolaylı sonuçlardan biri olarak değerlendirirsek, GBK, BSP ve kimi lberal -sol ve sosyalist aydınların, başka bazı çevrelerin katılımıyla Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin yakın dönem siyaset sahnesinde görülmesidir. ÖDP, Türkiye devrimci-sol-sosyalist hareketin 70’li ve 80’li yıllardaki değerli kadro birikiminin ağırlıklı bir toplamını birlik çatısı altında toplayabilmişti.

ÖDP’nin ilk evresi olarak da anabileceğimiz Ufuk Uras’ın genel başkanlığında geçen (2009 yılına kadar genel başkandır) geçen ilk dönemde (1996-2001) az önce bahsedilen tartışmaların sürekli tekrarlandığı, tüm eğilim ve farklılıkların görüldüğü kaotik bir tartışma ortamının egemen olduğunu söyleyebiliriz. Fakat başat eğilim GBK süreciyle ÖDP içerisinde yer alan dev-yol çevresi (Yeniden Dergisi etrafına toplanan) ile liberallerin (parti dışından Birikim dergisinden feyz alan) ittifakının çizmiş olduğu siyasi-ideolojik anlayış egemen olmuştur. Bu ittifakın parti içindeki grup-platform adı ise oldukça manidardı: Özgürlükçü Sosyalizm platformu.

Bu yaklaşımın ana söylem ve kavram kümesini ise yeni toplumsal hareketler, sivil toplum, çoğulculuk, çok kimliklilik, kimliklere saygı, özgürlükçü sosyalizm, güleryüzlü sosyalizm, pozitif ayrımcılık, “sosyalist demokrasi”, ademi merkeziyetçilik, yerelleşme, yerinde yönetim, “radikal demokrasi”, “aşkın ve devrimin partisi olmak”, parti gibi parti olmamak, hemen şimdi(cilik) (özgürlük hemen şimdi, devrim hemen şimdi), “emeğe saygı”, projecilik, bağımsız gençlik örgütlenmesi vb,.. doldurmuştur. Bu söylem ve kavram kümesi ise ülkenin içinden geçtiği siyasal süreçlerde alınan tavırlara yansıması ise, örneğin Avrupa birliği tartışmalarında “emeğin Avrupa’sına evet”, 28 şubat süreci içinde “ne şeriat ne darbe”, Susurluk kazasıyla birlikte ortaya saçılan devlet-mafya-gladio ilişkisi karşısında “bu pisliği halk süpürecek”, vb,.. olmuştur.

Yaygın bir il-ilçe “örgütü”ne, hatırı sayılır bir sayıda “üye”ye, zamanın tüm üniversitelerinde “genç üye”lere ya da “bağımsız gençliğe”, yelpazesinde bulundurduğu aydın – liberal profiliyle önemlice bir medya olanağına, “kadro” profilinin çeşitliliği vesilesiyle özellikle başta KESK olmak üzere önemlice sendika – meslek odası desteğine sahip konuma gelen ÖDP, tüm bu olanaklarına rağmen, örgütsüzlüğü, partiden çok sivil toplum kuruluşları üst platformu görüntüsü, tercihli ideolojik savrulması ile ilk döneminde yaşadığı ilk genel seçim sonuçlarıyla birlikte bir sol birlik “projesi” olarak çöküşünün ilk önemli sinyallerini vermiştir. Keza seçimlere bakışı da parlamenter reformist çizgiyi aşamamış, döneminde almış olduğu yüksek oy oranını (%0,8 oran 250 bin oy) bu bakışla değerlendirmeye tabi tutmuş, parti içi yeni tartışmalar alevlenmiştir. Öte yandan aynı yıl içinde Öcalan’ın Kenya’da yakalanmasının etkisiyle Kürt sorunu daha başka boyutlar kazanarak gruplar arası gerilimin daha da artmasına yol açmış, tüm bileşenler arasındaki siyasal-ideolojik farklar “birlik projesi” daha fazla taşınamaz hale gelmiştir.

Sonuçta, sol bir dalganın yükselişi beklentisi örgütsüz, yönsüz, öncüsüz ve ideolojik savurganlık içinde boşa düşmüş. Düzen içi gerilimler de biriken toplumsal öfke ise Kemal Derviş ekonomi-politikaları ve sermayenin-emperyalizmin AKP projesi ile sistem içi yeni çözümlere doğru akıtılmaya başlanmıştı.

Geriye ÖDP’nin ilk döneminden ortaya çıkan yeni parti örgütlenmeleri – bu partiler Kürt siyaseti etrafında kümeleneceklerdi ilerde-, dönemin politik aurasında mücadele aracı olarak ÖDP’yi seçmiş ama projenin iflasıyla birlikte “örgütsüz” kalmış ve sistem içine savrulmuş bir yığın sosyalizan, devrimci, muhalif genç ve gençlik dinamiği, son nefesini de ÖDP’de tüketmiş genç ve orta yaş kadrolar, Kürt siyaseti eline teslim edilmiş KESK, sendikal bürokrasiden kurtarılamamış ve CHP’ye yedeklendirilmiş sendika ve odalar… “umut”lar yerle yeksan edilirken, Birikim biriktirmeye devam ediyordu…

ÖDP’nin iki yıla yakın süren dağılma-çözülme döneminin ardından Dev-Yol geleneğinin arta kalan kadrolarının taşıdığı ÖDP’nin, son kongresinde Sol Parti adını alma kararı verene kadar geçen süre başka bir bağlamda değerlendirilmeyi hak ediyor elbette.

Fakat, ilk dönemi de (96-2001) geride kalan 100 yıllık Türkiye devrimci, sosyalist hareketinin yaşadığı son büyük likidasyon olarak anılmayı da hak ediliyor.

https://gazetemanifesto.com/2020/pusula-odp-solda-ikinci-likidasyon-adresi-ya-da-dalgayi-beklerken-erimek-335889/

melnur  |  Cvp:
Cevap: 4
17.02.2020- 05:50

Neo-likidasyonun yeni adresi HDP ve liberal demokrasi


Türkiye’de solun karşısındaki önemli başlıklardan bir tanesi bağımsız sosyalist hattın inşasına odaklamak olarak öne çıkıyor. Bunun yapılamadığı durumlarda demokrasi cephesinin parçası olmak ya da sola en yakın duruyormuş görüntüsü veren düzen muhalefetinin kanatlarından bir tanesine yedeklenmek kaçınılmaz.

Resim Ekleme
Neşe Deniz Babacan

Türkiye’de solun karşısındaki önemli başlıklardan bir tanesi bağımsız sosyalist hattın inşasına odaklamak olarak öne çıkıyor. Bunun yapılamadığı durumlarda demokrasi cephesinin parçası olmak ya da sola en yakın duruyormuş görüntüsü veren düzen muhalefetinin kanatlarından bir tanesine yedeklenmek kaçınılmaz. Bu noktada son yıllarda likidasyonun yeni adresinin HDP olarak ön plana çıkması ise şaşırtıcı olarak görülmemeli

12 Eylül sonrasında Türkiye’de sosyalist hareketin önüne sınanacağı birkaç uğrak çıktı. TBKP süreci ve sonrasında 90’lı yıllarda ÖDP deneyiminden geçen sol, bahsedilen iki büyük likidasyon dalgasından yenilgiyle çıktı. Daha doğrusu, Türkiye’de emekçilerin iktidar mücadelesinin ileri doğru hamle yapılamayan ve bir dizi mevzinin yitirildiği bu uğraklardan, işçi sınıfının iktidarında, sosyalist devrimde, Marksizm Leninizm’de ısrar edenler başı dik bir şekilde çıktılar.

2000’li yılların solda likidasyon dalgası ise önce Kürt hareketine eklemlenme olarak gündeme gelmiş, HDP’cilik üzerinden güncel bir karakter kazandı, Türkiye solunun bir bölümü, liberalizm ve Kürt ulusalcılığının sentezi anlamına gelen HDP projesine yedeklenerek günümüzdeki noktaya kadar sürüklenmiştir.

Demokratik Cumhuriyet, Türkiyelileşme ve yeni sentez

Yeri geldiğinde ikisinin birbirinin yerine kullanıldığı bile oluyor. Solun gözünde eşitlenmiş olan bu kavramların ya da siyasal pozisyonların aslında gerek emperyalizm gerekse başta burjuvazi olmak üzere düzen güçleri tarafından da kabul gören başlıkları olduğunu ifade etmek gerekiyor. Bu durum aynı zamanda liberal demokrat sentezin tezahürü olması açısından önemlidir.

1999 yılında Abdullah Öcalan’ın yakalanması sonrasında ortaya attığı “Demokratik Cumhuriyet” tezi liberalizm ile Kürt siyasi hareketinin önemli bir sentez aşamasına geçtiğinin en temel göstergelerinden bir tanesi olarak ortaya çıkmıştı. O açıdan Türkiye solunun demokratizm üzerinden Kürt sorununa yaklaşan kesimleri ile Kürt sorunu üzerinden demokratizm çizgisine kayan bölmelerinin ilk sentezi bu noktada tanımlanmaya başlamıştır.

2014 yılı sonrasında Selahattin Demirtaş’ın liderliğindeki HDP’nin ise Türkiyelileşme açılımını yapması özellikle Türkiye solunun Kürt ulusalcılığı ve liberalizmin üst düzey sentezinde buluşması anlamına geliyor ve likidasyon dediğimiz olgunun kapıları sonuna kadar açılıyordu. Öyle de olmuştur, Türkiye solundaki bir dizi özne açık ya da örtük bir şekilde 2014 sonrasında girdikleri HDP destekçisi yönelimi daha üst düzeylere taşıyarak reformist bir hatta geçiş yapmıştır.

Bu durumun ayak seslerinin ise Gezi direnişinden sonra ortaya çıkan boşlukta duyulmaya başladığını bir kere ifade etmek gerekiyor. Gezi’den sonra Türkiye solunun geri çekildiği dönemde kendini yeniden tanımlamak ve yeni bir çıkış dönemine hazırlanmak yerine reformizme kayan bölmeleri çareyi önce CHP’cilikte aramış, devamında HDP’ci dalga ile birlikte mevzilerini terk etmiş ve omurgasını dağıtmıştır.

Bununla birlikte liberal demokrat sentezin adresi olan HDP’nin bugün solun ilgili bölmelerini CHP ve İyi Parti ile yapılan “demokratik muhalefet” adı verilen düzen muhalefetini savunur pozisyona taşımış olması ise işin trajik boyutunu oluşturmaktadır.

Söylemsel olarak “Faşizme karşı birleşik cephenin” gereği olarak başlayan ve hayata geçirilen HDP’ci yönelimler solu önce sosyal demokrat CHP’ye, beraberinde faşist parti çıkışlı İyi Parti’ye ve Milli Görüş’ün Saadet Partisi’nin kucağına taşımıştır.

Dolayısıyla bu sonuçlar, “demokrasi adına” atılan adımların bir kere daha burjuva demokrasinin türevi olduğu ve düzen içi tartışmalara solun meze olmasından başka bir anlama gelmediğini göstermiştir.

Likidasyon sadece örgütsel mi?

Türkiye’de solun reformizme ve düzen muhalefetinin cephesine kayan bölmelerinin örgütsel varlıklarını bir düzeyde de olsa tutabildiklerini ve hatta kimi örneklerde olduğu üzere düzen muhalefetinin çatısı altında milletvekili bile seçilerek örgütlerinin adını yaşatmaya çalıştıklarını görüyoruz. Ancak bunları biçimsel olduğunu söylemek, likidasyonu tanımlarken işin politik ve ideolojik boyutlarına işaret etmek gerekiyor.

HDP çatısı altında tasfiye olan sol için de tam anlamıyla yaşanan budur. Atılan her adım bağımsızmış gibi gösterilmeye çalışılsa da, son tahlilde yukarıda bahsettiğimiz sentez ve ittifak doğrultusunda HDP siyasetinin uzantısı olarak hareket edilmektedir.

Bununla birlikte Türkiye solunun tasfiyeye uğramış kesimleri bu başlıkları sola ya da işçi sınıfına tercüme ederek yansıtmakta ve adlı adınca aslında HDP’nin birer teşkilatı gibi çalışmaktadır. HDP’de cisimleşen ideolojik duruş ve politik başlıklar ile birlikte solun bunları nasıl propaganda ettiğini ise şöyle ifade edebiliriz. Reformist solun söylemlerini parantez içinde yazmaya çalıştık.

– Liberalizmle sentezlenmiş Kürt ulusalcılığı. (Türkiyelileşme)

– Ulusal soruna post Marksist yaklaşımlardan etkilenen ekolojik, demokratik, komünal yaşam, yerel demokrasi, özerk tarım toplumu gibi kavramları içeren çözüm önerileri. (Kürtlerin haklarına kayıtsız kalmamak, ulusal demokratik hakların tanınması)

– Kapitalizmin ortadan kaldırılması yerine sonuçlarının yumuşatılmasının önerilmesi. (İşçi sınıfının haklarını savunmak)

– Emperyalizme karşı mücadele yerine emperyalizm ile pazarlık ya da uzlaşma. (Ulusların kendi kaderini tayin hakkı)

– Laiklik kavgası yerine yeri geldiğinde İslamcılarla ittifak. (Devrimci taktik)

– Demokrasi cephesi için düzen muhalefetinin ittifakı. (Faşizme karşı birleşik cephe)

Liberallerin aklanması ve örgüt düşmanlığı

Bu noktada iki noktaya işaret ederek HDP’de cisimleşen liberal demokrat sentezin Türkiye solundaki tasfiye yönelimlerini nasıl tetiklediğini ortaya koyabiliriz.

Birincisi, ülkemizde AKP iktidarı ile birlikte ayakları üzerinde doğrulan İkinci Cumhuriyet’in gericiler ve liberallerin ittifakı aracılığıyla hayata geçtiğini, burada dışarıdan desteği Kürt siyasi hareketinin verdiğini unutmamak gerekiyor. Bugün liberallerin AKP iktidarı ile karşı karşıya bir pozisyonda olması, Kürt hareketinin liberallerle kurduğu ittifak aracılığıyla sermaye iktidarına karşı mücadele verdiği anlamına gelmiyor. Dolayısıyla bunun parçası olan Türkiye solunun, liberallerin ve Kürt hareketinin kendisini temize çekme operasyonunun parçası olduğunun bilinmesi önemli.

İkincisi ise, her ne kadar reformist sol bir düzeyde örgüt ya da temsil gücünü koruyor desek de gelinen çizginin özü Leninizm ve örgüt düşmanlığında şekillenmektedir. Leninist örgütün arkaik olduğunu söyleyen, leninizmin yeniden yapılandırılması gerektiğini ve ifade eden her anlayış bilinmelidir ki liberalizmden nasibini almıştır. Dolayısıyla HDP aracılığı ile “demokrasi mücadelesi” ile buluşan solun literatüründe bu kavramların daha fazla yer almaya başlamasının tesadüf olmadığının görülmesi gerekmektedir.

https://gazetemanifesto.com/2020/pusula-neo-likidasyonun-yeni-adresi-hdp-ve-liberal-demokrasi-335893/

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]