Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Türkiye Devrim Tarihi

Osmanlı: Mitler ve gerçekler

Osmanlı kimliği, hanedanlığın, baskının, hukuksuzluğun, katliamların, sömürünün, zorun kimliği olarak karşımıza çıkıyor. Osmanlı miti ile Osmanlı gerçekliği arasında büyük farklar bulunuyor.

Resim Ekleme

Bu haftaki konumuzu Osmanlı’ya ayırdık. Bugün yaratılan Osmanlı kimliği ile tarihi olgularla karşımıza çıkan Osmanlı kimliği arasındaki açıya dokunmak istedik. Yaratılmak istenen Osmanlı miti ile gerçeklik arasındaki derin uçurum, bugün İslamcı ve Türkçü ideologların ayaklarını basamayacakları bir çukura denk düşüyor.

Türkiye tarihini ve geleceğini yeni-Osmanlıcılık üzerinden şekillendirmek isteyenler, asli-Osmanlı kimliğine baktıkça büyük bir çelişki ve çıkmazla karşı karşıyalar. Osmanlı kimliği, hanedanlığın, baskının, hukuksuzluğun, katliamların, sömürünün, zorun kimliği olarak karşımıza çıkıyor. Osmanlı miti ile Osmanlı gerçekliği arasında büyük farklar bulunuyor.

İlk yazımız Ahmet Aydın tarafından kaleme alınan “Osmanlı’da yönetme biçimi olarak hanedan katliamları” başlıklı yazı. İkinci yazımız ise “Menderes’e ağlayıp ”şanlı tarihe” bakamamak” başlığını taşıyor. Mir Güney Kartal tarafından yazılan bu yazı demokrasi havarisi kesilen İslamcı ve Osmanlıcıların tarihine ışık tutuyor. Vedat Altan tarafından yazılan üçüncü yazımızın başlığı ise “Osmanlı iktidarında küçük çatlak yaratanlar: Şeyhülislam idamları“. Ve son yazımız Kaan Kavuşan tarafından kaleme alınan “Padişahlar, içki ve İslamcıların mit inşası üzerine” başlığını taşıyor.

https://gazetemanifesto.com/2020/pusula-osmanli-mitler-ve-gercekler-407089/

melnur  |  Cvp:
Cevap: 1
22.12.2020- 05:11

Osmanlı'da yönetme biçimi olarak hanedan katliamları

Osmanlının kardeş katline cevaz veren devlet yönetim sistemini kendine miras edinen sağcılığın, siyasal İslamcı ve Osmanlıcı anlayışın bugün 'demokrasi' nutukları atması büyük bir gaflettir. Osmanlıdan devralınabilecek tek miras otoriter, baskıcı, monarşik bir anlayıştır. Bu anlayış bugün kendisini başkanlık sistemi ile ifade etmektedir.

Resim Ekleme

Ahmet Aydın

Kardeş katli Osmanlılarda ‘adet-i kadime’ sayılır, Osmanlı İmparatorluğu’nun 600 yıllık tarihinde çok sayıda hanedan katliamına tanık olunmuştur. Taht kavgasında kardeş katli meşru sayılmış, iktidar adayı olabileceği düşünülen çocuk yaştaki şehzadeler dahi öldürülmüştür.

Bugünden Osmanlı tarihine bakan siyasal İslamcıların, sağcıların, Yeni-Osmanlıcıların öykünecek yanları öne çıkarmaları ya da tapınacak bir şey bulmaları siyasi tercihlerine içkindir. Oysa ‘Tarihin Saklanan Yüzü’ Osmanlının bugün öykünecek bir yanının bulunmadığını gösteren yüzlerce örnek barındırmaktadır.

Osmanlı hanedanlığının 600 yıllık iktidarında çok sayıda şehzade (61 olduğu söylenir) ve padişah kanlı bir şekilde tahtan indirilmiş veya tahta çıkması engellenmiştir. Bunun meşruiyeti ise kardeş kavgalarından çıkacak karmaşanın daha fazla insanın ölmesine neden olacağı üzerinden sağlanmaya çalışılıyor. Ancak tarihin gelişiminden de görüyoruz ki hem kardeş kavgaları hem katliamlar devam etmiş, taht kavgalarının yarattığı iç kargaşa da engellenememiştir.

Bunlar artık gün yüzüne çıkmış gerçeklerdir; bizim amacımız Osmanlıya öykünen ve buradan bir gelecek vizyonu kurmaya çalışan siyasal İslamcı AKP iktidarının ve bilumum sağcının tarihi çarpıtma çabalarına karşı gerçekleri bir kez daha hatırlatmaktır.

İlk siyasi cinayet Osman beyin kendi amcası (Ertuğrul Beyin kardeşi) Dündar beyi 90 yaşında olmasına rağmen kendisine rakip olarak görüp öldürmesidir.

Kimi kaynaklara göre I. Murat’ın iki kardeşini (Halil ve İbrahim) öldürttüğü ve oğlu Savcı beyi gözlerini kızgın demir ile kör ettikten sonra idam ettirmesi Osmanlı döneminde ilk kardeş katliamıdır. Üstelik kardeşlerden birinin I. Murat’tan büyük olması saltanatın nasıl yönetileceği konusunda belirgin, kayda geçmiş bir usulün olmadığını da gösterir.*

Osmanlılarda sırf saltanata rakip olduğu düşüncesi ile bir diğer kardeş katli 1389’da I. Murat’ın Kosova Savaş Meydanı’nda öldürülmesi akabinde gerçekleşti. Hemen orada I. Murat’ın oğlu I. Bayezid tahta çıkarıldı ve kardeşi Yakup savaş meydanında idam edildi.

Kardeş katli yasallaşıyor!

Osmanlı’da kardeş katli Fatih Sultan Mehmed ile farklı bir boyut kazanmıştır. Fatih Sultan Mehmed tahta çıkar çıkmaz çocuk yaştaki kardeşi Ahmed’i boğdurdu. Sonuçta ilk defa Fatih Sultan Mehmed normal koşullar altında herhangi bir ‘potansiyel tehlike’ bulunmamasına rağmen suçsuz olan kardeşini idam ettirmiş ve Kanunname‘sine kardeş katli maddesini koydurmuştur.

Fatih’in Kanunnamesi‘sindeki madde aynen şöyle: ‘Ve her kimseye evladımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizam-ı alem için katletmek münasiptir. Ekser ulema dahi tecviz etmiştir, anınla amil olalar’

Kanunname saltanatın padişah çocuklarından hangisine geçeceğini belirtmiyor, egemenliğin herhangi bir biçimde ele geçirilmesini fiili durum olarak yorumluyor, meşru görüyor. İkincisi katletme fiilini nizam-ı alem için yani toplumun düzeni için uygun görüyor. Sarayın düzeni toplumun refahı olarak dayatılıyor. Kanunname kardeş katliamını uygun, yakışır ve yerinde biçiminde anlamlandırıyor.

Şeriata saygısı ve bağlılığını bildiğimiz Fatih Sultan Mehmed katletme fiilini, bunun şeri-hukuki dayanağını ulemaya danışıyor. Burada ulemanın hepsi değil, çoğu buna tecviz ediyor, müsaade ediyor, serbest bırakıyor.

Ahmed’i idam eden Fatih, bir devlet Kanunnamesi düzenlerken ‘kardeş katli’ maddesini bu kanunnameye eklemiş, aynı zamanda o anda bir tehlike arz etmeyen bir masumu katletme fiilini haklı gösterme çabası içerisine girmiştir.

Bu Kanunname hazırlanırken, büyük ihtimalle kaleme alan kişinin veziriazam Karamani Mehmed Paşa olduğunu görüyoruz. Karamani Mehmed Paşa tarihinde Yıldırım Beyazıd tarafından Yakup’un savaş meydanında ordu komutanlığı yaparken katledilmesini onayladığını biliyoruz. Tarihin garip bir cilvesidir: I. Beyazıt sonrası kardeş kavgası yüzünden II. Beyazıt yandaşları tarafından, Yeniçeri tarafından linç edilerek öldürülen ilk veziriazam da aynı Karamani Mehmet Paşadır.

Oğul katletmek konusunda da ‘Muhteşem’ Süleyman!

Şehzade Mustafa boğulurken babası Kanuni Sultan Süleyman da aynı çadırın içinde bir perdenin gerisinde olanları izliyor muydu bilmiyoruz. Ancak hemen ardından dedesinin emri ile Mustafa’nın tek oğlunun da ana kucağından alınıp boğdurulduğunu biliyoruz.

1300’den 1566’ya kadar saltanat sürmüş on padişah içerisinde Sultan Süleyman, oğlu Savcı Beyi öldüren I. Murat’tan sonra, evladını hatta iki evladını idam ettiren ikinci padişah olmuştur, torunu unutmadan…

III. Murat Osmanlı tarihinde önemli rekorlara sahipti. Tarihçilere göre 104 veya 114 çocuğu olduğu söylenir. Başka bir rekoru kardeş katlinde de kırmıştır. 5 kardeşini ve 2 üvey kardeşini iktidarına göz koyarlar diye öldürtmüştü.

III. Murat ve III. Mehmed sancakbeyliğinden İstanbul’a rakipsiz olarak tahta geçtiler, ama saraydaki kardeşlerini toptan katlettiler. Masumların bazıları ana kucağından dilsizler tarafından koparılarak cellatlara teslim edildi.

Nizam-ı Alem için yapılan bu katliam karşısında halkın tepkisi yeni bir usulün ortaya çıkmasına neden oldu. Bu tarihten itibaren sultanın kardeşlerinin haremde bir odada hapis tutulduğu Kafes Yöntemi ortaya çıktı. III. Mehmet’in oğlu Ahmed sancağa gönderilmemiş, sarayda “kafes”te tutulmuştu. Bundan sonra Osmanlı tahtına çıkacak sultanlar hep haremde özel bir dairede tutulacak, bunun sonucu deneyimsiz, zayıf iradeli, psikolojik sorunları olan şehzadeler kafesten alınıp tahta oturtulacaktı.

Ahmed’in bir çocuğu yoktu, daha 14 yaşındaydı, tek kardeşi Mustafa’nın katline müsaade etmediler. Maazallah Mustafa katledilseydi Osmanlı hanedanının sonu gelmiş olacaktı. Hastalıklı olan Mustafa’ya da taht üzerinde hak iddiası gerçekçi değildi. İşte tüm bu koşullar altında kardeş katli geleneği uygulanmadı. III. Mehmed’in erkek kardeşlerini (tam 19 kardeşini) büyük küçük demeden bir gecede katletmesinin artık halk arasında da büyük tepki uyandırmasının bu kararda etkili olduğu söylenir.

Osmanlı hanedanı I. Ahmed’in oğullarıyla devam edecekti. Bundan sonra büyük kardeşin tahta çıkması usulü bir saltanat veraseti yöntem olarak seçildi. Adına Ekberiyyet dediler, yerleşmiş bir adet olarak kaldı sadece, Ekberiyyet sonrası da kardeş katli devam etti.

Osmanlının kardeş katline cevaz veren devlet yönetim sistemini kendine miras edinen sağcılığın, siyasal İslamcı ve Osmanlıcı anlayışın bugün ‘demokrasi’ nutukları atması büyük bir gaflettir. Osmanlıdan devralınabilecek tek miras otoriter, baskıcı, monarşik bir anlayıştır. Bu anlayış bugün kendisini başkanlık sistemi ile ifade etmektedir.

Sonuç olarak bugün yeni-Osmanlıcılık üzerinden geleceği inşa etmeye çalışan siyasi anlayış tarihi gerçekleri çarpıtmaktadır. Cumhuriyet düşmanlığını askeri vesayet üzerinden şekillendiren AKP ve şürekası Menderes’i demokrasi kahramanı ilan ederken, öykündükleri Osmanlı düzenindeki katliamları ise yok saymaktadırlar.

Tarihi bilimsel yöntemler ile değerlendirmek gerekir, her toplumsal süreci kendi tarihselliğinde değerlendirmek de gerekir. Osmanlı tarihi de materyalist tarih anlayışına tabi tutulup kendi tarihsel koşulları içerisinde ayrı bir değerlendirmeye tabi tutulabilir. Ancak, bu tarihten bir güzelleme ve öykünme çıkarmak, tarihi ters yüz etmektir, gericiliktir.

Son alarak Tevfik Fikret’in Tarih-i Kadim’esine kulak verelim:

Kahramanlık… Esası kan, vahşet;
Kes, kopar, kır, sürekli ez, yak, yık;
Ne ‘Aman’ bil, ne ‘Ah’ işit, ne ‘Yazık’;
Geçtiğin yer ölüm, elem dolsun;
Ne ekinden eser, ne ot, ne yosun;
Sönsün evler, sürünsün aileler;
Kalmasın hırpalanmadık bir yer;
Her ocak benzesin mezar taşına;
Damlar insin yetimler başına;
Bu ne vicadgüdaz şenia, ne ar;
Yere geç sadvetinle ey serdar…

Yararlanılan kaynaklar:
1) Tarihin Saklanan Yüzü-Çetin Altan-Afa Yayınları
2) Devlet-i Aliyye- Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-Cilt 1 ve 2- Halil İnalcık-Türkiye İş Bankası Yayınlar

https://gazetemanifesto.com/2020/pusula-osmanlida-yonetme-bicimi-olarak-hanedan-katliamlari-407090/

melnur  |  Cvp:
Cevap: 2
22.12.2020- 05:13

Menderes'e ağlayıp ''şanlı tarihe'' bakamamak

Osmanlıda vezirlerin hazin sonu; Menderes'e ağlayıp ''şanlı tarihe'' bakamamak

Resim Ekleme

Mir Güney Kartal

Yeni Osmanlıcı-siyasal İslamcı-sağcı gelenek, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan çöküşüne uzanan serüvenine baktığında yedi cihana ve yüzyıllara yayılan saadet ve kudret dolu bir “tarih” görmekte ve bu fotoğrafı bir ayrıcalık olarak sunmaktadır.

Öncelikle adeta bir gözü kapalı ve “özenle” seçmeye odaklı bu ”tarihsel bakış” açısının ideolojik bir temele yaslandığını belirtmek gerekir. Bir ayrıcalık kaynağı olarak gururla sunulan bu “tarih” anlatısı, bugün yeniden kurulan saraylar da bir anlatı olmanın ötesine geçip göstere göstere yaşanılan bir saadet tablosuna dönüşmüştür. Hatta “güçlü devleti” sembolize ettiği iddiasıyla sarayda oluşan bu saadet ve kudret tablosu halkın bir bölümü tarafından kutsanabilmektedir. Çünkü artık karşımızda belli bir ölçeğe sahip olan ve on sekiz yıldır yurttaş olma bilincinden uzaklaştırılıp yeniden kula dönüştürülmüş bir insan topluluğu bulunmaktadır.

Sembollere, fetihlere, yedi düvele karşı verilen savaşların başarı öykülerine dayalı bu ‘’tarih’’ yazımı, siyasal İslamcı-sağcı cenahın toplumsal algıyı dizayn etme konusunda ki en önemli argümanlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Siyasal İslamcıların “ecdatları”, Osmanlı İmparatorluğu boyunca iktidarın tek egemen gücü olurken, kendileriyse özellikle 1950 sonrası ya doğrudan iktidarda oldular ya da iktidar ortağı olarak devlet bürokrasisi ve aygıtlarında onlarca yıl görev aldılar. 12 Eylül faşist darbesinin bir ürünü olarak 2002’de iktidara gelen AKP, dünden bugüne eline geçen tüm olanakları kullanan, yargı, eğitim, sağlık, kolluk, akademi ve devlet bürokrasisinde kadrolaşan ve her kurumu çıkarlarına göre örgütlemeyi başa yazan bir siyasi parti olarak iktidarını sürdürmektedir.

Bugün AKP’de cisimleşmiş olan İslamcı sembolleri öne çıkaran fetihçi tarih anlatısı, reklam arası olarak adlandırılan Cumhuriyetin 97 yıllık “düşünsel hakimiyetinin” önüne geçerek Osmanlı tarihini yücelten, milli gurur ve şevk duygularını doruklara çıkaran ve sonuna kadar kullanılacak olan bir enstrüman olmaya devam etmektedir.

Bunca olanağa rağmen bazen siyasette yaşanan sıkışma anlarında şişirilerek anlatılan bu “tarih” bile kurtarıcı olamamaktadır. Bu durumda devreye yine bu geleneğin bir başka temel özelliği girmektedir. Bu özellik sıkışmanın aşılamaması durumunda mağdur rolüne bürünmesidir. Yaşanan siyasi ve ekonomik krizler, vesayetten, türban zulmünden, darbelerden, dış güçlerden, hainlerden ve kandırılmaktan yakasını kurtaramayan bir iktidar “anlatısıyla” toplum zihnine nakşedilmekte, sorunlar aşılmaya çalışılmaktadır.

Bugün AKP, siyasal İslamcı geleneğin ideolojik alanda yürüttüğü propaganda çalışmasının en başarılı temsilcisi olmaya devam ederken, farklı siyasal gündemlerde ihtiyaca göre elindeki “mağduriyet” setinde bulunan argümanlardan bir veya birkaçını hızlıca devreye sokarak zedelenen meşruiyetini veya gücünü konsolide etme yoluna başvurmaktadır. Bu “mağduriyet” setinden bazı örneklere yukarıda değinmiştik. Övünülen ecdadın tarihine bakarken kapatılan gözün görmek istemediği gerçeklere ışık tutmak için ise birine özellikle değinmek gerekir.

Gerçekler ters yüz edilerek yazılan bu “mağduriyet tarihi” içinde idam konusu başlı başına ele alınmalıdır. Birçok başlıkta olduğu gibi bu başlıkta da ikiyüzlü, kendine yontan ve buradan mazlumlar tarihi yazmayı amaçlayan bir siyaset tarzı karşımıza çıkmaktadır. Örneğin; 27 Mayıs 1960 sonrası Yassıada Mahkemeleri’nde idamlarına karar verilen Eski Başbakan Adnan Menderes ile eski Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve eski Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın yargılanmalarını hükümsüz kılacak bir yasa teklifi, TBMM Anayasa Komisyonu’nda oy birliğiyle kabul edilirken, 12 Mart 1971 ile 12 Eylül 1980 askeri darbesi yargılamalarının da hükümsüz sayılmasını ve Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ile Hüseyin İnan’ın “itibarlarının geri kazandırılmasını” talep eden önerge AKP ve MHP oylarıyla reddedilebilmektedir.

Bu örnekte görüldüğü gibi, bugün AKP ve MHP’nin başını çektiği Osmanlıcı-sağcı siyaset, bir yandan idam konusunda mağdur rolüne bürünüp “gözyaşı” dökerken öte yandan özellikle seçim mitinglerinde ellerinde urgan ile kalabalıklara idam cezasının yasalaşacağını propaganda etmekte, düşman bellediklerini bu yolla da tehdit etmeye çalışmaktadır.

Adnan Menderes örneği üzerinden yüzlerce yıllık karanlık bir tarih hasıraltı edilmeye çalışılmaktadır. Osmanlı hanedanlığının kardeş ve şehzade katlinden başlayıp vezir-i azamlara kadar uzanan karanlık yüzünü ve gizlenen tarihi gerçekleri bu yazının sınırları çerçevesinde hasıraltından çıkarıp mirasçılarının suratına çarpmak boynumuzun borcudur.

Kuruluş’tan başlamak gerekir. Çünkü imparatorluğa giden yol daha ilk yıllarından itibaren kanla döşenmeye başlanmıştır. 1299 yılında Osman Gazi tarafından bir beylik olarak kurulan, otuz altıncı ve son sultanı Vahdettin’in işgalci İngilizlerin zırhlısına binip kaçtığı 1922 yılına kadar geçen 623 yıllık kanlı Osmanlı tarihine sadece idam edilen vezir-i azamlar penceresinden bakmak bile yeterlidir.

Bu pencereden bakıldığında görünen; dehşet dolu kanlı cinayetler, kopan kelleler ve kaypaklıklardır.

Osmanlı tarihi, yüzlerce yıl süren monarşik bir iktidar için bile normal sayılamayacak ölçüde kanlı bir tarihe sahiptir. Bırakın Vezir-i azamları, padişahların, şehzadelerin ve sultanların bir sonraki güne güvenle uyanıp uyanamayacağını bilemediği karanlık bir tarih…

Padişahların taht uğruna gözünü kırpmadan kardeşlerini, şehzadeleri boğdurduğu, entrikaların ve darbelerin eksik olmadığı bir korku imparatorluğunun ne yapılsa gizlenemeyecek olan kanlı yüzü, bu tarihi çarpıtma veya parlatma derdinde olanların suratını ekşitmeye devam edecektir.

Altı yüz yirmi üç yıllık Osmanlı tarihi boyunca toplam 36 padişah tahta çıkmış, bunlardan 13 tanesi zorla tahttan indirilmiş, çoğu katledilmiştir. Bu padişahlar, dünya tarihi açısından da en çok vezir-i azam ya da bugünkü tanımıyla başbakan öldürtmüş padişahlardır. Osmanlı tarihi boyunca toplam yüz seksen iki vezir-i azam görev almış, bunlardan kırk dördü üç yüz altmış sekiz yıl içinde imparatorluğun cellatları tarafından katledilmişlerdir.

Darbe ve darbecilerin eksik olmadığı bu kanlı tarihin seceresine biraz daha yakından bakalım…

1 Haziran 1453 tarihinde Bizans casusluğuyla suçlanarak katledilen ilk vezir-i azam Çandarlı Halil Paşa olurken 1821 yılında Yunanlı isyancılara casusluk yapmakla suçlanıp katledilen son vezir-i azam ise Benderli Ali Paşa olmuştur.

Boğdurarak öldürttüğü Çandarlı Halil Paşa yirmi dört yıllık vezir-i azam iken kendisi yirmi iki yaşında olan Fatih Sultan Mehmet, 1470 yılında Rum Mehmet Paşayı, 1474’de Mahmut Paşayı boğdurarak öldürtmüştür. İlk üç vezir-i azam Fatih’in ‘’adaletinden’’ nasibini almıştır.

Fatih’in oğlu II.Beyazıt, Gedik Ahmet Paşa’yı 1842’de boğdurmuştur. II.Beyazıt’ın oğlu I.Yavuz Selim babasından daha da gaddar olmuş ve tahtta olduğu süre boyunca görevlendirdiği altı vezir’den üçünü öldürtmüştür. 1512’de Koca Mustafa Paşa, 1515’te ise Ahmet Paşa bizzat I.Yavuz Selim tarafından hançerlenir ölmeyince daha sonra cellatlar tarafından kafası kesilir. I.Yavuz Selim’in 1517 yılında kafasını kestirerek öldürttüğü ve üç gün yanında taşıdığı kesik başın sahibi ise vezir-i azam Yunus Paşa olmuştur. Yunus Paşa I.Yavuz Selim’in öldürttüğü üçüncü, imparatorluğun ise yedinci vezir-i azamı olarak kayıtlara geçmiştir.

On dokuz yıl aradan sonra 1536’da Kanuni Sultan Süleyman tarafından yatağında uyurken boğdurulan sekizinci vezir-i azam “Pargalı” İbrahim Paşa olur. Kanuni Sultan Süleyman 1555 yılında ise dokuzuncu vezir-i azamı Kara Ahmet Paşa’yı boğdurarak idam etmiştir.

Vezir-i azam cinayetleri kırk yıl aradan sonra yine başlar.1595’te III.Mehmet, Ferhat Paşa’yı boğdurarak öldürtür. Ferhat paşa katledilen onuncu vezir olarak tarihe geçer. III.Mehmet padişahların en gaddarlarındandır. Sadece vezirlerini değil tam 9 erkek kardeşini, oğlu şehzade Mahmut ve onun annesini de boğdurmuştur. 1598’de Hadım Hasan Paşa, 1603’te ise Yemişçi Hasan Paşa’yı boğdurmuştur. I.Ahmet 1603 yılında tahta kurulduktan sonra 1606’da Derviş Paşa’yı, 1614’te Nasuh paşa’yı öldürtmüştür.

IV.Murat 1624-1639 yılları arasında sırasıyla Mere Hüseyin Paşa, Kemankeş Kara Ali Paşa, Gürcü Mehmet Paşa, Boşnak Hüsrev Paşa, Topal Recep Paşa, Tabanıyassı Mehmet Paşa olmak üzere tam altı vezir-i azam idam ettirmiştir. Bu açıdan tüm padişahlara rahmet okutup III.Mehmetin rekorunu egale etmiştir.

Gelelim Deli İbrahim’e… Deli İbrahim, 1644’te Kemankeş Kara Mustafa Paşa’yı, 1647’de Salih Paşa’yı idam ettirmiş ve idam edilen vezir-i azam sayısını yirmi iki’ye çıkarmıştır. Zorla tahttan indirilen Deli İbrahim’in yerine oğlu IV.Mehmet geçmiş ve tıpkı IV.Murat gibi altı veziri idam ettirmiştir. 1649-1687 yılları arasında sırasıyla Sofu Mehmet Paşa, Torhoncu Ahmet Paşa, İbşir Paşa, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Kara İbrahim Paşa ve Sarı Süleyman Paşa’yı öldürtmüş, katledilen toplam vezir-i azam sayısını yirmi sekize yükseltmiştir. İktidarının otuz dokuzuncu yılında zorla tahttan indirilmiştir.

Yerine geçen kardeşi II.Süleyman sadece bir veziri, 1690 yılında İsmail Paşa’yı kafasını kestirerek idam ettirmiştir. İsmail Paşa’nın bedeni Rodos’a gömülür, başı İstanbul’a getirilir. 1691’de tahta geçen II.Ahmet 1693’te Arabacı Ali Paşa’yı boğdurur.1695’te tahta oturan II.Mustafa öncelikle 1685’te Sürmeli Ali Paşa’yı, 1703’te ise Daltaban Mustafa Paşa’yı idam ettirir.

Yirmi yedi yıl süren III.Ahmet dönemindeyse toplam beş vezir idam edilir. İlki 1711’de Çorlulu Ali Paşa olur. 1712’de Gürcü Yusuf Paşa, 1713’te Hoca İbrahim Paşa, 1715’te Silahtar Süleyman Paşa ve 1730’da Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın katline ferman vermiştir. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa idam edilen vezir-i azam’ların otuz yedincisi olmuştur.

1730 yılında tahta geçen I.Mahmut vezir-i azamı Kabakulak İbrahim Paşa’yı boğdurtmuş ve başını kestirmiştir. I.Mahmut’un kardeşi III.Osman’da üç yıl süren iktidarında (1754-1757) vezir-i azamı Bıyıklı Ali Paşa’yı 1755’te öldürtmüştür. III.Osman’dan sonra on yedi yıl tahtta (1757-1774) kalan III.Mustafa, katledilen kırk ve kırk birinci vezir-i azamların celladı olur. 1765 yılında Bahri Mustafa Paşa’yı, 1769 yılında ise Yağlıkçızade Emin Mehmet Paşa’yı boğdurur.

Osmanlı tarihinin kanlı sayfalarının son yaprakları I. Abdülhamit’in 1788’de Halil Hamit Paşa’yı, III. Selim’in 1791’de Rusçuklu Şerif Hasan Paşa’yı, II. Mahmut’un 1821’de Benderli Ali Paşa’yı infaz etmesiyle yazılmıştır.

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız Osmanlı tarihinin bu dehşet verici yüzü, bugünün ‘’mazlum’’ ve ‘‘mağdur’’ tarih yazıcıları tarafından günümüzde de sıklıkla başvurup gerekçelendirdikleri ‘’iç ve dış düşman’’ söylemiyle açıklanmaya ya da ters yüz edilmeye çalışılmaktadır. Çok sıkıştıklarındaysa bugün olduğu gibi dünde saray entrikalarıyla ‘’kandırılmış’’ efendilerini kutsamaya girişmektedirler.

Osmanlı hanedanlığı sadece katledilen vezir-i azamlarıyla değil, kardeş ve evlat katliamlarıyla, iç çekişmelerle, saray içi oyunlarla, yoksul halk üzerinde kurulan tahakküm ve zulümle, içeride halk isyanlarıyla dolu bir tarihin bakiyesi olarak Cumhuriyet’e büyük bölümü işgal edilmiş, açlık ve yokluk içinde bir ülke bırakmıştır.

İnsanlık tarihi sınıflar mücadelesinin kaçınılmaz sonuçları ile yazılmıştır. Krallıklar, imparatorluklar, çarlıklar, eşitsizliğin, yoksulluğun, sömürünün ve zulmün kader olmadığını bilen ve bu bilinci örgütlü kılan büyük insanlığın mücadelesiyle yıkılmıştır. Günümüzün iktidar ortaklığı temsil ettiği düzenin selametinin kendi siyasi selameti anlamına geldiğini çok iyi bilmektedir. Bu açıdan burjuvazinin çıkarlarını korumakla yetinmeyen o çıkarları daha da genişleten ‘’özel’’ bir özne olarak çalışmaya devam etmektedir. Bunu yaparken de en başta değindiğimiz gibi özellikle çeşitli kriz başlıklarında toplumsal algıyı şekillendirme ve taraftar toplama çabasına devam edecektir.

Biz Komünistler ise Adnan Menderes’in idamı üzerinden yaratmaya çalıştıkları mağdur ve mazlum maskesini düşürmekle kalmayacak, günümüzün sömürücü hükümdarlarını, işbirlikçilerini ve din bezirgânlarını birlikte yazdıkları ve ait oldukları kanlı tarihin çöplüğüne göndereceğiz.

https://gazetemanifesto.com/2020/pusula-menderese-aglayip-sanli-tarihe-bakamamak-407092/

melnur  |  Cvp:
Cevap: 3
22.12.2020- 05:20

Osmanlı iktidarında küçük çatlak yaratanlar: Şeyhülislam idamları

3 şeyhülislam infazlarında ortak olan süreç iktidar ile bir şekilde sürtüşmeye girmiş olmalarıdır. İktibas hayalleri ya da daha iyi bir devlet yönetimi tarifleri çok öne çıkarılmasa da sınıflarını korumak bütün şeyhülislamda ön plandadır.

Resim Ekleme

Vedat Altan

Osmanlı’nın yönetiminde din ağırlığının olduğu bilinen bir gerçek, devlet yönetiminin dışına çıkanların ya da yerine vekalet etmeye çalışanların sonu ise benzer olmuştur; infaz. Bu davranış kalıbı sadece askerler için değil dini yönetiminde üst kademede bulunanlar için de benzer sonuçlar doğurmuştur. İktidar zirvelerinde rüzgârların sert estiği dönemlerde infazı gerçekleştirilen 3 şeyhülislam bunlara iyi bir örnektir. Bu kaygan zeminde kalabilmek kolay bir iş değildir.

Şeyhülislam kavramsal tanımı Osmanlı Devleti zamanında dini konularda en yüksek yetkiye sahip devlet görevlisi olması ile tarif edilir. Gerektiği zaman dini sorunlarla ilgili görüşlerini fetva yayınlayarak açıklarlardı. 1424-1922 yılları arasında 131 şahsiyet şeyhülislam olarak 175 defa da bu makama tayin edilmişlerdir. İçlerinde en fazla Ebussuud Efendi 29 yılla en fazla zaman; Memikzade Mustafa Efendi de 13 saatle en az bu makamda kalan şeyhülislamdır. 131 şeyhülislamın hepsi Türk asıllı değildir. Türk olmayan şeyhülislam sayısı ise 9’dur. (Arap, Bosnalı Gürcü, Çerkes, Arnavut’tur.)

Şeyhülislamlar içinde farklı meslek ve sanat grupları içerisinde ürün veren bilginler, yazarlar, şairler, hattatlar, bestekârlar ve hukukçular vardır. Birçok şeyhülislam verdikleri fetvaları toplayarak günümüze kalmasını sağlamış, günümüzde ise Osmanlı üzerine çalışan akademisyenlere “kariyer” olanağı bırakmıştır. Dönemindeki tarihsel kavrayış ile ilgilenen çalışma bugüne kadar pek çıkmamıştır. Klasik Osmanlı devrinde devlet görevlileri kalemiye, seyfiye ve ilmiye olmak üzere üç sınıfa ayrılıyordu. Osmanlı’da Şeyhülislam, ilmiye sınıfının başı sayılıyordu. İlmiye sınıfı, günümüzün Adalet ve Millî Eğitim Bakanlıkları ile Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevlerini üstlenmiş durumdaydı.

Peki kimdi bu idam edilen kadılar ve devlet yönetimi ile nasıl bir şekilde ters düşmüşlerdi?

Ahizade Hüseyin Efendi

Sultan Dördüncü Murad Bursa’ya giderken yolların bozukluğundan dolayı, İznik kadısının idam edilmesi için emrini verir. Kadı kale kapısına asılır, cesedi üç gün meydanda bırakılır. Ulema sınıfına mensup bir zatın böyle idam edilmesi büyük bir tepkiyle karşılanmış olarak yansıtılsa da, gerek alimler arasında, gerek halk tabakasında dedikodu furyasının başlamasına sebep olmuştur. Olayı öğrenen şeyhülislam Ahizade Hüseyin Efendi Kösem Sultan’a bir mektup yazmış, ilmiye ricaline böyle davranmanın sakıncalarını dile getirmişti(!). Şeyhülislamın karşıtlarından biri, “Şeyhülislam, padişahı tahtından indirmek için ulemayı evinde topladı” söylemi ile Valide Sultan’ı ihbarlarda bulunurlar. Kösem Sultan, durumu şeyhülislamın mektubuyla birlikte, o sırada Bursa’da bulunan Dördüncü Murad’a yetiştirir. İlk işi, şeyhülislam ile oğlunu ayrı ayrı kayıklar ile sürgüne göndermek olur. Sonrasında bu kararından vazgeçerek bostancıbaşı Dûçe Mehmed’i, kayıkla efendinin takibi için görevlendirmiştir. Boğaz’dan çıkmamış ise idam edilmesi için emir verilir. Oğlu kıyıdan açıldığı için kurtulur. Ancak babasının içinde bulunduğu gemi, hava muhalefetinden dolayı zamanında hareket edememiş, Yedikule açıklarında dalgalarla boğuşmaya başlamıştır. Bostancıbaşı kayığa yetişir ve çevirip Rumeli yakasına yanaştırır. İdam edilmesi emri ulaşan Bostancıbaşı, şeyhülislamı sahile yakın Kalitarya köyüne götürerek orada idam eder. Cesedini sahilde kumların altına defnettiler.

Hocazade Mesud Efendi

Dördüncü Mehmed zamanında meydana gelen “Vak’a-i vakvakiye”de yeniçerilen isteğiyle şeyhülislam oldu. Özü sözü doğru bir kimse tarifine mazhar olur. Daha önceleri sarayca nüfuz sahibi olduğundan, kendisinin tavsiyesiyle vezir-i azam Boynueğri Mehmed Paşa’nın ocağı tahrik etmesi ve Sultan Süleyman’ı tahta geçirmeyi düşünüyor, diye gizlice mektup yazması üzerine Diyarbakır’a gitmek üzere Bursa’ya gönderildi. Bursa’ya vardıktan sonra, Diyarbakır’a gitmek için yollarda eşkıya korkusu ile mektup yazar. Nereye gitse amansız bir hasımla karşılaşan Mesud Efendi, bu sefer de eski düşmanlarından Bursa kadısı Ruhullah Efendi’nin tuzağına yakalanır. Ruhullah: “Efendi’nin asker yazdırmaktan maksadı, İstanbul üzerine yürümek ve padişahı tahtından indirmektir!” diye saraya ihbarlarda bulundu. Bunun üzerine, derhal katledilmesi için Bursa’ya haber gönderilir. Gerisi bildiğimiz gibi işler. 6 bin atlı gönderilir üzerine, cesedi meydanda 3 gün bırakılır. Ne kadar kumpasa kurban gittiği bilinmez ama ikitidar klikleri arasında kaldığı kesindir.

Feyzullah Efendi

İkinci Mustafa devrinde şeyhülislam oldu. Padişah tahta çıkar çıkmaz, şehzadeliğinde kendisine hocalık yapan Feyzullah Efendi’yi bu makama getirdi. 1703’te tahrik sonucu(!) meydana gelen meşhur “Edirne Vak’ası” sırasında bu şehre getirildi. İstanbul’dan Edirne’ye doğru yürüyen ve sayıları altmış bin kişiyi bulan isyancıların korkunç işkencelerine maruz kaldı. Halefi Edirne kadısı Yekçeşm Hüseyin Efendi’nin fetvasıyla parçalara ayrılacak bir şekilde katledildi. Görünüşteki suçu, daha önce Kaminiç şehrinin civarıyla beraber Lehlilere teslim edilmesi için fetva vermesi, gerçekte ise ilmiye ricalinden birçok önemli şahsiyeti açlığa mahkum etmesi, yukarıda da belirtildiği gibi, devlet mensuplarını kendi yakınlarıyla doldurmasıydı. Hatta ölümünden sonra oğlunun şeyhülislam olması için padişahtan ferman almayı bile başarmıştı. İktibas hayali sonunun getirmişti. Kısacası hiçbir iktidarı kimseye yedirmezler kuralı onun içinde işlemişti.

Genellikle 3 şeyhülislam infazlarında ortak olan süreç iktidar ile bir şekilde sürtüşmeye girmiş olmalarıdır. İktibas hayalleri ya da daha iyi bir devlet yönetimi tarifleri çok öne çıkarılmasa da sınıflarını korumak bütün şeyhülislamda ön plandadır. Kendi toplumsal ayrıcalıklarını kaybetmek ve ya buna yol açacak zayıflama alametlerine karşı isyan bayrağı açmışlardır. Sadece idam edilenlerde değil idam edilmeyen diğerlerinde de kendi tabakalarını koruma içgüdüsü doğalında gelişmiş bir sınıfsal tepkidir. Şeyhülislam ya da sadrazam sınıfında ya da askeri yönetim kademesinde görev almak; Osmanlı idaresi açısından da bakıldığında mevcut iktidarı yıkacak ve yenisini kuracak bir örgütlenmenin başında olmalarından ileri dikkatleri sürekli üzerlerinde olmasını getiriyordu. Dönemi doğru okuyanlar değişimin önünü açarken sıçrama diyalektiğinin geldiğini iyi okuyanlar ise Avrupa’da devrimler çağını açmışlardır.

Buradakilerin ölümü birlik fikriyatında çatlak ya da kişisel iktibasların arasında sıkışık kalmalarıdır. İslamcıların anlattığı ya da abarttığı gibi güzelleme içinde değil hayatın doğal akışı içerisinde anlam kazanmışlardır. Bu dünya Sultan Süleyman’a kalmamıştır. Hepsi hoş bir seda olarak İslamcı akademisyenlere tez konusu olmaktadır.

https://gazetemanifesto.com/2020/pusula-osmanli-iktidarinda-kucuk-catlak-yaratanlar-seyhulislam-idamlari-407094/

melnur  |  Cvp:
Cevap: 4
22.12.2020- 05:23

Padişahlar, içki ve İslamcıların mit inşası üzerine

İçki içilmesiyle mi kalıyor peki, Osmanlı Devleti’nin “Öteki Osmanlısı?” Hayır. Hanefi mezhebinin kabuklu deniz yiyeceklerini haram saydığını biliyoruz. Oysaki Fatih Sultan Mehmet’in sarayına istakoz getirttiği biliniyor.

Resim Ekleme

Kaan Kavuşan

Osmanlı hanedanında içki kullanımı ve Hanefi mezhebince haram varsayılan yiyeceklerin tüketilmesi, tarihçilerce ve ortalama okurca pek bilinmeyen bir şey değil aslında. Sadece “esas” üzerinden yorumlama şansımız olsaydı bizi pek de ilgilendirmiyor olacaktı. Kim ne yemiş ne içmiş bize ne çünkü… Ancak böyle bir şansımız yok. Çünkü günümüzün “mit inşası” üzerine kurulu Neo-Osmanlıcı anlatısını göz önüne aldığımızda bir hatırlatma yapmak elzem oluyor. Tarihi; kendilerinin çarpık güncel politik ajandasına göre bükmek isteyenlerin elinden kurtarmak, onun tekerini geriye doğru çeviren bu aleti kırıp dökmek şart oluyor.

Duayen tarihçi Halil İnalcık, “Tarihi kayıtlar, Anadolu’da Türkler arasında şarap içme adetinin erken zamanlardan beri yaygın olduğunu göstermekte” diyor ‘Has-bağçe’de ayşu tarab’ adlı eserinde.[1] Ve bu kitabından bahsettiği bir yayında içkinin Osmanlı devrinde geleneksel bir saray adetine dönüştüğünü anlatıyor. Kısaltarak yazıyorum, meşhur Saray bahçesi, iktidarın şarkılarında “gülü” olmakla övündüğü Hasbahçe’de yapılan işret (içki) meclisi için şöyle diyor: “Ruhu bunalmış zavallı Sultan, dünyadan kâm almak için o bahçeye gelir. O bahçede kendi mezhebinde olan zariflerle oturup bir alem-i ab eyler. (…) Orada, meclis, (…) sakinamelerden (saki içki demektir) öğreniyoruz, şarapla başlar. Rehavî faslı başladığında halk (bahçedeki ahaliyi kastetmektedir) coşar, gece yarısına doğru, artık kafalar tütsülenmiş. O zaman mecliste olanlar kalkıp raksa başlarlar. Ondan sonra oturup açık saçık hikayeler anlatılmaya başlanır gece yarısından sonra. Sarhoş muhabbeti. Bunlar da literatüre geçmiştir. Gizli olduğu için orada kalıyor. İşret meclisi sıkı sıkı tembih edilir. Lale devrinde bunu aleniyete döktüler ve halk isyan etti.” Özetle, padişahın da bulunduğu içki meclisinin gizlice toplanması gelenekselleşmiş bir saray adeti olarak kayda geçiyor.[2]

Öte yandan içkinin saraya girdiğini kanıtlayan listeler de var elimizde: V. Murad’ın (d. 1840 – ö. 1903) annesi Valide Sultan’ın alışveriş listesi şunlardan oluşmaktaydı: 24 şişe kına kına şarabı, 300 şişe Bordo (şarabı), İki ambar Viyana birası, 24 şişe Porto, lakerda balığı, havyar, balık yumurtası.[3]

***

Bu girişten sonra, bir kişiye özellikle değinmek gerekiyor. Neo-Osmanlıcıların hayalini en çok süsleyen, ancak Necip Fazıl’ın yarattığı Ulu Hakan mitinden bambaşka biri olan II. Abdülhamit, İlber Ortaylı’nın Kafa dergisinde yazdığı yazıya göre, “veliahtken bazı içkileri ölçülü bir şekilde içer, kardeşi Vahdettin’e de ikram edermiş. Ama sonradan kesmiş.”[4] Murat Bardakçı ise şahsen tanıdığı ve torunlarından birine dayandırdığı bilgiye göre, “Tarihin Arka Odası” programında Abdülhamit’in Porto şarabı içtiğini söylüyor. Yine aynı programda başka bir tanıklığa başvurup II. Abdülhamit’in, yeğeninin oğlu Osman Bayezid Osmanoğlu’nu kucağına oturtup “bu şifadır, nefes açar” diyerek bir yudum da ona içirdiğini aktarıyor.[5]

Abdülhamit’in torunu Osman Ertuğrul ise, başka bir Teke Tek programında aktarılan ve 1999 yılında Güneri Civaoğlu’na verildiği görülen bir röportajda[6] “Dedem rom içerdi, babama söylerdi, bak ben bunu içiyorum, çünkü bu yasak değil, Kuran’a bak, orada şarap diyor, şekerden yapılanın bahsi geçmiyor” diyor.

Bugün, Osmanlı’da ilk fabrikasyon bira üretiminin, yine II. Abdülhamit dönemine denk geldiğini de bilmekteyiz; Şişli’de Bomonti kardeşlerin kurduğu bira fabrikasının halka satış yapabildiği tarihçilerin kayda düştüğü bir not. II. Abdülhamit döneminin devamından başlamak üzere, Cumhuriyet’in kuruluşuna dek birçok bira fabrikası ve bira satan dükkân açılmaya devam etmiştir; bu dükkanlar Müslümanlara satış yapmama teamülüne tabi olsalar da fiilen satış yapabilmekteydiler.

Ortaylı, yine yukarıdaki iki programdan başka bir tarihte yayınlanan Teke Tek’in bir bölümde Abdülhamit’in veliahtken esrar içtiği, hatta en sevdiği kardeşi Sultan Vahdettin’le içtiklerini ve sonra bıraktığını aktarıyor. [7]

Türkiye’de genelevlerin ilk kez yasallaşmasının ve burada Müslüman kadınların çalışabilmesinin Abdülhamit dönemine denk geldiğini ise, bu yazının kapsamına sığmayan mit inşasına itiraz olarak şerh düşmekle yetineceğim.

***

Siyasal İslamcı mit inşasının temel nesnesi olması sebebiyle biraz uzun tuttuğumuz II. Abdülhamit faslını aşarak konuşalım şimdi de. Tabii ki başta da belirttiğimiz üzere Osmanlı hanedanında alkol kullanımı Abdülhamit’le de başlamış değil. Hatta biz bugün, yeni yeni üzerine mit kurulmaya çalışan Selçuklu hanedanında içkinin daha da serbest olduğunu, dizilere konu olan meşhur Nizamülmülk’ün “içkili şölenleri bir devlet töreni halinde resmileştirmiş” olduğunu biliyoruz.[8] Ancak Osmanlı’yla sınırlı kalalım.

Ortaylı bahsi geçen Kafa dergisindeki yazıda: “Dördüncü Murat’ın kendisi hem içki içer hem de bazen afyon kullanırdı. Fakat bunların kamuda kullanılmasına asla izin vermez ve yasağa uymayanları son derece feci şekilde cezalandırırdı” diyor.[9]

Yine Murat Bardakçı köşe yazısında Padişah Abdülaziz’in oğlu ve son halife Abdülmecit Bey’in yazdığı basılmamış, el yazması risaleden aktarıyor:

Dördüncü Murat, “Bağdat ve İran seferlerine çıkan iktidar sahibi bu padişah, geleceğin en büyük hükümdarı olmaya namzet iken içtiği rakının kurbanı olmuş; devletin talihini ve geleceğini İbrahim gibi akıl noksanı ve anlayıştan mahrum bir şahsa terk ederek dünyadan çekilmişti.”

***

Dördüncü Murat’ı aşırı bir örnek olabilecek bulabilecekler için aynı risaleden diğer padişahlar hakkında da bilgilerle devam ediyorum:

(İkinci Bayezid), “En nihayet millete karşı vazifelerini yerine getirememesi ve içkiye olan düşkünlüğü yüzünden devletin geleceğinin büyük bir büyük felâket ile karşı karşıya bulunduğunu gören oğlu Yavuz Sultan Selim’in şiddetli müdahalesi ile ezilip bertaraf oldu. Felâketinin başlıca sebebi, içmesi idi.”

“İkinci Selim, Kıbrıs şarabı ile serhoş olan ve hiçbir işe yaramayan başını eski sarayda hamam mermerlerine çarparak parçalamıştı.”

İkinci Mahmut, “…çelik gibi vücudunu tahrip etmek için bir de içkiye müptelâ olmuş, 55 yaşında tam tecrübeye sahip olmuş ve iş görüp eserini tamamlayacağı sırada üzüntüler içinde gözleri kapatmış idi.”

Abdülmecit Han, “babasından devraldığı işleri bitirebilmek için daha pek çok çalışması lâzım iken, o da içkiye müptelâ oldu ve bu yüzden vefat etti.” [10]

***

Padişahlıkta katiplik yapmış 1659 doğumlu Osmanzade Taib Ahmed Efendi’nin geçmiş tanıklara dayandırdığı eseri Telhisü Mehasini’l-adab’a göre:

“Sultan Bayezid-i Veli (yani II. Bayezid), komutanları ve vezirleriyle arada sırada iyşü nuş (içki âlemi) ederdi. Hatta Bayezid-i Veli, Sadrazam Gedik Ahmed Paşa’yı işret sırasında katletmişti.”

“Yavuz Sultan Selim içki kadehine fazla iltifat etmezdi, ancak ara sıra içerdi. Heyhat, çabuk sarhoş olup şiir okurdu. Bir gün bir eğlence sırasında yine sarhoş oldu; ayağa kalktı, elindeki kadehi öne doğru uzattı ve üzümden ilk şarabı çıkardığı iddia edilen İran Şahı’nı anımsayıp şiir okudu.”

***

İçki içilmesiyle mi kalıyor peki, Osmanlı Devleti’nin “Öteki Osmanlısı?” Hayır. Hanefi mezhebinin kabuklu deniz yiyeceklerini haram saydığını biliyoruz. Oysaki Fatih Sultan Mehmet’in sarayına istakoz getirttiği biliniyor. Matbah-Amire defterinde sarayın mutfağına sık sık ıstakozun da girdiği görülüyor. Bir başka örnek: I. Abdülaziz tarafından 1869 yılında İstanbul’da bulunan Fransız İmparatoriçe Eugenie onuruna Dolmabahçe Sarayı’nda midyeli yalancı dolma sunuluyor. II. Abdülhamid döneminde Yıldız Sarayı’nda meclis üyelerine verilen ziyafetlerde mayonezli haşlanmış ıstakoz yemeğine rastlanıyor.

Uzun lafı kısası, esasına bakılırsa padişahların içki içip içmediği, âlem yapıp yapmadığı, ıstakoz yiyip yemediği aslında pek önemli olmamasına rağmen, üretilen yalanların kitlelere kendi görüşünü dayatan bir ideolojik bir silah olarak kullanılması önemlidir. Bir başka boyutuyla da iktidardakilerin, çarpıtılmış bir tarihe başvurarak hegemonya kurma, kendi ideolojilerine kök yaratma çabalarının esas yüzü de ancak bu tarz bir hatırlatmaya boşa çıkarılabilir.

Türkiye ne geçmişte Siyasal İslamcıların kabına sığmıştır, ne de gelecekte de sığacaktır.

[1] s.287

[2] https://www.youtube.com/watch?v=qrPdqzb1mJs

[3] Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y.PRK.SGE 1/23, Lef 1

[4] İ. Ortaylı, “Padişahların Bir Günü”, Kafa dergisi Şubat 2016

[5] https://www.youtube.com/watch?v=s112Uvdb91

[6] https://www.youtube.com/watch?v=N9xS66yy0i0

[7] F. Altaylı & İ.Ortaylı (Teke Tek, Habertürk TV) https://www.youtube.com/watch?v=Qk8-1YIp_UY

[8] Nizamülmülk, Siyasetname, 36. Fasıl, s. 137-139

[9] Yukarıda adı geçen yazı

[10] https://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/841641-osmanliyi-dedelerimin-ickisi-yikti

https://gazetemanifesto.com/2020/pusula-padisahlar-icki-ve-islamcilarin-mit-insasi-uzerine-407096/

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]