Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

İlerlemecilik mi kurtuluşçuluk mu? - Ender Helvacıoğlu


Tarihin gelişimi hangi yöndedir? Uygarlaşma (sınıflaşma) yönünde mi, uygarlıktan kurtuluş yönünde mi? Şöyle türev sorular da sorabiliriz: Uygarlaşmaya çalışarak mı uygarlaşıyoruz, yoksa uygarlıktan kurtulmaya çalışarak mı? Uygarlık kurucularının temel iddiaları (can ve geçim güvenliği) uygarlaşarak mı sağlanabilir, yoksa uygarlıktan kurtularak mı? Daha soyutlayarak ve kavramsallaştırarak soralım: “İlerlemecilik” mi yoksa “kurtuluşçuluk” mudur tarihi sürükleyen asıl dinamik? İlerleyerek mi kurtuluyoruz, kurtularak mı ilerliyoruz?

Resim Ekleme

“Uygarlık” sözcüğünü, toplumbilimindeki klasik anlamıyla, insanların sınıflara bölündüğü, özel mülkiyetin ve sömürünün ortaya çıktığı, devletli, ordulu toplum biçimini tanımlamak için kullanıyorum. İnsanlık tarihinde uygarlık olgusunun, çeşitli neolitik toplulukların (iç ve dış etkiler sonucu) artı üretemeyen bir ekonomiden artı üretebilen bir ekonomiye geçişi sonucu ortaya çıktığı konusunda hemen hemen tüm tarihçiler görüş birliği içindedir (Elbette bu geçişin nedenleri ve biçimleri üzerine birçok tartışma yapılmış, farklı tezler ortaya atılmıştır1). Bu “toplumsal artı”, farklılaşmış (ekonomik, toplumsal ve siyasal farklılaşmalar), sınıflı, devletli uygar toplumların gelişiminin temelini oluşturmuştur.

İlk uygar toplumun, MÖ 3500 dolaylarında Fırat ve Dicle ırmaklarının suladığı topraklarda, Mezopotamya’da ortaya çıktığı biliniyor. Sümerler diye adlandırılan bu uygarlığı, Nil deltasında odaklanan Mısır Uygarlığı (MÖ 3000 civarı), Kuzey Hindistan’da İndus nehrinin civarında doğan İndus (Eski Hint) Uygarlığı (MÖ 3000-2500) ve ardından Sarı Irmak vadisindeki Çin Uygarlığı (MÖ 1500) izler.

Resim Ekleme
İlk uygar toplumun (Sümerler), MÖ 3500 dolaylarında Fırat ve Dicle ırmaklarının suladığı topraklarda, Mezopotamya’da ortaya çıktığı biliniyor.

Nasıl ve neden uygarlaştık?
İnsanlar neden uygarlık (sınıflılık) yoluna girdi? Girilmeyebilir miydi? Bunun saçma veya gereksiz bir soru olduğu düşünülebilir. Uygarlığın, insan topluluklarının gelişim sürecinin zorunlu bir durağı olduğu söylenebilir. Ama bırakalım Homo (insan) türünün 2-3 milyon yıllık geçmişini, şu anda hepimizin üyesi olduğu Homo sapiens’in 300 bin yıllık geçmişi olduğu, uygarlık denen olgunun ise taş çatlasa 6000 yıl gibi bu sürecin çok küçük bir bölümünü kapsadığı göz önüne alındığında bu soru anlam kazanır. İnsan toplulukları on binlerce yıl sınıflara bölünmeden ve devletleşmeden yaşamlarını sürdürmüşlerdir.

Öte yandan, uygarlaşmaya geçişin nedenlerine ilişkin günümüzde en fazla kabul gören tez, bunun insan topluluklarının iç dinamiklerinin doğal bir sonucu olarak değil bir dış etkenin tetikleyiciliğiyle gerçekleştiğini vurgular. “Fetih kuramı” diye adlandırılan bu teze göre, uygarlığa geçiş, iki farklı neolitik topluluk biçimi olan göçebe çobanlarla yerleşik çiftçiler arasındaki -çoğunlukla savaşçı- ilişkiler sonucu gerçekleşmiştir. Bir “toplumsal artı” yaratma potansiyeli taşımalarına karşın yerleşik çiftçi toplulukların kendi iç dinamikleriyle bu “artı”yı yaratma “zahmetine” girmedikleri tespit edilmiş. Hatta bu toplulukların kendine yeterliliğinin uygarlığa geçişe engel teşkil ettiği de belirtiliyor. Kendine yeterli olmayan göçebe çoban toplulukların ise iç dinamikleriyle (kendi başlarına) bir toplumsal artı yaratarak uygarlığa geçişleri zaten olanaksız. Ancak bu iki farklı neolitik topluluğun ilişkiye geçmesi ve bu ilişkinin belli bir kıvama gelmesi sonucu uygarlığa geçiliyor. Yani göçebe çobanların yerleşik çiftçilere -onları sadece yağmalayıp, biriktirdiklerine el koyup yok etmeleri biçiminde değil- çökmeleri ve başlarına geçmeleri sonucu uygarlık filizleniyor. Üreticiler artık sadece kendi geçimleri için değil, -topluluğun güvenliğini sağlamak ve üretimi yönetmek gerekçesiyle- başlarına geçenleri beslemek için de üretmek zorundadırlar. Yani bir “toplumsal artı” yaratmak zorundalar. İnsan topluluklarının yöneten-yönetilen, ezen-ezilen, sömüren-sömürülen biçiminde sınıflara ayrıldığı devletli toplumlara (yani uygar toplumlara) geçişi böyle gerçekleşiyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz ilk uygarlıkların hepsinde bölgeye dışarıdan gelen savaşçı toplulukların “kuruculuğu” saptanmıştır. Hanedan ilkesi, yani yönetimin belli bir soy içinde kalması da bu tezi destekler.

Kısacası uygarlık bir “dayatma”dır. İnsanlar uygarlığa (sınıflılığa, sömürüye) önce zor yoluyla sonra da ideolojik hegemonya araçları (din, bilim vb.) kullanılarak “razı” edilmişler, “razı” olmuşlardır. Uygarlığa geçiş bir “evrim” değildir; ama bir “devrim” olarak nitelenebilir. Bu bir “devrim” mi yoksa “karşı devrim” mi, bu soruya geleceğin tarihçileri yanıt verecek. Biz sadece uygarlığa geçişin doğal bir zorunluluk değil bir dayatma sonucu gerçekleştiğinin tespiti ile yetinelim. Tarih böyle bir şeydir zaten; zorunluluklardan değil, çok farklı olasılıkların gerçekleşenlerinden oluşur. Süreç çok daha geniş ve kapsamlı ele alındığında, bir momentte gerçekleşmeyen olasılıkların da yok olmadıkları, farklı biçimlerde de olsa “sıra bekledikleri” anlaşılabilir.

Güvenlik esas kimin ihtiyacı?
Peki, insanlar uygarlığa (sınıflılığa, sömürüye) neden razı olmuşlardır? Bunun bir nedeni elbette çıplak zordur. Savaşçı göçebe çobanlar barışçı yerleşik çiftçileri silah zoruyla ve ölümle tehdit ederek boyun eğdirirler. Fakat çıplak zor hiçbir zaman tek başına yeterli olamaz, hakimiyet uzun süre bu şekilde devam ettirilemez. Uygarlık kurucularını, yani egemen sınıfı başarılı kılan, topluluğun “güvenlik talebine” yanıt verme iddiasıdır.

Güvenlik talebinin birkaç boyutu vardır: Birincisi topluluğun dışardan gelecek yeni saldırılara karşı korunmasıdır. Bu, profesyonel bir savaşçı gücün oluşturulması demektir. İkincisi ise üretimin, giderek daha fazlasına ihtiyaç duyulan toplumsal artıyı sağlayacak biçimde devamlılığının sağlanmasıdır. Görüldüğü gibi güvenlik ihtiyacı devletin ve ordunun oluşmasının itici gücüdür. İnsanlar, topluluğu savunacak ve üretimi örgütleyecek, kısacası güvenliğin sürmesini sağlayacak olan kesimi (yöneticileri ve askerleri) beslemek için, kendi ihtiyaçlarının çok üzerinde bir üretim yapmak durumundadırlar. Yapmak istemezlerse bu üretimi yapmaya zorlanırlar. Bu noktada güvenlik ihtiyacının bir diğer boyutu ortaya çıkıyor:   Topluluk üyelerinin zorla çalıştırılması ve bunun devamlılığının (yani iç düzenin) sağlanması. Devlet ve ordu, sadece dışa karşı değil, hatta esas olarak içe karşı bir zor aygıtıdır. “Topluluğun bekası” için topluluğun zapturapt altına alınması gerekir.

Resim Ekleme
İlk uygarlıkların hepsinde bölgeye dışarıdan gelen savaşçı toplulukların “kuruculuğu” saptanmıştır.


Doğrudur, güvenlik, topluluğu oluşturan tüm insanların kadim bir talebidir. Fakat sınıflı uygar toplum ile sağlanan güvenlik esas olarak kimin güvenliğidir? Toplumun mu, egemen sınıfın mı? Erken devlet dönemlerinde oldukça bulanık olan bu sorunun yanıtı giderek berraklaşır. Bir ölçüt var: “Toplumsal artı”ya kim hükmediyorsa güvenlik de esas olarak onun ihtiyacıdır. Çünkü sınıflı toplumlarda güvenlik, esas olarak toplumsal artının güvenliğidir; insanların güvenliği ancak buna bağlı olarak anlam kazanır. Egemen sınıfın başarısı, kendi güvenliğini (el koydukları toplumsal artının devamlılığının sağlanmasını) tüm toplumun güvenliğiymiş gibi gösterebilmesidir.2 Bu noktada -zor araçları yanı sıra- ideoloji, yani egemen sınıfların rıza üretim aygıtları olarak din ve bilim devreye girer.

Sınıflaşmak zorunlu muydu?
Uygarlık kurucularının temel iddiası, yani güvenlik (can güvenliği ve geçim güvenliği), sınıflılık, sömürü ve egemenlik ilişkileri olmadan sağlanamaz mı? Fetihçiler gelip çökmeden önce komünal çiftçi toplulukların yaşadıkları zaten buydu. Avrupalı fatihler gelmeden önce Kuzey Amerikalı, Avustralyalı ve Afrikalı bazı yerli topluluklar, yakın tarihlere kadar sınıflaşmadan ve devletleşmeden (yani uygarlaşmadan) yaşamlarını sürdürdüler. Günümüzde dahi, Amazon ormanlarının içlerinde bu tür bir yaşam süren kabileler var. Demek ki insan toplulukları kendi hallerine bırakılsalar “uygarlaşmak” zorunda değiller.3

Soru şöyle de sorulabilir: Oluşan uygar toplumlar, hem güvenliklerini sağlayıp hem de sınıflaşmadan yaşayamazlar mı? Modern sosyalistlerin/komünistlerin iddiasıdır bu. Ama bu iddia yeni değildir. Uygarlığın ortaya çıkmasıyla birlikte ortaya atılmış, üzerinde düşünülmüş, mücadelesi verilmiş ve hâlâ yanıt bekleyen, tarihin en kadim sorusudur bu. Yönetilenler, ezilenler ve sömürülenler en başından itibaren bu soruyu sormuşlardır; sormakla kalmamış mücadelesini de vermişlerdir. Tarihin gelişiminin motoru da aslında bu (yani sınıf mücadelesi) değil midir?

İlerleyerek mi kurtuluyoruz, kurtularak mı ilerliyoruz?
Tarihin gelişimi hangi yöndedir? Uygarlaşma yönünde mi, uygarlıktan kurtuluş yönünde mi? Hatta şöyle türev sorular da sorabiliriz: Uygarlaşmaya çalışarak mı uygarlaşıyoruz, yoksa uygarlıktan kurtulmaya çalışarak mı? Uygarlık kurucularının temel iddiaları (can ve geçim güvenliği) uygarlaşarak mı sağlanabilir, yoksa uygarlıktan kurtularak mı? Daha soyutlayarak ve kavramsallaştırarak soralım: “İlerlemecilik” mi yoksa “kurtuluşçuluk” mudur tarihi sürükleyen asıl dinamik? İlerleyerek mi kurtuluyoruz, kurtularak mı ilerliyoruz?

Tarih her zaman egemen sınıfların kendi aralarındaki mücadelelerin tarihi olarak yazılmıştır. Taş çatlasa, ilerlemeci (uygarlığı geliştirici) egemen sınıflarla buna karşı direnen muhafazakâr egemen sınıf kesimleri arasındaki mücadele olarak yazılır. Devrimler ve büyük dönüşümler de ilerlemecilerin gericilere karşı zaferleri olarak anılır. Bu durumda tarihin öznesi olarak ilerlemeciler gösterilir. Oysa bu mücadelenin bir toplumsal zemini ve enerji kaynağı vardır. Bu kaynak ezilenlerin talepleri ve bu talepler uğruna geliştirdikleri isyanlardır. Ezilenlerin çok çeşitli talepleri sonuç itibarıyla yönetilme, ezilme, sömürülme durumunun (yani uygarlığın) hafifletilmesi ve giderek kurtulunması başlığı altında toplanabilir. Bu enerji kaynağı (ezilenlerin isyanı) olmasa ilerlemecilerin hiçbir şansı yoktur; söyledikleri ve yazdıkları, unutulmuş, gelecekte keşfedilmeyi bekleyen, hoş, ütopik itirazlar ve hayaller olarak kalabilir ancak. Uygarlık kurucusu ve geliştiricisi egemen sınıflar (yani ilerlemeciler) tarihin öznesi gibi görülebilirler, oysa ilerlemeciliğin öznesi ezilenlerin uygarlıktan kurtuluş mücadelesidir. Ama tarih böyle yazılmaz; ezilenler her zaman şu veya bu egemen sınıf kesimi tarafından güdülen “tarih nesneleri” olarak gösterilir. Egemen tarih anlayışına göre halkın bir tarihi yoktur; olsa olsa güdülmenin tarihidir onlarınki.

Resim Ekleme
Sınıflı uygar toplum ile sağlanan güvenlik esas olarak kimin güvenliğidir? Toplumun mu, egemen sınıfın mı?


Klasik üretim ilişkileri biçimleri zinciri (ilkel komünal-köleci-feodal-kapitalist-sosyalist) iki yanılsamayı içerir. İlki böyle zorunlu bir gelişim zinciri şablonunun -belki Akdeniz havzası dışında- dünyanın diğer toplumlarının tarihsel gelişimleriyle hiç uyuşmadığıdır; ama konumuz bu değil. Asıl yanılsama, tarihi böyle bir zincir ile açıklamanın ezilenleri göz ardı etmesi ve tarihi egemenler arası mücadelenin tarihi olarak görmesidir. Feodaller kölecileri, kapitalistler de feodalleri alt etmiştir bu yaklaşıma göre. Oysa kölecileri yıkan kölelerin mücadelesi, feodalleri yıkan da köylülerin (serflerin, marabaların) mücadelesidir. Ama bu yıkıcılar (köleler ve köylüler, ezilenler, kurtuluşçular) yapıcı olamadıkları için özneleşememişlerdir.

Kısacası, tarihi kurtuluşçular (tarihin motorları) yapar, ama ilerlemeciler (tarihin kılıçları) yazar. Bu anlamda uygarlık tarihi başlangıcından bugüne dek kurtuluşçuların yaptıklarına ilerlemecilerin el koyması tarihidir.

İlerlemeci-kurtuluşçu ittifakı
Uygarlık süreci çelişmeli bir bütündür. Bir yandan uygarlaşma süreci devam ederken diğer yandan uygarlaşmaya direniş ve giderek kurtuluş süreci devam eder. Birbirine zıt gibi görünen iki süreç iç içe geçmiştir. Sadece uygarlaşma süreci ele alınırsa egemen sınıfların, daha doğrusu ilerlemecilerin tarihi yazılmış olur. İnsanlığın çoğunluğu, halk, yönetilenler, ezilenler tarih dışına itilmiş, figürana dönüştürülmüş olur. Böyle bir yaklaşım gerçek gelişim dinamiklerini ıskalar; böyle bir yaklaşımla devrimci de olunamaz. Ezilenlerin tarihi ile egemen sınıfların tarihi elbette birbirinden ayrılamaz; vurgulamak istediğimiz bu çelişmeli sürecin bütünsel bir yaklaşımla ele alınması gerektiğidir.

Tarih boyunca her zaman devrimci atılım süreçleri, ilerici egemen sınıflar (ilerlemeciler) ile ezilenlerin çıkarlarının çakıştığı dönemlerde gündemi girmiştir. Yani uygarlığı ilerletmek isteyenler ile uygarlıktan kurtulmak isteyenlerin, mevcudu sürdürmek isteyen gerici sınıflara karşı ittifakıyla devrimler oluşmuştur. Bir paradoks gibi görünebilir ama gerçek budur. Her devrimci süreçte merkez, sol ve sağ kanatların oluşmasının nedeni de budur. Devrim de iç çelişmeli bir süreç, hatta iç çelişmelerin en keskin ve çıplak biçimde ortaya çıktığı bir süreçtir. Bu nedenle her devrim “kendi evlatlarını da yer”.

Şimdiye kadar bu ittifakta baskın çıkan ve belirleyici olan ilerlemeci egemen sınıflar oldu. Yıkıcılığı değil ama yapıcılığı onlar temsil etti. Ezilenler bugüne dek “kendileri için” olamadılar. İlk sosyalizm pratiklerinde dahi sonuç olarak yaşanan bu oldu. Dolayısıyla süreç, ezilenlerin belirli haklar kazanmalarına karşın esas olarak “uygarlığın ilerlemesi” yönünde gelişti.4 Bu handikap nasıl aşılacaktır? İlerlemecilerle kurtuluşçuların ittifakı ile oluşan devrimci süreçlerde kurtuluşçuların galebe çalması ve bunun sürdürülebilmesi nasıl sağlanacaktır? Yanıtı henüz verilemeyen zor bir soru.

Fakat şu anlaşılmalı: Her devrimci atılım, sıradan halk ne kadar dönüştüyse o kadar derin ve devrimcidir. Her aydınlanma halk ne kadar aydınlandıysa o kadar aydınlanmadır. Devrim en diptekinin kendi siyasal pratiği içinde dönüşümü demektir; yoksa çok yetenekli terzilerin halka çok güzel elbiseler biçmesi değil. Bu kavranılamazsa çöküşler, geri dönüşler, geri düşüşler, faşizm vb. anlaşılamaz. Örneğin, bu kadar ilerlemiş olduğu düşünülen Alman toplumundan nasıl olup da kitle tabanlı bir faşizmin (Nazizmin) doğduğu anlaşılamaz; fatura ilericiliğe çıkarılır veya karamsarlık baş gösterir.

Aslında insanlık gelişmektedir. Yavaş ama sindire sindire… Kavranması gereken, bu gelişimin asıl dinamiğinin “ilerlemecilik” değil “kurtuluşçuluk” olduğudur. Sonuç olarak ilerlediğimiz kadar gelişmiyoruz, kurtulduğumuz kadar gelişiyoruz.

Şimdiye kadar hep yıkıcılar/kurtuluşçular, kurucuların/ilerlemecilerin aracı oldu. İnsanlık tam tersini becerdiğinde yeni bir dönem, post-uygarlık (komünizm) dönemi başlayacak. Böylece yıkıcı-kurucu, ilerlemeci-kurtuluşçu çelişkisi de son bulacak. Buna “tarihin sonu” da diyebiliriz.

melnur  |  Cvp:
Cevap: 1
03.04.2020- 08:28

İlerlemecilerin iddiaları ne kadar gerçekleşti?

Bu bir hayal mi? Yoksa -bırakın hayal mi değil mi tartışmasını- türümüzün devamı için bir zorunluluk mu? İlerlemeciliğin (uygarlaşmanın) bir sınırı var mı?

Uygarlık kurucularının güvenlik başlığı altında toplanabilecek iki temel iddiaları vardı: Düşmanın (saldırganların) alt edilmesi ve doğanın alt edilmesi. Bu iki hedefe ulaşılabilmesi için de mevcut düzenin sürmesi. İlerlemeciliğin sınırlarını da bu iki hedef belirler. Bu hedefler önünde engel olmaya başlayan egemenler devrilir; hedefler doğrultusunda yürüme potansiyeline sahip olanların egemenliği sürer. Egemenler katında süreç böyle işler.

Günümüze dek dünya çapında sürdüğüne göre, egemenlik ilişkilerinin bir şekilde iş gördüğü anlaşılıyor. Fakat tamamına baktığımızda, sürecin, egemenlik ilişkilerinin giderek zayıflaması ve ezilenlerin kendi kaderlerini kendi ellerine alma düzeylerinin artması yönünde işlediğini görebiliriz; geri dönüş/düşüş dönemlerinin varlığına karşın… İnsanlık, egemenlik ilişkileri olmadan da hem güvenli hem de özgür olma yönünde adım atmıştır her zaman. Henüz başlangıcında bulunduğumuz Modernite sürecinin bu yönde atılmış en önemli adım (uygarlık sürecindeki en ciddi kırılma) olduğunu tespit edebiliriz.5

Uygarlık kurucularının ve ilerlemecilerin iddiaları ne kadar gerçekleşti? Toplumların güvenlikleri sağlanabildi mi? Düşmanlık ve savaş bitirildi mi, savaşlara son verilip sonsuz bir barış ve huzur ortamı oluşturulabildi mi? Doğa karşısında zafer elde edilebildi mi? Veya şöyle soralım: Doğa karşısında elde edilen kısmi zaferler yeterince toplumsallaşabildi mi? İnsanlığın refahı sağlanabildi mi?

Resim Ekleme
Uygarlık kurucusu ve geliştiricisi egemen sınıflar (yani ilerlemeciler) tarihin öznesi gibi görülebilirler, oysa ilerlemeciliğin de öznesi ezilenlerin uygarlıktan kurtuluş mücadelesidir.

Uygarlık öncesinde insanlar geçim ihtiyaçlarını karşılayabilmek, yaşamlarını sürdürebilmek için birbirleriyle savaşmaktaydılar. Uygarlık sonrasında ise savaşların (gerek dış gerekse iç savaşların) asıl nedeni “toplumsal artı”ya kimin el koyacağı meselesi oldu. Savaşlar artık “doğal” ihtiyaçlardan değil, egemen sınıfların ihtiyaçlarından kaynaklanıyordu. Bu durum uygarlık kurucularının ve ilerlemecilerin ilk iddialarını bir totolojiye dönüştürdü: Güvenlik için toplumsal artı gereklidir, ama toplumsal artı savaşların yani güvensizliğin kaynağıdır. Kısacası “toplumsal artı” güvenlik değil güvensizlik getirdi. Egemen sınıflar güvenlikten değil güvensizlikten beslenmekteydiler. Bu durum, çok farklı dönemlerden geçilmesine karşın, esas olarak günümüze kadar değişmeden kaldı. “Güvenlikçiler” ilk iddialarını yerine getiremediler; hatta güvensizliğin kaynağına dönüştüler. Uygarlık, yani sınıflılık ve devletlilik, insanlığa huzur getirmedi.

Peki, refah getirdi mi? Öncelikle, bütün bir uygarlık tarihine baktığımızda, şunu net olarak saptayabiliriz: Uygarlık kurucusu egemen sınıfların ve ilerlemecilerin genel eğilimi refahı toplumun bütünü için değil kendileri için istemeleridir. Giderek daha üst boyutlarda yaratılan toplumsal artının bölüşümünde ezilenler ve sömürülenler lehine görülen bazı iyileşmeler, kesinlikle egemenlerin bahşetmesi ile değil, ezilenlerin (kurtuluşçuların) verdiği mücadelelerin sonucu elde edilmiştir. Bunu şuradan da anlayabiliriz: Ezilenlerin mücadelesinin zayıfladığı dönemler servet dağılımındaki eşitsizliğin tavan yaptığı dönemlerdir. Örneğin günümüzde dünyadaki en zengin 42 kişinin mal varlığı, dünya nüfusunun % 50’sine tekabül eden 3,6 milyar insanla eşittir. Dünyanın en zengin yüzde 1’lik kesimi küresel servetin % 82’sine sahiptir. Bu veriler inanılmaz bir sömürüye işaret eder. Uzatmayalım, uygarlık tarihi boyunca toplumların refah düzeylerinde bir gelişme olduysa, bu, uygarlığın bir getirisi değil, uygarlıktan kurtuluş mücadelesinin yarattığı bir kazanımdır. Bu mücadele olmasaydı, insanlığın çok büyük bir kısmı hâlâ kölelik ve marabalık koşullarında yaşıyor olacaktı. Kaldı ki, çoğunluk, günümüzde de pek farklı koşullarda yaşamamaktadır.

Demek ki uygarlık mekanizmaları refah potansiyelini (yaratılan toplumsal artıyı) görülmedik ölçüde artırmış ama bunu toplumsallaştıramamıştır, toplumsallaşmasını engellemiştir. Uygarlık kurucuları ikinci iddialarında başarılı olmuşlardır, ama sadece kendileri için, çok küçük bir azınlık için. Uygarlık (sınıflılık) insanlığa refah getirmemiştir.

Sınıflılık koşullarında çözümü olmayan bu iki temel çelişki uygarlığın sınırlarını belirler. Buna insanın (emeğin) ve doğanın metalaştırılmasının sınırlılığı da diyebiliriz. Çünkü insan bu eğilime direnir; doğa ise kapsar ya da kusar.

Doğayla savaş mı uyum mu?
İlerlemeciliğin tipik niteliği teknolojiyi bilimin önüne koşmaktır. Hatta bunu ilerlemecilik ile kurtuluşçuluk arasındaki temel ayrım noktalarından biri olarak saptayabiliriz.

Bilimsel bilginin (doğa yasalarının) sınıfsallığı yoktur; nesneldir ve sınıf ayrımı yapmaz. Örneğin yerçekimi yasası karşısında veya her canlı bireyin ölümü tadacağı konusunda, hangi sınıfın üyesi olursak olalım eşitizdir. Teknoloji ise bilimsel bilginin üretime nasıl sokulacağı (egemen sınıflar açısından söylersek, nasıl metalaştırılacağı) ile ilgilidir ve dolayısıyla baştan aşağıya sınıfsaldır. E=mc2 bilgisini insanlığın enerji ihtiyacını çözmek için de kullanabilirsiniz, korkunç bir yıkım aracı yaratmak için de… Bilimin teknolojiye indirgenmesi veya teknoloji için (daha doğrusu egemenlerin ihtiyaçları için) bilim yapılması, her zaman bir egemen sınıf eğilimi olmuştur. İlerlemecilerin kurmaya çalıştıkları ideolojik hegemonyanın da en önemli unsurlarından biridir. “Doğaya karşı savaş” ve “doğaya karşı zafer” anlayışı da buna eşlik eder. Böylece “insanlığın öncüsü” oldukları yanılsamasını beslemeye çalışırlar. Aslında “zafer”den anladıkları “metalaştırılabilme” olanağının elde edilmesidir.

Resim Ekleme
Uygarlık kurucularının ve ilerlemecilerin iddiaları ne kadar gerçekleşti? Toplumların güvenlikleri sağlanabildi mi? Düşmanlık ve savaş bitirildi mi? (Prag’da bulunan Lidice köyünde Naziler tarafından katledilen çocuklar anısına yapılmış heykel)

Oysa bilimsel devrimleri “insanın doğa karşısında kazandığı büyük zaferler” olarak tanımlamak doğru değildir. Aslında tam tersine bilimsel devrimler, insanı kutsallaştırmalardan arındırmış, onu sıradanlaştırmış, daha doğrusu doğallaştırmıştır. Her büyük bilimsel atılımla birlikte “doğaüstü” tahtlarımızın bir tanesini daha yitirir ve doğa yasalarına nasıl tabi olduğumuzu daha yetkin bir biçimde kavrarız.

Kopernik Devrimi, evrenin merkezi olduğunu ve tüm gökcisimlerinin çevresinde döndüğünü düşündüğümüz “kutsal evimiz” Dünya’nın, Güneş’in etrafında dönen sıradan bir gezegen olduğunu gösterdi. İlk başlarda büyük tepki çekmesinin nedeni buydu. Süreç içinde çok daha gelişmiş araçlarla evreni gözlediğimizde, sayısız gökada kümesi içinde yer alan sayısız gökadanın içindeki sayısız yıldızdan birinin çevresinde dönüp duran bir gezegende ikamet ediyor olduğumuzu anladık.

Daha da “incitici” bir kavrayış, “Tanrı’nın sevgili kulu” insanın, canlı türlerinin birbirinden evrimleşmesiyle oluşan yaşam ağacındaki türlerden biri olduğunu kanıtlayan Darwin-Wallace Evrim Kuramı ile geldi. Evimiz gibi türümüzün de “sıradan” ve “doğal” olduğunu anladık. Kimilerimiz hâlâ kavramakta zorlanıyor olsa da evrim artık günlük yaşamımıza girmiş bir olgudur.

Marx ve Engels ile birlikte toplumların da “insanüstü” ve “doğaüstü” bir varlığın ereği doğrultusunda ve onun elçileri ve temsilcileri aracılığıyla değil, yaşam ve geçim ekonomisinin nesnel yasaları doğrultusunda geliştiğini kavradık. Evimiz ve türümüz gibi toplumumuz da nesnelleşti, doğallaştı.

Nörolojik devrim, son “kutsal sığınağımız” olan akıl-bilinç becerimizin de bize “bahşedilmiş” bir nitelik olmadığını, evrimsel sürecin sonucu olduğunu gösteriyor.

Kısacası bilimsel devrimler, “doğa ile savaş”, “doğaya karşı zafer” gibi tanımlamaların ne kadar metafizik (idealist) yaklaşımlar olduğunu gösterir. Her bilimsel atılımla birlikte doğanın bir parçası olduğumuzu biraz daha anlar ve “doğa ile uyum” yaklaşımını daha üst düzeyde kavrarız. Dolayısıyla bilim etkinliğine insanın doğa ile uyumunu daha kapsamlı bir biçimde sağlama çabası da diyebiliriz.

İnsanlar olarak doğa ile bir savaş vermiyoruz. Doğa bize depremler, yangınlar, kasırgalar, virüsler, çığlar vb yoluyla saldırmıyor. Doğa-evren, bizim “doğa yasaları” dediğimiz hareket ilkeleri doğrultusunda değişiyor, dönüşüyor. Biz de bu değişim-dönüşüm yasalarını keşfetmeye, anlamaya, kavramaya ve onlara uyumlu bir biçimde yaşamaya, türümüzün devamını sağlamaya çalışıyoruz.

Eğer bir üretim sistemi-yaşam tarzı, en temel yaşam ilkesi olan doğa ile uyum ilkesini ihlal etmeye başlarsa, ya o sistemin sonu gelmiş demektir ya da o sistem kendisiyle birlikte insan türünün de sonunu getirecektir. Gerek canlıların evrim sürecinde gerekse insanlığın tarihinde sayısız kez yaşanmış bir olgudur bu. Doğa ile uyum sağlayamayan yok olur!

Bu konu, ilerlemeciliğin gelip dayandığı sınırlardan biridir ve gerçek bir kurtuluş ideolojisi doğa ile uyumu temel perspektiflerinden biri yapmalıdır, teknolojiyi buna tabi kılmalıdır. Bu nokta o kadar önemlidir ki, böyle bir perspektife sahip olmayan bir kurtuluşçuluğun, önce yarışmacılığa sonra da ilerlemeciliğe dönüşmesi (egemenleşmesi) kaçınılmazdır.

Geleceğe ilişkin olasılıklar
Genellikle “kurtuluşçu” bir sınıfın kalıp kalmadığı veya -örneğin işçi sınıfının- ne durumda olduğu tartışılır. Bu tartışmayı bir kenara bırakıp “ilerlemecilik” üzerine yoğunlaşalım. Uygarlık tarihine genel olarak baktığımızda iki tür ilerlemeci sınıf bulunduğu görülür: Aristokrasi ve burjuvazi. İlki, çeşitli biçimleriyle haraçlı üretim ilişkilerinin; ikincisi ise, yine çeşitli biçimleriyle kapitalist üretim ilişkilerinin egemen sınıfıdır. Peki, günümüzde hakim sınıf olan burjuvazinin (küresel burjuvazinin) ilerlemecilik potansiyeli kalmış mıdır? Eğer kalmadıysa başka bir ilerlemeci sınıf (bu, kapitalizmi aşan ama egemenlik/sömürü ilişkilerine dayanan yeni bir üretim tarzı anlamına gelir) ufukta gözükmekte midir? Eğer bu iki soruya da olumsuz yanıt veriyorsak bir uygarlık kriziyle mi karşı karşıyayız? Kurtuluşçular bu krizi çözebilecek potansiyele sahip midirler? Yoksa bir “çöküş” veya “büyük geri düşüş” mü yaşanacaktır?

Sanırım bunların hepsi olasılık dahilinde. Çünkü tarihte, benzer süreçlerde, daha yerel çapta da olsa, bu olasılıkların hepsi gerçekleşmiş. Günümüzün farkı, bu kez olasılıkların gezegen çapında gündeme gelecek olması.

Resim Ekleme
Her büyük bilimsel atılımla birlikte “doğaüstü” tahtlarımızın bir tanesini daha yitirir ve doğa yasalarına nasıl tabi olduğumuzu daha yetkin bir biçimde kavrarız.

Küresel burjuvazi, uygarlık tarihinin gördüğü, insanlığın yüzyıllar içinde geliştirdiği değerlerden, dünya toplumunun büyük çoğunluğundan, üretimden, emekten, doğadan ve mekândan en kopuk sınıf. Emek-sermaye çelişmesini, insan emeğini gereksizleştirip yok ederek sermaye lehine çözme iddiası (ütopyası, daha doğrusu distopyası) var. Yönlendirdikleri teknolojik gelişmelerin buna elverebileceğini düşünüyorlar. Bu, büyük bir “devrim”, büyük bir “ilerleme”, tarihin ve uygarlığın sonu anlamına gelir. Elbette çok küçük bir azınlığın insanlığa karşı “devrimi” olacaktır bu. Sermayenin emeğe, “tanrıların” insanlığa, “doğaüstü”nün doğaya karşı devrimi…

Örneğin, hangi sınıf topyekûn bir nükleer savaşı veya dünya çapında bir biyolojik savaşı göze alabilir?

– Mutlak uygar, dolayısıyla uygarlıktan da kopmuş bir sınıf.
– Coğrafyadan, mekândan kopmuş bir sınıf.
– Tarihten kopmuş, tarihte bir kökü olmayan, köksüz bir sınıf.
– İnsandan ve toplumdan kopmuş, mutlak egemen ve mutlak ilerlemeci bir sınıf.
– Emekten (karşılıksız emekten) ve üretimden kopmuş bir sınıf.
– Mutlak birey haline gelmiş, tanrı rolüne soyunmuş bir sınıf.
– Kültürel evrimden kopmuş bir sınıf.
– Mutlak evrensel bir sınıf. Uzaylı gibi…
– Doğadan kopmuş, doğaya karşı “zaferini” ilan etmiş, dolayısıyla bilimsel düşünceden de kopmuş mutlak teknokrat bir sınıf.
– Olasılıklardan kopmuş, mutlak determinist bir sınıf (Tanrı).
– Ölümsüzlük isteyen bir sınıf (ölümden kopuş, yaşamdan kopuş anlamına gelir).
– Mutlak “yıkıcı” bir sınıf, yani sadece kendisi için “yapıcı” bir sınıf. Mutlak anlamda “kendisi için” bir sınıf, aşırı “bilinçli” bir sınıf.
– Doğurgan olmayan, dölsüz bir sınıf.

Böyle bir sınıf var: Küresel burjuvazi. Bir ölçüde kendisini tanrı veya yarı-tanrı ilan eden çürümüş aristokratlara benziyor. Elbette yukarıda sıraladığımız niteliklerden henüz uzak; ama hedeflerinin doğal uzantısı bu nitelikler. Ütopyalarını gerçekleştirebilirler mi, başarıya ulaşabilirler mi? Tarihteki benzerleri şimdiye kadar ulaşamadılar; ama olasılıklardan biri budur.

Diğer olasılık, çürümüş ve artık bir kabuk haline gelmiş ilerlemecilerin (son temsilcisi küresel burjuvazi) kurtuluşçular tarafından alt edilmesi ve insanlığın tüm sömürü ve ezme biçimlerini tarihin çöplüğüne göndermesidir. Emek-sermaye çelişkisinin, sermayenin ortadan kaldırılması ve emeğin özgürleşmesi biçiminde çözülmesidir. Bu olasılık da tarihin ve uygarlığın (yani sınıflılığın) sonu anlamına gelir. Ama komünal yaşamın çok daha üst bir düzlemde hayata geçirilmesi biçiminde…

Elbette ciddi bir olasılık da uygarlığın sınıra gelmiş çelişkileri gerek ilerlemeci gerekse kurtuluşçu bir yönde çözemeyerek çökmesi ve kaotik bir döneme girilmesidir. Tarihte yerel çapta da olsa örnekleri var: Batı Roma’nın çöküşü, Çin’de “Savaşan Devletler Dönemi”, kısa süreli de olsa Anadolu’daki “Fetret Devri” gibi… Böyle bir süreç dünya çapında da yaşanabilir.
Resim Ekleme
Gönlümüz ve aklımız insanlığın tüm ezme-ezilme biçimlerinden kurtuluşundan yana. Biz bu hedefin takipçileriyiz. Ama içinde yaşadığımız süreç bütün bu olasılıkları (veya bunların iç içe geçmiş versiyonlarını) da barındırıyor.

DİPNOTLAR
1) Bu konuda iki önemli kaynak önerebilirim: Birincisi, Henri J. M. Claessen ve Peter Skalnik’in çeşitli bölgelerde devletleşmeye ilişkin tartışmaları derledikleri “Erken Devlet” (İmge Kitabevi, Çev. A. Şenel, 1993) adlı kitabın sunuşu niteliğindeki “Erken Devlet: Kuramlar ve Varsayımlar” başlıklı makaledir. Yazarlar bu metinde devletleşmeye ilişkin üretilmiş kuramları sınıflandırırlar ve temel tezlerini özetlerler. İkincisi ise Alâeddin Şenel’in “İlkel Topluluktan Uygar Topluma” (Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1995) adlı eseridir. Şenel çalışmasında, kendisinin de benimsediği, Oppenheimer tarafından ortaya atılmış “fetih kuramı”nı diğer kuramlarla karşılaştırmalı olarak inceler.

2) Başlangıçta gerçek bir başarıydı bu; tüm topluluğun güvenliği bir şekilde sağlanabildi, daha doğrusu başarabilenler kalıcı olabildi ve uygarlıklar birer cazibe merkezi haline geldi. Bu nedenle uygarlığa geçişlere “devrim” diyoruz; aslında “tarihin kılıcı” tanımı daha açıklayıcı olabilir. Fakat süreç ilerleyip sınıflaşma ve sömürü belirginleştikçe, güvenlik talebinin esas olarak sömürünün devamının güvenceye alınması anlamına geldiği ortaya çıktı.

3) Uygarlık bir kez ortaya çıktıktan sonra bulaşıcıdır. Yaygınlaşması iki yolla oldu: Birincisi, yukarı barbar toplulukların uygar toplumları fethetmesi (veya çürümüş uygarlıklara gençlik aşısı yapması), ama aslında uygarlık tarafından fethedilmeleri biçiminde. Barbar topluluklar bu yolla (Hikmet Kıvılcımlı’nın “tarihsel devrim” dediği olgu) uygarlaştılar. Bu süreç aslında uygarlığın ilk ortaya çıkış biçiminin (göçebe çobanların yerleşik çiftçilere çökmesi) devamıdır. İkincisi ise, uygar devletlerin barbar toplulukların yaşadığı bölgeleri fethederek onları zorla uygarlaştırmaları yoluyla. Bu uygarlaştırma köleleştirerek (Afrika, Avustralya) ya da yok ederek (Amerika) oldu elbette.

4) Bu konu sosyalizmin en temel sorunlarından ve tartışmalarından biridir. Aynı kulvarda yarışmacı bir sosyalizm anlayışı, mevcut pratiklerde de görüldüğü üzere kurtuluşçuların giderek ilerlemecilere dönüşmesi, egemenlik ilişkilerinin bu biçimde yeniden üretilmesi sonucunu verdi. Sovyet deneyini inceleyerek dersler çıkaran ÇHC lideri Mao Zedung’un kuramsal ve pratik düzlemde farklı yaklaşımları oldu. Mao’nun sosyalizm döneminin niteliği hakkında geliştirdiği tezler, ölümünden sonra kendi ülkesinde de terk edilmesine karşın, gelecekte yaşanabilecek pratikler için zengin bir kuramsal temel bıraktı.

5) Bu konu daha önce kaleme aldığımız pek çok yazıda tartışıldı. İki örnek: “Modernite sahibini arıyor” (Bilim ve Gelecek, Sayı 163, Eylül 2017), “İkinci Modernite atılımı” (Bilim ve Gelecek, Sayı 140, Ekim 2015).

https://bilimvegelecek.com.tr/index.php/2020/04/01/ilerlemecilik-mi-kurtulusculuk-mu/

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]