Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

26.06.2021- 02:59

Türkiye toplumunun bu kadere mahkûm olmadığını açıklamak, yaymak bugün Sosyalist Sol’a düşmektedir.

 
Faşizm sonrasının sorunları - KORKUT BORATAV

Türkiye’nin bugünkü tuhaf rejim içinde yönetilemez bir duruma geldiği, herhalde ortadadır. Son bulacaktır; ama nasıl? Ve sonrası?

Bu soruları Oğuz Oyan (“Kriz Potansiyelleri”, BirGün, 20 Haziran) ve Ergin Yıldızoğlu (“Yeni Bir Durum Başladı- Cesaret Gerekiyor”, Cumhuriyet, 21 Haziran) soruyor; tartışıyorlar.

Ben de bu iki arkadaşımızın tespit ve değerlendirmelerinden hareket ederek “sohbete” katılacağım.

Niçin sürdürülemez?
Oğuz Oyan’ın tespitleriyle başlayalım: “Tüm çevreler, iktidar partisinin önümüzdeki seçimlerde ne yapacağına kilitlenmiş durumda. ‘Ne yapacağı’ sadece seçim başarısı bakımından sorulmuyor. Seçimleri çalabilmek için neleri planlayacağı; seçimleri kaybettiği gizlenemez bir gerçekliğe dönüştüğünde durumu suhulette kabul edip etmeyeceği de soruluyor.”

Oyan’a göre halk sınıfları ekonomi politikalarının sonuçlarından öylesine bunalmıştır ki, Saray, “normal” koşullarda iktidarı   kaybedecektir. Ama, bunu göze alamıyor; zira, sonrasında hukukî yaptırımlar gündeme gelebilecektir. Parlamenter muhalefetin “devri sabık yaratmayacağız” güvencesi yeterli değildir. Bu nedenle “kaybetmenin bedeli çok büyük. Her durumda, mevcut siyasi yönetim barışçı bir iktidar geçişine rıza gösterecek gibi durmamaktadır. Şu kadar ki bir barışçı geçişi zorlayacak dış ve iç etkenler birleşmesin.”

Ergin Yıldızoğlu’na göre Saray, emperyalist sistem içinde öylesine bir “çıkmaz sokağa” sürüklenmiştir ki, salt bu nedenle dahi “iktidarını sürdürmesi hızla olanaksızlaşmaktadır.” Üstelik, geniş kitlelerin iktidarı algılama biçimi değişmektedir: “Peker videolarının da doğruladığı, yolsuzluğa, talana, yasadışı keyfi yönetim pratiklerine ve bu yollarla edinilmiş devasa servetlere, mafya karşısında büyük yükümlülüklere boğazına kadar batmış bir” iktidar tablosu açığa çıkmıştır.

Yıldızoğlu’nun ulaştığı sonuç, Oğuz Oyan’la aynıdır: “Karşımızda sürdürülemez, ama aynı zamanda da terk edilemez bir iktidar şekillenmesi var.”   Bu ikilem, “süreç olarak faşizm ile kaba faşizm” arasında yalpalamak anlamına geliyor.

Bana kalırsa, 2021 Türkiye toplumunun gelişkinlik düzeyi, karmaşık yapısı, son 75 yıllık tarihsel birikimi dikkate alındığında kaba faşizm seçeneği denenebilir; ama kalıcı olamaz.   Bugünkü uluslararası dengeler içinde de sürdürülemez. Nedenlerini ayrıca tartışabiliriz.  

“Yumuşak geçiş” senaryosu…

Faşizm sonrasına geçiş nasıl olacak?

Tartışılan, bugünkü Millet İttifakı ve uzantılarının kazanacağı bir seçim senaryosudur. Sonrası için muhalefet bir “yumuşak geçiş” tasarlıyor. Genişletilecek İttifak’ın sağ kanadı, AKP/MHP koalisyonunun bazı “türevleri”ni içeriyor; faşizmle kesin kopuşu engelleyecek türevler… “Sol” kanat ise, CHP yönetimi sayesinde kesin, hatta “fanatik” uzlaşmacıdır.

Bu “yumuşak geçiş senaryosu”nun tehlikeleri iki başlık altında sıralanabilir:

1). Önceki dönemin sorumlularına karşı “devr-i sabık” yaratılmayacaktır. Demek ki, geçmiş dönemin siyasal bağlantılı ağır suçları, astronomik yolsuzlukları yargıya taşınmayacak; “hesap sorulmayacaktır”. Bunlara dönük TBMM komisyonları, Yüce Divan dışlanacaktır. Bakanlar, yardımcıları, herhalde Cumhurbaşkanlığı dışında kamu yönetimi olduğu gibi korunacaktır.

Bu yöneliş, Peker ifşaatının açığa çıkardığı siyasal çürümenin, devlet aygıtındaki yozlaşmanın kalıcı olması anlamına gelir. İslamcı faşizm, kadroları ve cemaat-tarikat yapılanmaları ile devlette, toplumda varlığını sürdürecektir. İlk fırsatta iktidarı devralmaya hazırdır.

2). Millet İttifakı’nın siyasal programı, bence, AKP iktidarının yenik düştüğü 2015 Türkiyesi’ne dönüş perspektifidir. Saray iktidarının “günahları”, o seçim sonuçlarının devlet şiddeti yoluyla geçersiz kılınması, sonraki OHAL uygulamaları, 2017 Anayasa değişikliği ile   sınırlı   görülüyor. O kadar…

Ne var ki, AKP iktidarının ilk on dört yılı (2002-2015), üstyapıda, ekonomide üç boyutlu bozulmalar içeren bir dönemdi.

Birincisi, esasen gerici bir darbenin ürünü olan 1982 Anayasası, AKP’nin istekleri doğrultusunda gerçekleşen 2007 ve 2010 değişiklikleriyle daha da bozulmuştur.

İkincisi, AKP’nin Siyasal İslam programı, Cumhuriyet’in laik kazanımlarını eritmeye, eğitim sisteminden başlayarak kamu yönetimine yerleşmeye, giderek toplumda kök salmaya başlamıştır.

Üçüncüsü, AKP’nin 2002’de aynen devraldığı ve on üç yıl büyük ölçüde sadakatle sürdürdüğü neoliberal program ekonomiyi biçimlendirmiş; yerleşmiştir.

Millet İttifakı’nın en güçlü bileşeni olan CHP’nin tabanı, seçmenleri, “Cumhuriyetçi Sol” nitelik taşır; bu üçlü bozulma ile barışık değildir.   Parti yönetimi ise tabanındaki bu eğilimleri, talepleri, İttifak programına taşımaktan ısrarla uzak durmaktadır.

Türkiye’nin kaderi bu miskin, uzlaşmacı eğilime teslim edilmemelidir.

Sosyalist Sol’un sorumluluğu
Bu durumda “yumuşak geçiş” senaryolarına karşı muhalefet yükümlülüğü Sosyalist Sol’a düşecektir. Toplumuzun ilerici kesimlerini, halk sınıflarını, Türkiye için daha köktenci bir yenilenme mücadelesine çağırarak…  

Düzen-içi muhalefetin “yumuşak geçiş” tasarımını reddeden mücadelenin ana öğelerinde Sosyalist Sol’un akımları fiilen birleşmiş durumdadır. Halkımıza dönük bir çağrı içinde de birleşebilirler. Olası vurgulamalara değinelim:  

Siyasal yeniden yapılanma, geniş katılımlı bir seçimle belirlenen Kurucu Meclis tarafından üstlenilmelidir. Bana kalırsa 1961 Anayasası’ndan hareket edilerek…

Genç kuşaklara, eğitimde, hukukta, kamu yönetiminde, toplum hayatında laikliğin değeri; İslamcı yobazlığın dar dünyasının çocuklarımızı işsizliğe, işlevsizliğe, karanlığa mahkûm ettiği hatırlatılmalıdır.

Son yıllarda ağır bir toplumsal bunalıma sürüklenmiş olan tüm beyaz, mavi yakalı ücretlilere, köylülere, esnafa, bu durumun 2002’de AKP’nin devraldığı, sahiplendiği neoliberalizmin kaçınılmaz uzantısı olduğu anlatılmalıdır. Neoliberalizm, sıradan bir politika tercihi değildir. Sermayenin, özellikle finans kapitalin halk sınıfları üzerindeki tahakkümüne yol açmakla kalmamış; Türkiye’yi vurguncu, yağmacı, parazit bir katmanın yönettiği ilkel bir kapitalizme dönüştürmüştür.

Toplumsal bunalımın kalıcı olarak telafisi büyük güçlükler, ağır maliyetler taşıyacaktır. İlkelleşmiş, parazitleşmiş kapitalizmi aşmanın yöntemlerini tartışmak, açmak zorundayız.

***

Türkiye toplumunun bu kadere mahkûm olmadığını açıklamak, yaymak bugün Sosyalist Sol’a düşmektedir. Cumhuriyetçi Sol’a da dönük bir “katılma çağrısı” da olarak… Bu çerçeve içinde diğer demokrat, milliyetçi akımlara hitap eder mi?   Bilemiyorum.

Bilebildiğim tek şey, bu çürümüş rejime kesinlikle son vermek için aktif muhalefetin gerektiğidir. Teslimiyete, uzlaşmaya karşı mücadelede (Yıldızoğlu gibi) “cesaretin önemini” hatırlatarak son vereyim.


https://haber.sol.org.tr/yazar/fasizm-sonrasinin-sorunlari-307860

melnur  |  Cvp:
Cevap: 1
26.06.2021- 03:10

Her şeye hazır olmak - Metin Çulhaoğlu

Doğru olanı, her zaman her yerde geçerli saydığımızı yapmaya çalışıyoruz.  

Adını koyarsak, yapılan iş, bir siyasal iktidarın mevcut durumunu ve geleceğini değerlendirirken, zaman zaman önemli de olabilecek ayrıntıları ve “olağan dışı” sayılabilecek gelişmeleri   geri planda bırakıp temel dinamiklere eğilmektir.

Böyle olunca, bakılması gereken yerler de bellidir: Uluslararası sistem içindeki yer; sermaye sınıfının tercihleri ve siyasal iktidarla ilişkileri; ülkedeki siyasal dengeler ve muhalefetteki kesimlerin aksiyonları…

Yukarıda sıralananlara birkaç ek daha yapılabilir, ama meselenin özünde bunlar vardır; buralara bakılarak birtakım çıkarsamalar yapılır, olasılıklar değerlendirilir ve gelecek için öngörülerde bulunulur…

Günümüz Türkiye’sinde bu yaklaşımın ya da yöntemin anlamsızlaştığını elbette söyleyemeyiz; ama “irrasyonel” olanın, saplantıların, kuruntuların ve en köşeli öznelliklerin, siyaseti belirli bir rasyonaliteye oturtan ne varsa hepsini giderek daha fazla aşındırdığını da kabul etmek zorundayız.

Sonuç şu oluyor: Genel anlamda siyasetin kendi “rasyonalitesi” gereği neler görüyor ve öngörebiliyorsak, bunlara bir de “yarın ne yapacakları belli olmaz” kaydı düşüp gelişmelere öyle bakmak bugün zorunlu hale gelmiştir.

***

Örnek istenecektir.

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin İzmir’de katledilen Deniz Poyraz’ın zamanındaki “görevi” konusunda söyledikleri, aynı zamanda devletin, siyasal iktidarın ve “güvenlikçi politikaların” etkililiğini de sorgulama anlamına geldiği için, söyleyen açısından irrasyoneldir, tutarsızdır. Başka bir deyişle, Deniz Poyraz’ın “korkunç görevi” anlatılırken aynı zamanda İçişleri Bakanlığı’nın ve Emniyet’in aczi ya da kayıtsızlığı anlatılmış olmaktadır.

Kemik yandaş kesimin bu tutarsızlığı göremeyecek olması, durumun tutarsızlığını ortadan kaldırmaz.

Başka örnekler de var.

“Müzik saat 24.00’e kadar serbest” denilip geçilebilecekten, hemen ardından gelen ve “Kimse kusura bakmasın…” sözüyle başlayan eklenti, belirli bir ideolojinin de ötesinde kişisel bir öfkeyi, hasımlığı ve dışlamayı basit bir idari tasarrufa bile mutlaka sokma dürtüsünü yansıtmaktadır.    

İdari tasarrufa bir de öznel öfke ve hasımlık enjekte edilmesi, “bildiğimiz” siyasetin ötesinde bir iştir.

Siyasetle iştigal eden kişilerin, kendilerini çoban, hitap ettikleri kesimleri ise sürü olarak görmelerini isteyen ve bunu peygamberlerin hep çoban olmalarıyla temellendiren bir anlayış, bildiğimiz, tanıdığımız, okuduğumuz, öğrendiğimiz yerleşik siyaset biliminin ve pratiğinin dışında kalan bir yaklaşımdır.

Bütün bunlar, Türkiye’de iktidar/rejim siyasetinin “normal” ya da “rasyonel” sayılabilecek bir mecranın dışına taşarak yürüdüğünü/yürütüldüğünü göstermektedir.   Bunu, gelip geçici ve arızi bir durum saymıyoruz. İsteyen bir tür “yeni normal” de diyebilir; ama iktidarın/rejimin görünür geleceğine bu özelliğin damgasını vuracağı kesindir.

***

Az önceki değerlendirme, Türkiye’de muhalefetin güncel siyasete yaklaşımı açısından birtakım ipuçları içermektedir. Bu ipuçlarının iki başlık altında toplanması mümkün görünmektedir.

Birincisi:   Karşı tarafın adımlarının sonunda dönüp dolaşıp mutlaka bir rasyonaliteye, dolayısıyla yasalara, yasallığa, kurallara vb. oturmak zorunda kalacağı düşüncesine ciddi bir ihtiyat payı konulması.

İkincisi: Her şeye hazır olunması; yani karşı tarafın adımlarının, sadece ve sadece mevcut yasalar, yasallıklar ve kurallar zemininde boşa çıkarılmasının mümkün olmayabileceğinin görülmesi…

https://ilerihaber.org/yazar/her-seye-hazir-olmak-127558.html

melnur  |  Cvp:
Cevap: 2
02.07.2021- 01:38


Galiba son tahlilde şu sonuca ulaşıyoruz: Evveliyatı ile birlikte kırk yıla ulaşan neoliberalizmden kopmak için, sermayenin tahakkümüne son veren bir devrimci adım gereklidir.

Faşizm sonrasında ekonomik seçenekler

KORKUT BORATAV

“Faşizm sonrası seçenekler” gündemdedir. Siyasal alternatifleri geçen hafta bu köşede tartıştım (Sol Haber, 25 Haziran).   Ekonomik seçenekler ise tamamen farklı güçlükler içeriyor.

Bugünkü iktisat sorunlarının kaynağında son kırk yılı belirleyen neoliberalizm yer alıyor. Ekonomide yol ayrımı neoliberalizm ile hesaplaşmayı da gerektirecektir.   Ama nasıl? Kapsamı?

Sol çevrelerde bu tartışma kolay değildir. Bugün bir başlangıç yapalım.

Neoliberalizmle hesaplaşmanın güçlükleri

Neolberalizm Türkiye’ye kırk yıl önce 12 Eylül   rejimi ile geldi. Zamanla değişime uğradı. Bugünkü neoliberal model ise 2001 krizi öncesinde bir IMF programı içinde Ecevit hükümetince başlatıldı. AKP tarafından tümüyle benimsendi; uzun süre revizyonsuz uygulandı.

Son dört yıldan beri Saray’ın siyasal öncelikleri ile bu modelin bazı kuralları zaman zaman çatışmaktadır; ama genel çerçeve korunarak…

İktisat politikalarında yirmi yıl uzun bir dönemdir. Neoliberalizm, sermayenin tahakkümü anlamına gelir. Türkiye’de “baskı” (12 Eylül darbesi) ile başlamış; giderek “rıza”ya da dayanmıştır.

Neoliberalizm zamanla insanlarımızın hayat tarzlarına da yerleşmiştir. Geçiş döneminin yarattığı şoklar, bölüşüm kayıpları geçmişte kalmış; pek çoğu unutulmuştur. Aynı modelin “verdikleri” de vardır. Sermaye tahakkümünün net bilançosunu bugünün sıradan emekçileri çıkaramaz. “Geçmiş kayıpları telafi etme çabaları” ve köktenci değişimler, sermaye çevrelerinin dışına da taşabilen tedirginliklere yol açabilir.

Bugünün ortamından hareket ederek örnekler verelim.

İki Temel sorun: Dış bağımlılık ve durgunlaşma…
Dış bağımlılık ve durgunlaşma… İçinde yaşadığımız, birbiriyle bağlantılı iki temel sorun…   Ekonomik bağımlılık uzun geçmişe dayanır; neoliberal yıllarda ağırlaşmıştır. Durgunlaşma ise acil sorundur. Son yılların yarı-faşizm rejimi, Türkiye’yi durgunlaşmaya ve ağır bir toplumsal bunalıma sürükledi. Bunalım, yaygın ve yoğun işsizlik; mutlak yoksullaşma içinde yaşanıyor.

İktisat çevrelerinde yaygın bir tespite göre, bugünkü işsizlik oranlarının aşağı çekilmesi için en azından yüzde 5’lik bir büyüme temposunun yerleşmesi, sürdürülmesi gerekiyor. Ekonominin hızlı büyüdüğü son yılı (2017’yi) izleyen üç yıl Türkiye’nin yıllık büyüme ortalaması %1,8’dir; faal nüfustaki artış oranında... İstihdam düşerken işgücü piyasasına giren gençler işsiz kalmıştır. Onların geleceği, ülkenin geleceğidir.

Dahası, bu yıllarda Türkiye ekonomisinin büyüme potansiyeli de aşağı çekilmiştir. IMF, Türkiye ekonomisi için orta dönemde potansiyel büyüme hızını yüzde 3,3 olarak tahmin ediyor. IMF veri tabanı, son dört yıl gerçekleşen büyüme verilerine sonraki beş yılın öngörülerini ekliyor; buna göre Türkiye ekonomisi 2018-2026’da bu büyüme potansiyelinin dahi altında (%3,2’lik) bir tempoyla büyüyecektir. Bugünkü toplumsal bunalımın kalıcılaşması anlamına gelen bir durgunlaşma…

2017’den itibaren ekonomi yönetimi, iç talebi aşırı pompaladıkça, enflasyon ve cari işlem açıkları tırmanmış; dış kaynak akımları durmuş; ekonomi döviz krizlerine savrularak “hizaya gelmiş”; durgunlaşmıştır. Büyüme temposunu yabancı sermaye girişlerine bağımlı kılan yapısal arıza, durgunlaşma ile bütünleşmiştir.

Durgunlaşma olgusu yenidir. Uluslararası sermaye hareketlerinin canlı olduğu on yılı aşkın bir dönemde, yüksek tempolu dış kaynak girişleri ekonomiyi canlandırdı; dövizi ucuzlattı; ekonomik dinamizmin sürükleyicisi olan sanayi sektörünün rekabet gücünü eritti; ithalata bağımlı kıldı. Sözünü ettiğim yapısal arıza böylece oluştu. Sonraki dönemde ekonominin büyüme potansiyelini aşağı çeken etkenlerden biri de budur.

Bu bilanço, Türkiye’nin faşizm sonrasında çözmesi gereken iki temel sorunun birbiriyle bağlantılı olduğunu ortaya koyuyor. Ekonomi dinamizmini yitirmiştir. Büyüme potansiyelini zorlama girişimleri, sürdürülemez dış açıklar, kriz ortamları yaratmakta; durgunlaşan ekonominin dış bağımlılığı kalıcı olmaktadır.  

Dış bağımlılığı ve durgunlaşmayı çözüm yöntemleri, yirmi yıllık neoliberal dönemin mirası olan direnmelerle karşılaşacaktır. Egemen sınıflar, ayrıcalıklı sermaye çevreleri elbette önlemeye çalışacaktır. Ama, halk sınıflarından da kaynaklanabilecek gerilimler söz konusu olabilir. Örnekler vereyim.

Dış bağımlılığın aşılması…
Son yıllarda tekrarlanan döviz krizleri, dış bağımlılığın en azından hafifletilmesini acilleştirmiştir.    

Neoliberalizmin dayanaklarından biri sermaye hareketlerinin serbestliğidir; bağımlılık olgusunun da önde gelen bir kaynağıdır. Tedavi, bu teşhisten hareket eder. Çözümün ilk adımı üzerinde fikir birliği var: Sermaye hareketlerinin denetimi, frenlenmesi…

Sermaye hareketlerinde denetimin etkili olabilmesi için, hane halklarının döviz mevduat hesapları, vergileme içermeyen döviz kurları ve enflasyon-bağlantılı faiz oranları ile TL’ye dönüştürülmelidir. Aksi halde sızıntılar engellenemez; denetim çaresiz kalır.

Ne var ki, bu adımın Türkiye toplumunun “orta sınıflar” olarak betimleyebileceğimiz kalabalık, etkili katmanlarında yaratabileceği tedirginliği düşünebiliyor musunuz?

Döviz mevduatı rantiyeler için bir yatırım aracıdır. Aynı zamanda çok sayıda insanımızın ülke içinde ve dışındaki geçmiş emeklerinin güvenceli birikimidir. Çoğunluğu nitelikli, beyaz yakalı emekçiler, profesyonel meslek sahipleri, emekliler… Anti faşist bir mücadelenin olası veya fiilî müttefikleri… Ve belki de ekonomik bağımsızlık önceliğine karşı bir muhalefet bloku…

Ekonomik durgunlaşmanın aşılması

Ekonomik durgunlaşmaya son verecek politikalar da, farklı katmanların tepkilerini tetikleyebilecektir.

Büyüme potansiyelini bir yüksek eşiğe taşımak için sermaye birikim oranı, kamu sektörü önceliğinde yukarı çekilmelidir. Âtıl emek rezervlerini harekete geçirecek boyutta bir yatırım temposu, ekonominin dinamizmini ve dış dengeyi hedefleyen doğrultuda planlanmalıdır.

Gelir düzeylerini artıracak; ancak tüketimin millî gelirdeki payını   aşağı çekecek kritik bir adım…

Ne var ki, yirmi küsur yıllık neoliberalizmin Türkiye toplumuna ve emekçi sınıflarına bu alanda sunduğu bir “armağan” da vardır. Bu insanlarımızın tüketimi, gelir düzeylerini aşabilmiştir. Bu önemli dönüşümün dökümünü yaptık1.  

Neoliberalizmin   21’nci yüzyıl Türkiyesi’ndeki coşkulu dönemini (ilk on beş yılını),   önceki beş yıl ile karşılaştırdık. Bulgular ilginçtir:

Kişi başına (ortalama) işçi ücretleri ve çiftçi gelirleri, kişi başına GSYH’daki artışın gerisinde kalmıştır. İşçi sınıfının ve köylülüğün millî gelirden ortalama paylarının aşınması…
Kişi başına işçi ve çiftçilerin toplam (özel + kamusal) tüketim artışları ise, kişi başına GSYH’daki büyümeden hızlı seyretmiştir. Bu sınıfların (tüketimle ölçülen) refah düzeylerinde yükseliş…
Bu iki emekçi sınıfın tüketim artışları neoliberal finansallaşmanın “armağanı”dır.   On beş yıl sonunda tüketim kredilerinin millî gelirdeki payı sıçramıştır: %2 → %20. Refah artışını mümkün kılan “borç tuzağı”…  
Tüketim harcamalarının millî gelirdeki payındaki yükselme, neoliberal dönemde cari işlem oranındaki artışa eşittir. Dış kaynak girişleri, Türkiye ekonomisinde sermaye birikimini değil, toplam (ve işçi + köylü) tüketimini beslediği için…
Neoliberal bilanço (dış bağımlılık sayesinde) emekçilere “bölüşüm bozulurken, sürekli artan tüketim” sağlamıştı. Büyüme eğilimini yukarı çeken alternatif ise, aynı emekçilere “olası gelir artışları ile sınırlı tüketim” vaat edecektir.

Belki de, halk sınıfları saflarında tedirginlikleri, hatta direnişleri tetikleyerek…  

***

Galiba son tahlilde şu sonuca ulaşıyoruz: Evveliyatı ile birlikte kırk yıla ulaşan neoliberalizmden kopmak için, sermayenin tahakkümüne son veren bir devrimci adım gereklidir.

Bu adımı mümkün kılan bir iktidar öncesinde, solcu iktisatçılar elbette ekonomik düzeni eleştirecektir. Güncel, geçerli alternatifler konusunda ise, neoliberalizmin sınırlarını olsa olsa zorlayan, düzen-içi seçeneklerle sınırlı kalınacaktır.

1..Boratav, “Türkiye’de Sınıfsal Bölüşüm Göstergeleri: 2003-2014”, Zor Zamanlarda Emek, (Derleyenler: A.Makal, A. Çelik), Ankara 2017, İmge.

https://haber.sol.org.tr/yazar/fasizm-sonrasinda-ekonomik-secenekler-308390

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]