Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Türkiye Devrim Tarihi

Yeni-Osmanlıcılık

Mustafa Kemal Atatürk’ün kişisel mirasına, Atatürk Orman Çiftliğine ve İş Bankası hisselerine   istediği gibi hükmetmek isteyen AKP’nin vakıfların dokunulmazlığından söz etmesi ikiyüzlülükten başka bir şey değildir.

Candan Badem

Resim Ekleme

Osmanlıcılık siyaseti 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında Osmanlı devletini bir arada tutabilmek için din farkı gözetmeksizin bütün Osmanlı tebaasını eşit ve ortak bir kimlikte birleştirme siyasetinin adıydı. 1876 Anayasasının 8. maddesi “Devlet-i Osmâniyye tâbiiyetinde bulunan efrâdın cümlesine herhangi din ve mezhepte olursa olsun bilâ istisnâ Osmanlı tabir olunur” diyordu. Tanzimatçı aydınların bu siyasetine karşılık 2. Abdülhamid (1876-1909) İslamcılık siyasetini izledi. 1908 İkinci Meşrutiyet Devriminden sonra iktidara gelen İttihatçı bürokrasi de giderek daha çok Türkçülüğe yönelmekle birlikte Türkiye’de sağın bugün de temel ideolojileri olan, İslamcılık, milliyetçilik (Türkçülük) ve liberalizmin karışımı olan bir siyaset izledi. Cumhuriyet yönetimi, saltanat ve hilafeti ve anayasadan “devletin dini İslamdır” maddesini kaldırdı ancak gericilikle kesin bir hesaplaşmaya girmedi çünkü cumhuriyeti kuran parti (CHP) sırtını burjuva sınıfına dayamıştı. O yıllarda Türkiye’de güçlü bir işçi sınıfı ve güçlü bir komünist hareket olmadığı halde Sovyetler Birliğinin uluslararası prestiji ve Avrupa’da gelişen faşizmden dolayı Türkiye’de de CHP iktidarı komünistlere zulüm etti, ırkçılara müsamaha gösterdi. Komünist şair Nazım Hikmet’in 1938’de donanmayı isyana teşvik etmek gibi tamamen uydurma bir suçlamayla 27 yıl hapse mahkum edilmesi bunun bariz örneklerindendir. 1938’de Atatürk’ün ölümünden sonra İnönü gericilikle ve eski sultan yanlılarıyla uzlaşma siyaseti izledi. Laiklik ilkesi de ekonomide bir süre uygulanan devletçi politika da 2. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin ABD ve NATO çizgisine girmesiyle birlikte zayıfladı. 1950’den itibaren kısa aralıklar haricinde Türkiye’yi muhafazakar, gerici, Amerikan yanlısı, Türkçü ve Osmanlıcı hükümetler yönetti. Bununla birlikte Türkiye sağının temel özelliklerinden birisi kendisini sürekli mağdur göstermesidir. Günümüzde devletin bütün kurumlarını ele geçirmiş olan AKP gericiliğinin da hala mağdur rolünü oynaması tipiktir. Gericiliğin yine tipik olan ikinci özelliği de Osmanlı’yı idealize etmesi ve Osmanlı toplumuna emekçi halkın penceresinden değil sarayın penceresinden bakmasıdır. Bu dosyadaki öteki yazılardan görüleceği üzere, Osmanlı devlet sistemi Anadolu köylüsünün çeşitli aracılar, mültezimler eliyle zalimce sömürülmesine dayanıyordu. Liyakatsizlik, rüşvet ve adaletsizlik Osmanlı bürokrasinin iliklerine dek işlemişti. 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’nın zoruyla girişilen reformların hepsi yarım yamalak kalmıştı. Bir görevde uzun süre kalamayan Osmanlı ricalinin uzun vadeli planları hiçbir zaman olmamıştı, Babıali’nin başlıca kaygısı Avrupa’nın baskılarını birtakım sözlerle savuşturmak, oyalamak ve düvel-i muazzamayı (Avrupa emperyalist güçlerini) birbirine karşı dengelemekten ibaretti. 1856’da gayrimüslim Osmanlı tebaasının Müslümanlarla eşitliği sözde kabul edilmiş ancak pratikte hiçbir zaman uygulanmamıştı. Örneğin 1909 yılına gelinceye değin gayrimüslimler Müslümanlarla birlikte askerlik yaptırılmamış bunun yerine bedel-i askeri vergisi ödemeleri sağlanmıştı.

2002’den beri AKP iktidarında filizlenen yeni Osmanlıcılık ilk başta cumhuriyete doğrudan düşmanlığını ilan etmeden sinsice altını oydu. Bugün geldiğimiz noktada gericiler artık niyetlerini açıktan söylüyorlar. İlk başta ekonomide dışa açılma, özelleştirme, tütün, fındık, şeker pancarı vb üreticilerini ve bütün çiftçileri uluslararası tekellerin insafına terk etme, yabancı sermayenin önündeki bütün engelleri kaldırma siyasetiyle AB ve ABD’nin tam desteğini alan AKP, siyasette de “askeri vesayete” karşıymış gibi yaparak yurt içindeki bazı kullanışlı aptal liberallerin de desteğini aldı. Kürtlere yönelik de din kardeşliği ve ne idüğü belirsiz bir “çözüm süreci” söylemiyle Kürt hareketini de nötralize etmeyi başardı. Bunun en bariz örneği Kürt siyasi hareketinin 2010’da anayasa referandumunu boykot ederek AKP’nin değirmenine su taşıması oldu. Bu referandum ile yüksek yargıyı ele geçiren AKP yargıyı kendine bağlamayı başardı. 2016’daki ne idüğü belirsiz darbe girişiminden sonra OHAL ve KHK’ler ile binlerce muhalifi ordudan, bürokrasiden ve akademiden tasfiye eden AKP için geriye laik solun “kültürel hegemonyasını” kırmak kalıyordu. Selçuklu kümbetinin arkasına yurt binası diken beton kafalı müteahhitler partisi AKP’nin aydınlar ve sanatçılar arasında kültürel hegemonya kurması elbette mümkün değil, AKP ancak kendi İslamcı yarı aydınlarını ve sanatçılarını yaratabilir ve yapmakta olduğu da budur. Vasıfsız yandaşlara TRT ve belediyelerin kültür-sanat bütçeleri akıtılmıştır.

Yeni Osmanlıcılığın tarih alanındaki dergisi, Fethullah Gülen’e övgüleriyle tanınan Mustafa Armağan’ın yönettiği Derin Tarih oldu. AKP’nin gücüyle paralel olarak giderek artan bir dozajla cumhuriyete saldıran bu paçavra, Ağustos 2016 sayısında, Abdülhamit’in tahttan indiren Hareket Ordusunda Mustafa Kemal’in de bulunup bulunmadığını soran bir okur mektubunu “Hainler arasında var mıydı?” başlığıyla vermeye cesaret etti. Derin Tarih, İslamcıların bilinen tipik tezlerini ısıtıp yeniden pazarladı. Örneğin milli mücadeleye düşmanca faaliyetleri yüzünden asılan İskilipli Atıf Hoca gibi gericileri şapkaya karşı olduğu için asılmış gibi gösterdi. Siyasal İslamcıların ve yeni Osmanlıcıların Osmanlı’ya dair bilgisi genelde bir cehalete ya da olguları çarpıtmaya dayanır. Osmanlının son döneminin paranoyak müstebit padişahı 2. Abdülhamit hakkındaki bütün iddiaları buna güzel bir örnektir. Örneğin, hükümdarlığı döneminde Kıbrıs’ı, Kars, Ardahan, Batum’u vb elden çıkarmış olan Abdülhamit’in hiç toprak kaybetmediğine inanırlar. Düyunu Umumiye 1882’de onun döneminde kurulmuş olduğunu görmezden gelirler. 1877-78 Osmanlı-Rus savaşında Abdülhamit’in İstanbul’da oturduğu yerden telgrafla ordunun çeşitli kademelerine gereksiz müdahalelerle orduyu paralize edip hezimete katkıda bulunduğunu görmezden gelip büyük bir strateji uzmanı sayarlar. Abdülhamit’in emperyalist güçleri birbirine karşı denge unsuru olarak kullanmasını büyük deha olarak görürler, oysa bu politikanın uzun vadede işe yaramadığı ortadadır. Örneğin 1877-78 savaşında İngiltere ve Fransa, 1853-56 Kırım Savaşında olduğu gibi Osmanlı’nın yardımına koşmamıştır. İngiltere tek kurşun atmadan Kıbrıs’ı Abdülhamit’ten almıştır. Rusya ve İngiltere hükümdarları Osmanlı’ya karşı politika konusunda Haziran 1908’de anlaşmışlardır. Yeni Osmanlıcılar Abdülhamit’i mağdur göstermek için, Erdoğan’ın yaptığı gibi, eceliyle ölmüş olan adamı İttihatçılara öldürtmekten bile çekinmezler. Yeni Osmanlıcıların başka bir kahramanı Abdülhamit’in bile mecnun olarak gördüğü bir başka gerici ve cumhuriyet düşmanı olan Said Nursi’dir. (Bu konuda iyi bir araştırma için bkz. Emrah Cilasun, Bediüzzaman Efsanesi ve Said Nursi Gerçeği, Tekin Yay.).

Siyasal İslamcıların ve yeni Osmanlıcıların tipik iddialarından biri de 1928’de alfabe reformundan dolayı halkın bir gecede cahil kaldığı iddiasıdır. Oysa gerçekler tam tersidir: Alfabe reformundan önce % 10 civarında olan okuryazarlık oranı hızla artmıştır. Bu gülünç iddianın devamında “dedelerimizin mezar taşlarını” okuyamıyoruz palavrası gelir. Yeni Osmanlıcıların en sevdiği edebiyatçılardan olan gerici Necip Fazıl Kısakürek’in 1930’larda İş Bankası genel müdürü Celal Bayar’dan aldığı reklam parasıyla dergi çıkarması ve 1950’lerde gerici Menderes’ten örtülü ödenek parasıyla beslenmesi gibi günümüzün Derin Tarih’i de AKP yönetimindeki devlet bankaları, belediyeler ve AKP güdümündeki büyük şirketler tarafından adeta reklama gark edilmiş durumdadır. İBB’nin el değiştirmesi sonrasında İBB reklamları kesilmiş olsa da öteki yandaş kamu kurumları ve şirketlerin desteği devam etti.

Derin Tarih’in Eylül 2019 sayısında kendisine Marksist diyen Fikret Başkaya’nın sol ve Kemalizm üzerine verdiği demeç tam bir ibret belgesidir. Marksistler Kemalizmi elbette eleştirirler ve eleştirebilirler ancak bunu gericiliğin koçbaşı konumundaki bir paçavrada yapmak için insanın akıl ve izandan yoksun olması gerekir. AKP adım adım laikliği yok ederken, “Türkiye’de laiklik tehlikede değil” demiş olan bu “Marksist”imiz AKP’nin değirmenine su taşıyanların sol liberallerden biriydi. Bu arada AKP değirmenine su taşıyan sol liberallerin asıl dergisi Birikim’i de unutmayalım.

Yeni Osmanlıcılığın son hamlesi olan Ayasofya’nın camiye çevrilmesi ve ardından Abdurrahman Dilipak gibi gericiler aracılığıyla hilafet çağrıları yapması AKP’nin cumhuriyet düşmanlığında yeni bir aşamayı daha geçtiğinin göstergesidir. AKP’nin bu saldırısı karşısında CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin “davet gelirse namaza katılırım” demesi de düpedüz CHP’nin kendi kurucu önderine ihanettir. AKP, açıktan Atatürk’ü hedef alırken CHP genel başkanının karşı değiliz demesi ve cumhurbaşkanı adayının da muktedirle aynı safta namaza hazır olduğunu beyan etmesi CHP’nin geldiği noktayı göstermektedir. CHP bunları yaparken, Fethullah Gülen’in bir derneğinin eski yöneticisi olup Diyanet’in başkanlığına atanmış olan Ali Erbaş, 24 Temmuz günü Ayasofya’nın ilk cuma namazı hutbesinde Atatürk’ü hedef alarak “Bizim inancımızda vakıf malı dokunulmazdır, dokunanı yakar. Vakfedenin şartını çiğneyen lanete uğrar!” dedi. Diyanet’in başının vakıf dokunulmazlığından söz ederken Fatih Sultan Mehmet’e referans vermesi ironik çünkü Fatih’in kendisi vakıf bozan bir padişahtı. Fatih tahta oturduktan sonra binden çok vakıf köyü ulemanın elinden alarak miri arazi yapmış ve tımar olarak sipahilere dağıtmıştı. AKP iktidarının gayrimüslim vakıflarının birçoğunun mülkünü hala vermemiş olduğu da bilinen bir gerçek. Örneğin, AKP Sansaryan Han’a el koyup ihaleye çıkardı. Mustafa Kemal Atatürk’ün kişisel mirasına, Atatürk Orman Çiftliğine ve İş Bankası hisselerine   istediği gibi hükmetmek isteyen AKP’nin vakıfların dokunulmazlığından söz etmesi ikiyüzlülükten başka bir şey değildir.

Bugünkü AKP iktidarı emperyalizme bağımlı ve ABD çizgisinde olmakla birlikte İslamcıları ve yeni Osmanlıcıları tamamen ABD denetiminde görmek yanlıştır. Türkiye’de gericiliğin tarihi ABD emperyalizminden daha eskidir ve 2. Abdülhamit zamanında olduğu gibi günümüz dünyasında da emperyalistler arası çelişkilerden dolayı Türkiye gericiliğinin bir manevra alanı her zaman olmuştur ve olacaktır. Nitekim bugünkü Rusya’daki oligarşik rejim, birçok konuda (Kırım, Suriye, Libya vs) aradaki çelişkilere rağmen, AKP iktidarına ciddi bir manevra alanı kazandırmaktadır. AKP, Rusya’dan S-400 savunma sistemlerini alarak NATO’ya karşı ciddi bir pazarlık   gücünün olduğunu göstermiştir. Ne var ki Türkiye gericiliğinin ufku emperyalist hiyerarşi içinde biraz daha yükselmekten ibarettir. 1990’larda SSCB dağıldıktan sonra Özalcı burjuvazi eski Sovyet Türki cumhuriyetlerinde liderlik hevesine kapılmıştı. Türkiye burjuvazisi birtakım inşaat projeleriyle buralarda epey para kazandı ancak siyasi ve kültürel çapı Türki cumhuriyetler arasında liderlik kazanmak için yeterli olmadı. 2002’den beri AKP’nin yürüttüğü yeni-Osmanlıcı siyasetin de Arap dünyasında AKP’ye bir prestij kazandırmadığı açıktır. Mavi Marmara olayında AKP’nin Filistin davasını savunmakta ne kadar samimiyetsiz olduğu ortaya çıkmıştır. “Van münüt” ile başlayan süreç “bana mı sordunuz?” ile bitmiştir. Komşularla “sıfır problem” diye başlayan AKP dış işleri bakanı ve başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun “stratejik derinliğinin” de boş olduğu ortaya çıkmıştır. Kudüs’ü ziyaret etme planları gibi Şam’da cuma namazı kılma planları da gerçekleşmemiştir. Bununla birlikte AKP’nin esas başarısı dinciliği bir norm olarak kabul ettirmesi ve burjuva muhalefet partilerini politikasız bırakmış olmasıdır. AKP’nin hamlelerini ekonomik sorunları gündemden uzak tutma hamlesi olarak görüldükçe AKP vites yükseltmektedir.

https://gazetemanifesto.com/2020/pusula-yeni-osmanlicilik-376504/

melnur  |  Cvp:
Cevap: 1
13.08.2020- 08:14

Osmanlı feodal düzeni içerisinde halk ayaklanmaları

Tarihin ilerlemesi ve toplumların sömürücü düzene karşı verdiği mücadeleler her ne kadar bazı gerici ideolojiler tarafından çarpıtılmaya çalışılsa da hiçbir zaman gerçeğin açığa çıkması engellenememektedir.

Aren Karaelmas

Resim Ekleme

“Osmanlı tarihi içerisinde maddi koşullar sonucunda ortaya çıkan pek çok isyan amacından saptırılarak anlatılmış, Anadolu halkının feodal düzene karşı verdiği mücadele bir takım hamasi iddialar ile göz ardı edilmiştir. Sınıfsal karakterinden uzak bir şekilde anlatılan isyan hareketleri bugün toplumsal ilerleme hamlelerinden bağımsız düşünülmemelidir.”

Tarihçiler, Osmanlı toplum düzenini, Batı feodalitesinden farklı olduğunu savunmaktadır. Merkezi devlet yapısı, toprakta devlet mülkiyetinin varlığından dolayı ve aristokratik hiyerarşinin olmayışı “sipahi”nin senyörden çok memura, “reaya”nın ise serften çok “hür köylü”ye benzetilişi tarihçileri Osmanlı’nın feodal bir imparatorluk olmadığı düşüncesine itmektedir. Ancak Behice Boran “Batı’daki feodalite ile Osmanlı İmparatorluğu feodal tip toplumun iki değişik örneğini (varyantı)” olarak göstermektedir. Boran’a göre Osmanlı toplum düzeni, mahalli feodaliteyi dahi tasfiye edememiş bir “merkezi feodalite” dir. Batı’da serfin kişisel bağımlılığı ve köleliği, Doğu’da ise reayanın özgürlüğü arasında bulunan fark çok azdır. Her ikisi de toprağa bağımlı emekçi sınıftır ve feodalite düzeni bakımından önemli olan budur. Her ne kadar sipahi mülkiyetten yoksunmuş gibi görünse de pek çok zaman bu sözde kalmakta, çoğu zaman mülk sahibi gibi topraktan ve toprak emekçisinin ürünlerinden faydalanmaktaydılar. Aslında Batı’da da senyör bir dönem memur niteliğinde idi. Bu durumda aralarında farklar olmakla beraber Osmanlılarda da Batı’daki gibi feodal düzen mevcuttu.

Osmanlı feodalitesi içerisinde bu düzene karşı hareketlenmeler meydana gelmiştir. Ancak resmi tarih yazımı bu olguyu tarih dışı saymış, yaşanan olayları mezhepsel çatışmalar ya da dış ülkelerin müdahaleleri olarak tarihselleştirmiştir. Ernst Werner’e yaşanan bu isyanların Wittek’in anlattığı üzere yüksek din otoriteleri ile gaziler arasında yaşanan çatışma ne de İnalcık’ın dediği gibi sınır boyları ile ülke içerisindekilerin sosyal karşıtlığı sonucu oluşmuştur. Yaşanan olaylar anti-feodal bir sınıf egemenliği karşıtlığı vardır.

Şeyh Bedrettin İsyanı ve Anti-feodal hareketlenmeler
Bu isyan aslında tek bir olaydan meydana gelmemektedir, Börklüce Mustafa ve Şeyh Bedrettin hareketi iki farklı olaydır. Her ne kadar birbiri arasında ilişkiler olsa da yaşanan olaylarda alınan kararlar veya isyanın başarılı olması sonucunda kurulacak düzende farklılıklar gözlemlenmektedir.

Börklüce Mustafa, Şeyh Bedrettin’in Musa Çelebi’nin kazaskerliğini yaparken yanında bulundurduğu kethüdasıdır. Mustafa dönemine göre yeni olmayan radikal bir devrim yolunun seçmiş, feodal düzene karşı sosyal eşitliği sağlamaya çalışacaktır. Mustafa’nın izini takip edenlerde bir yanda dinsel eşitlikle sosyal eşitlik düşüncesi iç içe geçerek bu feodal düzene karşı isyana dönüştü. Börklüce Mustafa, şeyhin yanından ayrıldıktan sonra İzmir Karaburun taraflarında, onunla aynı zamanda Torlak Kemal Manisa’da ayaklanmıştır. I. Mehmet bu ayaklanmaların feodal devlete karşı olduğunu, sosyal eşitlik kurmayı deneyeceğini anladığı zaman tüm gücüyle isyanı bastırır ve her iki isyancıyı işkence ederek katleder.

Şeyh Bedrettin, Börklüce Mustafa kadar radikal bir devrimci değildir. Özellikle devlet adamlığının getirdiği özelliklerden dolayı siyasi dengeleri gözetir. Ernst Werner, Bedrettin için “her ne kadar düşünceleri devrimci olsa da ve yoksul insanlara daha eşitlikçi koşullarda yaşamayı vaat etse de bunu devlet aygıtını parçalayarak değil sadece tepeden inme reformlarla yapmaya çalıştığını” söylemektedir.

Bedrettin, çevresine insanları toplarken özellikle sipahileri kendi etrafında örgütlerken sosyal eşitlik yerine “toprak” vadetmiştir. Werner onun için reformlar ile toplumu düzenlemeyi amaçladığını, devlet aygıtı içerisindeki dengeleri iyi bildiğinden dolayı Mehmed’i devirmenin yolunun sipahileri yanına çekmekten geçtiğini anlamıştı. Bundan dolayı devrimci ilkelerinden ödün vererek sipahilere karşı daha reformist bir tavır takındı. Şeyh elde edeceği zaferle dinsel eşitlik ve siyasal eşitliği bir arada sağlayacağına inanmaktaydı. Bu düşünceleri dolayısıyla adı ölümünden sonrada yaşamaya devam etmiş hem Hristiyanlar hem de Müslümanlar arasında unutulmayan biri olarak tarihe geçmiştir.
Bedrettin hareketi ilk darbesini Edirne civarlarında, Osmanlı kuvvetleri ile çarpışırken almıştır. Sipahiler hemen oracıkta taraf değiştirmiş ve Şeyhi yalnız bırakmıştı. Osmanlı kronikleri bu durumu “Ahali onun davasından hayır gelmediğini görünce dağılıp gitti, yanında pek az kişi kaldı demektedir”. Anlatılanın her ne kadar gerçekliği olsa da temel sorunun Sipahilerin, Şeyhin yanında sadece çıkarları doğrultusunda ittifak yapmalarıdır. Sipahiler yüksek ihtimalle daha büyük topraklar elde edeceklerini gördükleri an taraf değiştirmişlerdir. Şeyh son bir kez daha harekete geçme kararı almış yandaşları Deliorman bölgesinde sık ormanlarda toplanmışlardır. Ulahlar, Yörükler ve Hristiyan reayadan oluşan destekçileri ile beraber harekete geçemeden I. Mehmet’in eline düştü ve idam edildi.

Celali İsyanları

Her ne kadar isyanın başlamasına sebep olan olayın bir Arnavut işçinin ölümü olsa da aslında Celali isyanlarının temelinde, İmparatorluk topraklarında yaşayan insanların ekonomik ve sosyal çöküntüye uğraması yatmaktadır. Anadolu halkının üzerine binen vergiler ve derinleşen derebey zulmü insanları isyana sürüklemiş ve devleti uzun yıllar boyunca meşgul edecek bir süreç başlamıştır.

İsyan her ne kadar alt sınıfların ayağa kalkması ile başlasa da zamanla üst sınıflarında hoşnutsuzluğu ortaya çıkacak ve bağlı oldukları sancaklarda ki imtiyazlarını kaybetmiş sancak beyleri de isyanlara katılacaktır.
İsyanın parolası çoğu ayaklanmada olduğu gibi “din ve şeriat” olsa da halkın isteklerinde vergilerin düşürülmesi, yerlerinden edilen sancak beylerinin imtiyazlarını geri alması gibi “maddi” temeller bulunmaktadır.
Celali hareketinin en temel anlamda geri püskürtülmesinin sebepleri olarak;

• İsyanların yerel hareketler olması ve Osmanlının merkezi ordusuna karşı küçük guruplar halinde mücadele etmeleri, öyle ki Yenice Bey ile Halife Bey aynı zamanda ve aynı coğrafyalarda isyan etmelerine rağmen birlikte hareket etmemişlerdir.

• İsyan eden köylülüğün kendine müttefik olabilecek toplumsal tabakaları yağma ve talan politikası yüzünden kaybetmesi.

• Celali hareketlerinin çoğunun köylerde mevzilenerek “müdafaa” taktiğini izlemiş, hedefinin belirsizliği sebebiyle üzerine gelen kuvvetlerin zayıflığını gördüğü halde son darbeyi indirememiştir.
• Son olarak ise yerel sancak beylerinin devletle anlaşarak imtiyazlarını geri almaları sonucunda Celaliler destekten mahrum kalmış olmaları gösterilebilir.

Yeniçeri ayaklanmaları

Yeniçeriler, Osmanlı İmparatorluğunun başkentinde tek askeri güç olarak yer almaktaydılar. Özellikle devletin güç kaybettiği ve otoritesinin sarsıldığı dönmelerde Yeniçeriler birer iktidar ortağı olarak göze çarpmaktadır. Ellerinde bulundurdukları askeri gücü kendi çıkarları için kullanmaktan çekinmeyen yeniçeriler. I. Murat döneminden itibaren Osmanlı feodal siteminin vazgeçilmez unsuruydu. Ancak 18. Yüzyılda Ayanların merkezi devlet aygıtını karşılarına alacak kadar güçlenmeleri sonucunda servet sahibi olmaları, Osmanlı ekonomisinin piyasalaşması ve serbest piyasanın toplumsal hayata egemen olması ile sonuçlandı.

Özellikle Ayanların Yeniçeriler ve Tımarlı Sipahilere karşı kendi ordularını kurmaları, siyasette egemen bir güç olmaları neticesinde Yeniçeriler toplumsal hayatta egemen olan piyasalaşmaya karşı kendine ittifak unsurları bulmuş, 1807 Kabakçı Mustafa İsyanı bu durumu açıkça ortaya koymuştur. 1826’ya kadar esnaf ve loncalarla ilişkilerini geliştiren yeniçeriler, devletin piyasalaşma hamlelerine karşı İstanbul’un alt-orta sınıfları koruyan milislere dönüşmüştür.

Her ne kadar yeniçerilerin isyanları yeni kurulan Nizam-ı Cedid ordusuna karşı yapılmış olarak anlatılsa da aslında olan devletin piyasa koşullarında egemen hale getirmek istediği serbest piyasadır. 1826 yılında Yeniçeri Ocağının ortadan kaldırılması ile ekonomi üzerinde piyasalaşma hamleleri hızlanmış ve İngiltere ile 1838 yılında ilk serbest ticaret anlaşma imzalanmıştır.

Sonuç

Osmanlı tarihi içerisinde maddi koşullar sonucunda ortaya çıkan pek çok isyan amacından saptırılarak anlatılmış, Anadolu halkının feodal düzene karşı verdiği mücadele bir takım hamasi iddialar ile göz ardı edilmiştir. Sınıfsal karakterinden uzak bir şekilde anlatılan isyan hareketleri bugün toplumsal ilerleme hamlelerinden bağımsız düşünülmemelidir.

Tarihin ilerlemesi ve toplumların sömürücü düzene karşı verdiği mücadeleler her ne kadar bazı gerici ideolojiler tarafından çarpıtılmaya çalışılsa da hiçbir zaman gerçeğin açığa çıkması engellenememektedir.

https://gazetemanifesto.com/2020/osmanli-feodal-duzeni-icerisinde-halk-ayaklanmalari-376506/

melnur  |  Cvp:
Cevap: 2
13.08.2020- 08:17

Osmanlı'da katliamlar

Korku, zulüm, sömürü üzerine kurulan her iktidar gibi, Osmanlı da yerini ilerici bir harekete, devrim hareketine bırakmak zorundaydı.

Güneş Doğan

Resim Ekleme

Dünden bugüne Osmanlı bizlere gücüyle, istikrarıyla ve emperyalist işgallere kadar (hatta biraz daha çarpıtıp abartarak bu işgaller sırasında bile) halkını refah içinde yaşatmasıyla anlatılagelmiştir. Bu yazıda irdelemeye çalıştığımız ise, bunun gerçeklikle ne kadar örtüştüğü olacaktır. Yaklaşık altı yüz senelik bir varlık gösteren Osmanlı, bu sürenin neredeyse tamamında birçok isyanla, istikrarsızlıkla, sömürü ve zulümle ismini tarihe yazmıştır. Hepsine değinemeyecek olsak bile, hâkim sınıfın ideolojisinden ve bunun ürünü olan tarih yazımından birkaç adım uzaklaşmak niyetindeyiz.

Halk isyanları ve bunlara yönelik müdahaleleri ele alırken başlangıç çizgisini devletin formuna kavuştuğu dönemlerden doğru ele almak, birçok açıdan faydalı olacaktır. Siyasi ve idari yapılanmalar, paralel olarak toplumsal yapının da dönüşümüne sebep olmuştur. Nihayetinde devlete karşı oluşan örgütlenmelerin daha iyi incelenebileceği bir zemin, bu sürecin bir sonucudur. Bu bilgiler ışığında dahil ettiğimiz olaylar, umarız ki, Osmanlı’nın toplumsal dinamikleri açısından aydınlatıcı bir yön taşıyacaktır.

Bedreddin Hareketi

Şeyh Bedreddin’e değinmeye, Babinger’in şu ifadesiyle başlamak yerinde olacaktır: “İnsanların uğradığı meşakkat ve acılardan, karşılaştıkları sosyal güçlüklerden, hele halk ayaklanmalarından ciddi olarak hiçbir yerde söz edilmiyor. Bunun tek bir istisnası var, o da Simavnalı Şeyh Bedreddin ayaklanması… Nedir ki, ayaklanmanın perde arkasındaki gerçek nedenleri Osmanlı kaynaklarının hiçbirinde su yüzüne çıkmıyor.” Fakat Bedreddin’in bıraktığı iz, Osmanlı saray tarihçilerinin bile göz ardı edemeyeceği kadar derindir. Din alanında yapmaya çalıştığı reformlardan sonra Börklüce Mustafa’nın yardımıyla siyaset alanına adım atan Bedreddin için Dukas; “Türklere gönüllü yoksulluğu öğütlüyor ve kadınlar bir yana, yiyecek, giyecek, çekek hayvanı ve tarım aletlerinin, her şeyin ortak olması gerektiğini öğretiyor. Ben kendi evimi nasıl kullanırsam senin evini de öyle kullanırım diyor, sen benimkini ben de seninkini diyor, ama kadınlar hariç!” diyor. Yarattığı etki ve altında yatan eşitlik özlemi, tarihte olanlar için yeterli sebebi vermiş gibi duruyor.

Şeyh Bedreddin’in müritleri, derviş topluluklarından çok, Mustafa tarafından örgütlenerek silahlandırılan bir toplamdan oluşmaktadır. Sömürüyü ve baskıyı ortadan kaldırarak toplumu kendi idealleri doğrultusunda dönüştürmeyi hedefleyen ekip, haliyle, imparatorluğun yapısına ters fakat ilerisinde konumlanan bir pozisyona sahipti. Aydın ve Saruhan valilerine karşı kazandıkları zaferler sonucu dönemin padişahı olan I. Mehmet tarafından fark edilmeleri, Osmanlı ordusunu karşılarında bulmalarına sebep olmuştur. Birçok kişi öldürülürken Mustafa’nın çarmıha çivilenmesi, sömürünün karşısındaki bu örgütlenmeye o dönem için son vermiştir. Bedreddin ise olayları öğrendiği vakit Kastamonu’ya giderek İsfendiyaroğlu’na sığınmıştır. Belli bir süre devam eden faaliyetleri, 1416’da herkesin gözleri önünde, Serez Çarşısında asılmasıyla son bulmuştur.

Suhte Hareketi ve Celali İsyanları

Osmanlı tarihindeki bir diğer büyük çaplı isyan olan Suhte Hareketi, aynı zamanda Celali isyanlarının başlangıcı olarak sayılmaktadır. Tarımsal alanların ve üretimin, nüfus artışına paralel olarak artmaması, genç nüfusun kendisine tarım dışında bir statü kazanma isteğinin önünü açmış, tarım yapmanın git gide zorlaşması ve çiftçilerin gördüğü baskı da bunun üstüne tuz biber ekmiştir. Öncesinde yaşanan krizlerin ve savaş koşullarının toplum için yarattığı maddi külfete Şehzade Mustafa’nın öldürülmesi, Şehzade Cihangir’in ölümü ve Beyazid’in isyanı da eklenince, devletin ağır bir siyasi bunalım dönemi söz konusu olmuştur. Bu baskıdan kurtulmak isteyen gençlik, hepsini kapsamak için yeterli kapasiteye sahip olmayan medreselerin önlerine gitmiştir. Dönem; nüfusu arttıkça niteliği azalan medreselerden mezun olan gençlerin istihdam edilememelerini, kentlerde işsizlikle boğuşmalarını ve bu sebeple yağmacı çetelere dönüşmelerini getirmiştir.

Baskın ve yağmaların yaşandığı köylerde görev almış Osmanlı idari görevlileri ise, ki buna adalet mekanizması da dahildir, çıkarlarının örtüştüğünden ötürü bu yağmacılığa dur dememiştir. Küçük çocukların kaçırılmasına, malların yağmalanmasına ve insanların öldürülmesine göz yummakla kalmamış, açık açık desteklemişlerdir. Devlet ise olaylar karşısında, sorun yaşadıkları kişileri öldürmekten ve askeri müdahalelerde bulunmaktan başka bir şey yapamamış, koşulları iyileştirmek adına adım atmamıştır. Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni kitabında bu meseleden “Anadolu köy hayatını alt üst eden Celalî isyanları, ellerine hükm-i hümayun ya da emr-i şerif ile eşkıyalığa çıkan resmî sıfatlı kişilerin, geçim sıkıntısı içindeki işsiz köy delikanlıları kitlesini kullanarak, köylere karşı giriştikleri haydutluktan ibarettir.” diye bahsetmektedir. Kendi atadığı yerel yöneticilerin zulmü konusunda bile eli kolu bağlı kalmış olan merkezi hükümet, halkını bu zulümden korumak konusunda da başarısız olmuş ve III. Murat, III. Mehmet ve I. Ahmet dönemlerinde soygunlara, yöneticilere ve memurlara karşı köylülerin silahla mücadele etmelerini isteyen fermanlar çıkarmıştır. Bir başka ferman ise sanıyoruz ki öldürmekten daha iyi bir çözüm getireceğini düşünerek, ‘işsiz güçsüzleri’ Kıbrıs’a sürmek üzerine çıkmıştır. Bunun bir çözüm getirmediğini özellikle belirtmeye ise gerek yoktur.

Bu sürecin devamında vuku bulan Celali İsyanları, 16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı yönetimindeki Anadolu’da toplumsal ve ekonomik yapının bozulmasından kaynaklanan ayaklanmaların tümüne verilen addır. İsmini bu tür ayaklanmaların ilkinde önderlik eden Şeyh Celal’den alırken bu isyan, gerçekleştiği yıl içinde kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Ortaya çıkışını biraz daha açmak gerekirse, ticaret yollarının keşifler sonucu yön değiştirmesinin, Osmanlı’nın ekonomisinde bir bunalım yarattığını görüyoruz. Devlet önceden bu ticaret yolları üzerinden kazandığı paranın eksikliğini, halktan aldığı ağır vergilerle kapatmaya çalışırken toprakların işletilmesini sağlayan tımar sistemi, bunca zaman kaçınılmasına rağmen babadan oğula geçecek şekilde tekrardan düzenlenmiştir. Osmanlı’daki feodalite için önemli bir köşe taşı olan bu durum, topraklarını terk ederek kasaba ve kentlere göç eden köylülere sebebiyet verirken, işsizliğin tüm kesimlere yansıdığı bu dönemde eşkıyalık da haliyle artmıştır. Devletin eşkıya olarak gördüğü fakat halkın üstündeki yüklere ve ağır yaptırımlara karşı mücadele etmiş önderlerden, destanlara konu olan Köroğlu Ruşen de ilk Celali İsyanları’ndan biri olarak sayılmaktadır. İsyanların bir diğer temeli ise devletin, girdiği savaşların yükünü halkın üstüne yüklemesidir.

Celali İsyanları, ordunun yardımıyla geçiş güzergâhlarında yapılan “temizlik hareketi” ile bitirilmeye çalışılmış, on binlerce insan devlet eliyle (kaynaklara göre yaklaşık altmış beş bin kişidir), otoriteyi güçlendirmek üzere katledilmiştir. İsyanların bastırılmakta zorlanıldığı dönemlerde başvurulan bir diğer yöntem ise, ‘asilerin’ kellesini getirenlere veya ele geçirilmelerinde yardımcı olanlara makam, gelir getiren mansıplar verilmesi gibi teşvik yöntemleri olmuştur. Aynı zamanda rüşvet verir gibi temlik vaadinde bulunarak Celali önderlerini savaşlara gönderen Osmanlı, hepsini ilk sırada cepheye yollayarak ölümlerini izlemiştir. Mustafa Akdağ, bu süreçleri “Söz konusu büyük karışıklıklarda sanki şaşıran bu yüzden de sanki sinirleri bozulan hükümet, ya da hükümetin başına bulunanlar, devletin reayasına uygulayageldiği cezalandırma kurallarını bir kenara atmış, adalet sınırı dışına taşarak, zulüm derecesine vardırdığı haksız ve keyfi cezalandırma usullerini de uygulamaktan çekinmemişti” diyerek açıklıyor.

Tarihi ileri sararsak…

Tanzimat dönemi ve sonrası da, kötüye giden ekonomiyle birlikte, her geçen gün artan vergiler ve temel gıdalara gelen zamların sebep olduğu isyanlara sahne olmuştur. Memurların zulmü, verginin eşitsizliği, vergi toplama usullerinin kötülüğü hükümeti; kendi kol ve bacağını yiyen yılana benzetiyordu. Bunların yanı sıra, eskiden devletin içinde üretilen her şey ithal edilmeye başlanmıştı. Bunları fark eden aydınların, Tanzimat ve dolayısıyla Batıcı hareketin ‘uyduculuğuna’ karşı çıkışını bir kenara yazmak gerekiyor. Bu farkındalık ve karşıt duruş, tahmin edebileceğimiz gibi, ilerleyen dönemlerde aydınların sürgüne gönderilmesiyle, hapsedilmesiyle, boğdurulmasıyla sonuçlanmıştır. Kitaplar toplanarak yakılmış, gazeteler boş ve bembeyaz sayfalarla çıkmıştır. Basın emekçileri, faili meçhul cinayetlere kurban gitmiştir. Belli anayasal yaptırımları, padişahın yetkilerinde kısıtlamayı getiren süreçler bile baskının ortadan kalkması konusunda bir fayda sağlamamış; ilerici her hareket sönümlendirilmek, bastırılmak için türlü zulümle karşı karşıya gelmiştir.

Sona gelirken

Kamuoyundan korkulduğu için tütünün, alkolün, kahvelerin yasaklandığı, padişahın mutlak yetkileri arttıkça en küçük şüphede, ilgili kişilerin derhal öldürüldüğü, padişahların hangi hareketlerin isyan sayılacağı konusundaki geniş takdir yetkileri sonucu büyük katliamların yaşandığı, her ne kadar şeriata bağlı dense bile dinin istenilen sonucu elde etmek amacıyla rahatlıkla maniple edildiği bu siyasi süreçleri, olabildiğince özetleyerek aktarmaya çalıştık.

Burada bahsedilen olayların; tümüyle ilerici, eşitlikçi veyahut da toplumsal zeminlere sahip olduğunu elbette ki savunmuyoruz. Devletin baskıları, halkın bir kısmının diğer kısmıyla karşı karşıya gelmesine sebep olmuş ve bu karışıklıklar çözülemeyerek yerini daha çok zulme, devlet eliyle gelen katliamlara bırakmıştır. Buradan bakıldığında devlet içinde yaşanmasına rağmen tarih anlatımında kendine pek yer bulamayan büyük problemlere kısaca yer vermeye çalıştık.

Burada, İsmail Metin’den yapacağımız bir alıntı, durumun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır: “Osmanlı Devleti’nin ayakta durması korku, kan ve katliamlara dayandırılmıştı. Yetkililer de Osmanlı Devleti’nde insanların devlete karşı sevgisinin olmadığını çok iyi biliyorlardı. Halkın sevgisini göstermediği bir devletin ayakta kalması düşünülemezdi. Bunu gören Osmanlı devlet yetkilileri olabildiğince korkuya dayalı bir yönetim kurdular. Eli sopalı devlet anlayışı vatandaşın en büyük belasıydı. Zaten Osmanlı Devleti’nde yaşayan insanların birbiriyle fazla sorunları olmamıştır… Devlet içinde her yıl bir isyan bahanesi ile bir bölge halkının yok edilmesi, devlet yetkililerinin basit bahanelerle öldürülmesi bütün bu korku üzerine kurdukları yönetim biçiminin sonucudur.”

Korku, zulüm, sömürü üzerine kurulan her iktidar gibi, Osmanlı da yerini ilerici bir harekete, devrim hareketine bırakmak zorundaydı. Bugün yaşadığımız gerçeklik, başta belirttiğimiz iktidarın özelliklerini taşımaya devam ediyor. Bunu göz önünde bulundurarak diyoruz ki; bastırsalar da, sustursalar da nihai son bizim ellerimizle yeşerecek ve eşit toplumu kendi ellerimizle kuracağız.

Kaynak

Akdağ, M. (1975). Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası: “Celali İsyanlar”. Ankara: Bilgi Yayınevi.
Avcıoğlu, D. (1996). Türkiye’nin Düzeni, 1. Kitap. İstanbul: Tekin Yayınevi.
Avcıoğlu, D. (2013). Osmanlı’nın Düzeni. İstanbul: Kırmızı Kedi.
Has, A. (2019). Osmanlı Devleti’nin Siyasi, Sosyo-Ekonomik Ve Askeri Hayatına Etkileri Bağlamında Yevmlüler. Ordu: Ordu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Koç, Y. (2013). XVI. Yüzyıl Ortalarında Osmanlı İmparatorluğu’nda Suhte Olayları. Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları, 147-159.
Metin, İ. (1996). Osmanlı’nın Kanlı Tarihi. İstanbul: Ant Yayınları.
Mumcu, A. (1963). Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları.
Timur, T. (2006). Yakın Osmanlı Tarihinde Aykırı Çehreler. Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.
Uzun, E. (2009). Osmanlı Ülkesinde Görülen İsyan ve Eşkıyalık Olayları Karşısında Alınan Bazı Tedbirler Hakkında Bir Değerlendirme. TÜBAR, XXV, 190.
Werner, E. (2014). Büyük Bir Devletin Doğuşu: Osmanlılar. İstanbul: Yordam Kitap.

https://gazetemanifesto.com/2020/osmanlida-katliamlar-376507/

melnur  |  Cvp:
Cevap: 3
13.08.2020- 08:20

Açlık, yoksulluk ve Saray

Yoksullaşan halk açlık ile mücadele ederken sarayın giderleri sürekli artmaktaydı. Halka sırtını dönen saray, 1865 yılında, bu yıldaki toplam gelirinin 2,5 katı kadar borçlanmıştı.

Yüksel Yukarı

Resim Ekleme

Memleketin jeopolitik konumunun önemliliği ilkokul çağında öğrencilere öğretilir. Bu yalnızca güncel olarak değil tarihsel olarak da unutulmaması gerekilen bir bilgidir. Anadolu’nun Asya ve Avrupa kıtalarını bağlayan bir köprü niteliği taşıması Osmanlı döneminde de bir avantaj olarak özellikle iktisadi anlamda kendini gösteriyordu. Bu jeopolitik konum özellikle transit ticaret bölgesi olmakta büyük yarar sağlamıştır. Ticaret ise bir malı mümkün olduğu kadar ucuza mal edip mümkün olduğu kadar pahalıya satmaktır. Burada Osmanlı’nın kazandığı ise kendi toprağında dönen ticaretten vergi alıyor olmasıydı. Ticaretten alınan vergiye ise “bac” adı verilmekteydi. Osmanlı ekonomisi genel olarak vergiler eliyle yürümekteydi. Toplumun her kesimini kapsayacak olan vergi çeşitleri vardı. Müslüman bekar, Müslüman evli, yetişkinliğe ulaşmış gayrimüslim, domuz besleyen, toprağını eken veya ekmeyen, gayrimüslim olduğu için askere alınmadığından dolayı vergi alınan gibi birçok vergi çeşidi mevcuttu. Bunun yanında fethedilen topraklardaki zenginlikler de gelir sayılıyor. Örneğin Fatih’in İstanbul’u fethetmesinden sonra Bizans’ın tüm zenginliğine el konulmuştur. Bu tabii ki de döneme göre normal sayılmalıdır.

Coğrafi keşifler sonrası karadaki ticaret yollarının önemini yitirmesiyle birlikte Osmanlı’da ekonomik çöküş başladı. Yalnızca buralardan alınan vergilerin azalması nedeniyle değil, keşifler sonucu bollaşan gümüş, Osmanlı akçesinin değerini her geçen gün düşürmekteydi. Döneminde değerli madenlerden yapılan paraların büyüklüğü ve kalınlığı devletin gücünü göstermekteydi. 16. Yüzyılda ise Osmanlı Akçe’si hem ince hem de eski akçenin dörde bölünmüş halindeydi. Bu tablo Osmanlı’nın ekonomik olarak tükenmişliğinin göstergesiydi ve akçe değerinin düşmesi Osmanlı topraklarında yaşayan halkın alım gücünü düşürmekteydi. Yalnızca coğrafi keşifler değil, Osmanlı’nın bir önemli gelir kapısı olan toprak ise 1699 yılında yapılan Karlofça anlaşması ile resmen kapandı. Gerileme döneminin etkisi ve büyük toprak kayıpları ile karşı karşıya kalan Osmanlı, çareyi vergileri arttırmakta buldu.

Yoksullaşan halk açlık ile mücadele ederken sarayın giderleri sürekli artmaktaydı. Halka sırtını dönen saray, 1865 yılında, bu yıldaki toplam gelirinin 2,5 katı kadar borçlanmıştı. Açlıktan dolayı oluşan ölümlerin büyüklüğünü anlamak için Türk Ziraat Tarihine Bakış isimli kitaba bakabiliriz. Kitapta yazılana göre, Ankara’nın Keskin kazasında yaşayan 52000 kişiden 20000 kişi açlıktan ölüyor ve 7000 kişi yer değiştiriyor. Ancak bu ölümler sarayın pek gündemine girmiyor olacak ki lüks yaşantı devam ediyordu. Dolayısıyla 17. Yüzyılda Osmanlı bütçe açığı vermeye başlıyor. Bütçe açıkları ile toprak kayıpları zamanla artıyor. Bu dönemde de vergi oranları arttırılıyor. Sadece savaş dönemi alınan imdadiye vergisi gibi olağanüstü dönemlerde alınan vergiler sürekli alınmaya başlanıyor. Artık para basacak kadar madeni olmayan Osmanlı, halkın elindeki altın ve gümüş eşyaları devlete satmaya mecbur kılıyor ve Şeyhülislam tam da bu dönem “altın ve gümüş eşya kullanmak haramdır” diye fetva veriyor. Yine de dış borçlarını kapatmakta zorluk çeken Osmanlı, özellikle bugünlerde çokça övülen 2. Abdülhamid önderliğinde Düyun-u Umumiye kurumunu açtı. Burada Osmanlı’nın en çok borcu olduğu İngiltere ve Fransa tarafından kontrol ediliyordu. Ancak yetkili ülkeler; İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya, Avusturya-Macaristan olarak sıralanıyordu. İktisadi bağımsızlığını kendi elleriyle teslim eden Osmanlı, neredeyse tek gelir kalemi olan vergilerin kontrolünü bu kuruma bırakmıştı.

Bebek sanayileri koruma yasası ile sanayisini devletçilik ile büyüten batı ülkeleri (İngiltere vb.) Osmanlı’dan aldığı ticari hakları geliştiriyor ve Osmanlı pazarını İngiliz malları ile dolduruyordu. Üstelik yerli tüccardan alınan %8 vergi dönemin İngiliz tüccarları için muaf tutuluyordu. Özellikle İngiltere açısından tekstil ön plana çıkıyordu. İngiliz tekstili 19. Yüzyılda dünyada Hint tekstilinin önüne geçiyordu. 19. Yüzyılın başında tekstilde kendi kendine yeten Osmanlı ise bir yüzyıl sonra %80-90 oranında ithal mal kullanıyordu (Boratav, 2009). Bu oranlar çağdaş bir Osmanlı sanayi fikriyatından uzak olunduğunun göstergesiydi. Ekonomideki tek olumsuzluk sanayide geri kalmışlık olmamakla birlikte asıl sorun dış borçlardı. Modern Türkiye isimli kitabında Eliot Grinnell Mears dış borç hakkında “Yabancı sermayenin etki alanının Osmanlı İmparatorluğu’ndan daha geniş olduğu bağımsız bir devlet herhalde yoktur. Bu miras, sadece ekonomik girişimleri ilgilendirmekle kalmaz, Türkiye’nin politik ve toplumsal hayatının tümüne etkilerini yayar… Eski Osmanlı İmparatorluğu, şaşılacak derecede dış mali çıkarlara ipotek edilmiş durumda idi.” diyordu.

19. Yüzyıl saray mutfağına baktığımızda tüm bu sorunlardan sarayın kendini ne kadar uzak tuttuğunu görebiliriz. Mutfaktaki malzemeler padişahların lüzumsuz harcamaları ile dolu. Özellikle fındık, badem, çam fıstığı, şam fıstığı, üç farklı çeşit üzüm, razzaki… Bolca kullanılan bu malzemeler borça yürüyen bir ülke için oldukça iddialı. Özellikle bir meyvenin üç farklı çeşidini yemek büyük bir lüks. Bunun yanında ananas, kivi gibi egzotik meyveler de Osmanlı mutfağında yerini almaktaydı. Özellikle kıtlık döneminde halkın yedikleri ise 12 Mayıs 1874’te Ankara Basiret Gazetesi’ne gönderilen bir mektupta şöyle yazıyordu: “24 saatte bir defa arpa unundan bir bulamaç içiyoruz. Bu da bitmek üzere… Öküz ve diğer hayvanların hepsi telef oldu. Çoluk çocukların ekmek diye feryat etmelerine tahammül etmek mümkün değil.”. Burada anlaşıldığı üzere Osmanlı gelir eşitsizliği en yüksek düzeyde. Bu gelir eşitsizliğini düzenlemek için yapılan hiçbir adım yok. Sürekli para basmak için çırpınan 500 yıllık devlet aklı nedense mutfağından ve lüks yaşamından kısmıyordu.

Günümüzde sıkça gücü ile gündeme gelen Osmanlı, cumhuriyete açlık, kıtlık, finansal kriz, borç yükü miras bırakmıştır. Sovyetler Birliği’nin ülkemizde karşılıksız kurduğu fabrikalar ile genç cumhuriyet mümkün olandan fazlaca kalkınmış, yine Sovyetler Birliği’nin mühendisleri sayesinde nitelikli eleman ihtiyacını karşılanmıştır. Günümüzde ise SSCB dağılmış, 2. Cumhuriyet yerini hazırlamış, fabrikalar peşkeş çekilmiş, nitelikli iş gücü yurt dışına kaçmıştır. Gündemimiz ise hala Osmanlı saray mutfağındaki üzümler gibi: Ejder meyveli smoothie.

https://gazetemanifesto.com/2020/pusula-aclik-yoksulluk-ve-saray-376508/

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]