Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

SOSYALİZM TARİHİNİN EN ÇOK TARTIŞILAN DÖNEMİ: SSCB’de Siyasi Tasfiyeler (1937-1939) Yeni Bilgiler, Farklı Bir Bakış

Resim Ekleme

Sinan DERVİŞOĞLU

SSCB'de Siyasi TasfiyelerSovyetler Birliği’nde 1937 yılında “Moskova Duruşmaları” ile başlayıp parti içinde ve dışında binlerce kişinin yargılandığı, partiden atılmadan hapse ve idama kadar bir dizi hükümle cezalandırıldığı süreç, o gün olduğu gibi bugün de Dünya Komünist Hareketinin gündeminde merkezi bir öneme sahiptir. Konunun tarihsel ehemmiyeti, 3 boyutta karşımıza çıkmaktadır.

Birincisi, burjuva ideolojisi ile sosyalizm arasındaki çatışma ve mücadeleye ilişkindir. Bu dönemde gerçekleşen süreç, sosyalist ideolojinin (hangi variyantı savunursanız savunun) yumuşak karnı, burjuva propagandasının ise bel kemiğidir. Sosyalizm projesinin, ne kadar insancıl hedeflerle yola çıkarsa çıksın, sonunda çılgınca bir despotizme varmaya mahkûm olduğu, iktidarı ele geçirenlerin sadece sıradan vatandaşları değil, en dürüst ve idealist rakiplerini yalan, baskı ve terörle susturduğu, hep bu döneme referansta bulunarak anlatılır. Robert Conquest’in 1968’de yayınlanan “The Great Terror” (Büyük Terör) adlı kitabı ile başlayan, Solzenitsin’in öykü ve romanlarıyla süren, SSCB’den kaçan muhaliflerin tanıklıklarıyla beslenen, ve en son “Komünizmin Kara Kitabı” ile zirveye varan bu zengin malzeme, bir bütün olarak sosyalizmi gözden düşürmek için kullanılan en temel ve sonuç alıcı materyal olmaya devam etmektedir.

İkincisi, 90’ların başındaki SSCB’nin çöküşü ve onu izleyen uluslararası komünist hareketteki likidasyonunda, bu konunun kavranışı belirleyici bir etki yaratmıştır. Tüm Soğuk Savaş süreci boyunca, bu konudaki yayın ve malzeme ile hesaplaşmak yerine kulak tıkamakla yetinen komünist kadrolar, SSCB’de yaklaşan yıkımın ayak sesleri sosyalist teori ve pratiğin tüm ön kabullerini kafalarda tartışılır hale getirdiğinde, bu konuda (esas olarak Batı’da pişirilmiş) malzemeyi, kafalarda oluşan vakum sonucu adeta emdiler. Anatoli Ribakov’un “Arbat Çocukları” adlı sözde belgesel romanı, gazeteci Vitali Korotiç’in “Ogonyok” adlı gazetesi, tarihçi Afanasiyev’in makaleleri, bu malzemenin sosyalist zihinlere aşılanmasının ana araçları oldular. Tasfiyeler esnasında oluşan gelişmeler, o denli trajik ve iç parçalayıcı şekilde aktarıldı ki, o güne kadar “sosyalizmin başarıları” diye bilinegelen tüm bir pratik birikime, bir tarihsel döneme yönelik şüphe ve inançsızlık başlarken, teoride de “proletarya diktatörlüğü”, “parti önderliği”, “disiplin”, “demokratik merkeziyetçilik” gibi kavramlara dudak bükülmeye başlandı. Sonuçta “bunları benimsersen sonu da bu olur” mantığıyla gelişen liberal bir “sol” tüm dünya komünist hareketinde boy vermeye başladı, ve hem Türkiye’de, hem de dünyada eşi görülmemiş bir likidasyonun baş aktörü oldu.

Üçüncüsü ise sol içi tartışmalara ilişkindir. Sosyalist hareket içinde, sosyalizm projesine yönelik tüm tartışmalar ve fikir ayrılıkları, bu trajik döneme ilişkin değerlendirme farklılıklarından kaynaklanmakta, ya da en azından bu değerlendirme farklılıklarından beslenmektedir. Geleneksel çizgiyi savunanlar bu tasfiyelerin haklılığının altını çizmekte, Troçkistler bu dönemi “bürokratik yozlaşma”nın kaçınılmaz sonucu olarak analiz etmekte, kendini “konseyci” ya da “Rosa”cı olarak tanımlayanlar bu sorunu partinin Sovyetleri ya da konseyleri işlevsizleştirmesiyle açıklamakta, mevcut tüm sosyalist oluşumların bu konudaki yaklaşımı, zikrettiğimiz bu ana eksenlerin şu ya da bu “kombinasyonu” ile ete kemiğe bürünmektedir. Bu konunun değerlendirilmesi, hala sol içindeki fikir ayrılıklarının temel bileşenlerinden biri olmaya devam etmektedir.

Bu üç boyut göz önüne alındığında, “Stalin dönemi tasfiyeleri” olarak bilinen konunun sağlıklı bir şekilde ele alınmasının güncel önemi ve elde edilecek kazanç ortaya çıkmaktadır. Hem burjuva propagandasına karşı ayaklarımızı gerçeklere basarak mücadele etmek, hem sol içinde varlığını hala sürdüren liberalizmin tahribatını önlemek, hem de sosyalist akımlar arasında esas olarak “sembol figürlere bağlılık ya da red” temelinde sürmekte olan ayrılıkları daha mantıksal bir temel oturtarak sağlıklı bir diyaloğu mümkün kılmak.

SSCB TARİHİNİ YORUMLAMANIN METODOLOJİK ZORLUKLARI
Bu yazı, orijinal kaynaklara inen bir arşiv araştırması değil, yapılmış araştırmaları temel alan bir siyasal yorum yazısıdır. Ancak bu dahi yeterince sorunlu ve çetin bir konudur.

Birinci sorun
, bu alandaki “kaynak”ların büyük çoğunluğunun bu güne kadar o dönemi yaşamış kişilerin anılarından oluşmasıdır. Çağımıza damgasını vuran sosyalizm-kapitalizm çelişkisi karşısında, ve onu özel biçimlerinden biri olan SSCB-kapitalist dünya çatışmasında tarafsız kalabilmiş hiç kimse yoktur. Dolayısıyla, gerek 20.yüzyılda, gerekse çatışmanın ideolojik planda sürdüğü günümüzde, bu konudaki “anı”ları yazanların her biri için, bu çatışmada “kendi” tarafının şu ya da bu ölçüde savunucusu olmaktan başka çare kalmamaktadır. Bu vaziyet, direkt anti-komünist literatür için geçerli olduğu gibi, SSCB ve Stalin’e karşı negatif yaklaşan Troçkist ya da Kruşçev’ci belgeler için de geçerlidir. Bu durum bazen olguların çarpıtılmasını, bazen de bilerek hasıraltı edilmesini gündeme getirmekte, bu da anı türünde her kaynağı tek başına güvenilir olmaktan çıkarmaktadır (1). Burada izlenebilecek yegâne yöntem, zıt “tavırları” savunanların anılarını beraber ve yan yana getirerek değerlendirmektir. Bir diğer yaklaşım da, bu anılarda “siyasi olarak yalan söylemesine gerek olmayan” noktaları (örneğin ABD büyükelçisi Joseph Davies’in 1930 yıllarındaki SSCB anılarında Stalin’i destekleyen argümanları gibi) güvenilir kabul etmektir.

İkinci sorun bu kaynakları değerlendirirken izlenen yöntem ve yaklaşımdır. ABD’li akademisyen John Archibald Getty   bu konuda şunu söylemektedir.

“Hiçbir başka dönem ya da konu için, tarihçiler tarihi anekdotlarla yazmaya ve kabullenmeye bu kadar istekli olmamışlardı. Büyük analitik genelleştirmeler, ikinci el kulaktan duyma koridor dedikodusu parçalarından türetildi. Hapishane hikayeleri (“arkadaşım bir kampta Buharin’in karısına rastladı ve o dedi ki…”) merkezi siyasi sonuç üretimleri için birincil kaynaklar haline geldiler. Gerçekten de Büyük Temizlik konusundaki önde gelen uzman (Soğuk Savaş ideologu Robert Conquest’i kastediyor – SD) “temel olarak en iyi kaynak söylentidir” demişti.” (2)

Belgelere dayalı tarih araştırmalarında şart olan karşılıklı kontrol (cross check), bütünsellik (ilgili tüm belgeleri bir araya getirerek analiz yapma) bunların büyük kısmında kulak ardı edilmiştir. Birinin SSCB veya onun yönetimi hakkındaki anılardaki tanıklığı, direkt bir kanıt ve “belge” olarak sunulmakta, bu tür “belgeler”in ard arda bombardımanı ile okur algısının dizaynı tamamlanmaktadır. Batılılar tarafından yazılan birçok kitap, daha baştan Stalin’i “hırslı, kana susamış, şeytani güç” olarak gösterdiği için dikkate değer sayılmayabilir. Ancak “sol” görünümlü, bilimsel olma iddiasında kimi eserler dahi, başlangıçta “meselenin Stalin’in kişiliği değil, objektif koşullar ve gerçekler” olduğunu vurguladıktan birkaç yüz sayfa sonra, aynı “şeytani güç” edebiyatına ve bayağılığına saplanmaktadır. (3)

SSCB’nin çöküşüyle birlikte bu konuda ilginç bir gelişme oldu. Önceleri Gorbaçov ve Yeltsin’in Sovyet dönemini karalamak için açılmasını ve araştırılmasını emrettiği arşivler, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte dünyadaki tüm araştırmacılara açıldı. Hala belli bölümleri kapalı tutulmasına rağmen, Batı dünyası başta olmak üzere tüm ülkelerden araştırmacılar, taraflı yazılmış anıların ötesinde Sovyet arşivlerinde o dönemlerdeki gelişmeleri bizzat gerçek ve orijinal belgeleriyle inceleme ve araştırma şansına kavuştu. Bu durum, umulanın aksine, sürpriz denebilecek bir sonuç yarattı: Soğuk savaş çığırtkanlığının ve anti-sovyet literatürün şahlanması ve ayyuka çıkması beklenirken, Batı akademik dünyası şaşırtıcı bir sessizliğe büründü. Brzezinski gibi namlı anti-komünistler dahil, bir dizi Batılı akademik çevre bu arşivleri incelemek ve malzeme çıkartmak için kolları sıvadıktan sonra, kısa bir dönem içinde adeta “sesleri kesildi”. Yapılan araştırmalardan, kamuoyuna yansıtılabilecek hiçbir “sansasyonel” sonuç çıkmadı, çünkü çıkartılamadı. Yayınlanan çalışmalar, Batılı propaganda merkezlerine hiçbir fayda sağlayamadan, salt akademik dünya ile sınırlı kaldı. Soğuk Savaş döneminde Robert Conquest’in dillere pelesenk ettiği “Stalin öldürttüğü milyonlar” söylemi, yerini “SSCB tarihinde politik nedenlerle idam edilen 700 küsur bin kişi” olgusuna bıraktı. Bütün bunların üstüne üstlük dünya kamuoyu, (Batı basınının da saklayamayacağı şekilde) “Rusya ve eski SSCB cumhuriyetlerinde gitgide artan Stalin sevgisi”, ya da “Rus halkının %70’i Stalin’i değerli bir lider olarak görüyor” haberleriyle yüz yüze geldi. Sosyalist sistemin çöküşüne kadar (komünistler de dahil) dünya kamuoyunu etkileyen “Stalin dönemindeki felaketler ve canavarlıklar” edebiyatı, yerini çok sayıda soru işaretine bıraktı.

YENİ BİR YAKLAŞIMIN İPUÇLARI
Yazımızda, bir kısmına ulaşabildiğimiz bu “arşivlere ve belgelere dayalı” araştırmalardan da yararlanarak, Dünya Komünist Hareketinde hala merkezi bir öneme sahip “SSCB’de siyasi tasfiyeler” konusuna elimizden geldiğince ışık tutmaya çalışacağız.

Yaklaşımımızın 3 ana ekseni olacaktır:

Birinci eksen, “defansif” kısımdır. 50 yıllık anti-sovyetik propagandanın dayandığı temelsiz suçlamaların belli başlılarını tek tek ele almak ve olgulara dayanarak çürütmek, öncelikle bu konuda komünistlerin dik ve kararlı bir siyasal duruş sergilemeleri için temel teşkil etmektedir. Bu kısımda, ağırlıklı olarak ülkemizde de araştırmaları yayınlanmış olan Grover Furr’ün çalışmalarından yararlanılacaktır.

İkinci eksen, işin “nasıl oldu?” kısmını ele alacaktır. Grover Furr’ün çalışmalarında eksik bıraktığı alan budur. Burada şunu kastediyoruz: Yıllar boyu, o dönem hapse atılan ya da kurşuna dizilen herkesin “Stalin’in hırsına kurban giden temiz ve idealist devrimciler”   olduğu söylenegeldi. Öyle ki, politik günahları ne olursa olsun, ömürlerinin sonuna kadar komünizme inançlarını dile getirmiş Troçki, Buharin, Zinovyev gibi liderler, burjuva medyasının parlattığı kahramanlar haline geldi. Bunun doğru olmadığı, karşı-devrime hizmet eden ciddi komploların varlığı birinci bölümde anlatılacaktır. Ancak bu, o dönem tasfiye edilen herkesin gerçekten “halk düşmanı” olduğu anlamına da gelmemektedir. Çok sayıda dürüst ve inanmış komünistin de bu süreçte kurban edildiği, sadece bugün değil, bizzat o dönem Stalin tarafından dahi kabul edilmiştir. Bir tek “haksız yere mahkum edilmiş masum” için dahi film yapmanın adet olduğu günümüzde, o süreçte haksız yere infaz edilen komünistler için de düşünmek, ve geleneksel açıklama olan “ağır emperyalist kuşatma koşulları”nın ötesinde, hangi iç olumsuzluk ya da çarpıklıkların sonucunda bu dramın gerçekleştiğini anlamak durumundayız. 21. Yüzyılın komünistleri olarak, o yoldaşlara en azından bu kadarını borçluyuz. Bu tarz bir analiz, aynı zamanda bu süreçte yaşanan çarpıklıkların, SSCB’nin çökmesine yaptığı direkt ve endirekt etkileri de ortaya koyacaktır.

Üçüncü eksen
ise, önümüzdeki mücadele ve insanlığı bekleyen sosyalist inşa deneyleri için ders çıkarmaktır. Sosyalizmi savunmada aynı kararlılığı sürdürmek, ama aynı hataları tekrar etmemek için siyaset anlayışımızda, Marksist siyaset teorisinde nelerin netleştirilmesi ve güçlendirilmesi gerektiği sorusu, bu bölümün temel ilgi konusu olacaktır.

Burada son olarak vurgulamak istediğimiz nokta şudur: Bu dönemde yaşanan sorunlar hakkında “hazır açıklamaları“ olan yaklaşımlar, Marksistler arasında 1920’den beri mevcuttur; ancak bu açıklamalar hiçbir şeyi “açıklamamaktadır”. Troçkistlerin “dünya devrimi olmadığı için bürokratik diktatörlük şeklinde yozlaştı” tezi, ya da konseycilerin “Sovyetler partiye bağımlı hale geldikleri için böyle oldu” tezleri, kaybedilmiş bir iktidar savaşının hırsıyla 90 yıldır sürdürülmüş beyhude ve hazin tezlerdir. Sadece Lenin’in değil, bir dönem Stalin’in dahi kararlılıkla savunduğu ve beklediği Dünya Devrimi’nin gerçekleşmemesi bir tercih değil, somut bir fiili durumdur; ve yakın dönemde de dünyada gerçekleşeceğe benzememektedir. Öte yandan devrim aşamasında süreci yöneten siyasi öznenin, yani Partinin tüm temsili emekçi organlarında çoğunluğu kazanması ve buradaki politikaya damgasını vurması ise gene son derece doğal ve kaçınılmaz bir durumdur; ve gene yakın gelecekte oluşacak devrimci atılımlarda da farklı bir durum yaşanması söz konusu değildir. “Bunlar olmasaydı …” diye başlayan sözde açıklamalar, hayatın gerçeğinin uzağında gelişmiş küskün ve nostaljik bir siyasal metafiziğin unsurları olarak bize herhangi bir faydaları dokunamaz. O açıdan tavsiyemiz, SSCB’de yaşanan süreci “zaten” açıkladığını düşünen arkadaşların, yazının geri kalanını okuyarak ya da bize bu doğrultuda eleştiri yazarak gerek kendi vakitlerini, gerekse bizim vaktimizi heba etmemeleridir.

BİRİNCİ BÖLÜM:

ÇARPIK İDDİALARIN LİSTESİ
SSCB’de Stalin dönemini bir “suç ve cinayet iktidarı” olarak yansıtmayı amaçlayan tüm belli başlı hücumlar, ister direkt burjuva düşünce dünyasından, ister muhalif sol çevreler olan Troçkistler, Kruşçevciler, Rosa’cılardan gelsin, temel olarak aşağıdaki listedeki iddialar kümesini temel almaktadır:

Stalin, iktidarı esnasında aldığı kararlarla milyonlarca insan (takriben 20 milyon) öldürttü.
Stalin parti içindeki otoritesini ve siyasi görüşlerini, uyguladığı baskı ve terör politikası sayesinde kurdu ve pekiştirdi.
1934’de işlenen Kirov cinayeti, ona muhaliflere saldırmak için fırsat verdi. Muhtemelen o cinayeti de kendisi işlettirdi.
“Tek adam” olabilmek için en yakın arkadaşlarından ilk fırsatta kurtulmayı planladı ve yaptı.
Mahkemelerdeki bütün ifadeler işkence ile alındığı için hiçbiri gerçeklik taşımamaktadır.
Önce bu iddiaları tek tek ele alalım ve analiz edelim.

BİRİNCİ İDDİA:

“STALİN 20 MİLYON KİŞİ ÖLDÜRDÜ” YA DA

“STALİN DÖNEMİ VAHŞETİ” SÖYLEMİNİ KATMANLARINA AYIRMAK
Bu iddia en sahtekârca olan ve alt edilmesi en kolay iddia olmakla birlikte, konuya bütünsel bir bakış getirmek, ve ilgi alanımızı daraltmak için işe buradan başlamayı uygun gördük. “20 milyon” rakamını bugün telaffuz edenler açısından, bu ifade herhangi bir olguya ya da somut hesaplamaya tekabül etmeyip tamamıyla sübjektif ve “karşımdaki ne kadarını yerse” ilkesine dayanan bir saldırı yöntemidir. Sübjektiftir, çünkü bazı uyanık şahıslar (Türkiye’de güvenlik güçlerinin öldürdüğü 20.000 kişiyi PKK’nın hanesine yazıp “30.000 kişinin katili Apo” demeleri gibi) bu rakama 2.Dünya Savaşında ölen 26 milyon Sovyet yurttaşını da ekleyip toptan “50 milyon kişinin katili Stalin” diyebilmektedir. Ancak bu rakamın da bir tarihi vardır: İlk defa Perestroyka döneminde, “marksist” olduğunu iddia eden Sovyet muhalifi Roy Medvedev (bugün kendisi Putin’in “yandaş” kalemlerindendir), Sovyet gazetesi “Argumenti i Fakti” de (elbette Gorbaçov’un teşvikiyle) Şubat 1989’da bu iddiayı yayınladı. Akabinde Amerikan New York Times bu iddiayı bir haber olarak dünyaya yaydı (4).

O güne kadar baskı altında olup sesi fazla duyulmayan Roy Medvedev’in öne çıkma ve Sovyet toplumunda meşruiyet kazanma çabası ile, Gorbaçov’un Stalin dönemini “lanetli devir” ilan etme çabalarının ortak ürünü olan bu çalışma, aşağıdaki ektende izleneceği gibi, her türlü arşivsel dayanaktan mahrum (zira arşivler o sıra kapalıydı), yuvarlatılmış ve (bugün ortaya çıktığı gibi) şişirilmiş rakamlardan, birbiriyle kesişen mükerrer kategorilerden, “Çarlık kökenli soylu ailelere yapılan baskılar” gibi komünistleri ilgilendirmeyen kalemlerden oluşan bir göz boyama senfonisidir. “20 milyon” rakamı, sağcı veya solcu, hiçbir ciddi akademik çevrede bugün kaale alınmayan, sadece ilkel anti-komünistlerin kafalarında geçmişin bir tortusu olarak varlığını sürdüren eskimiş ve paslanmış bir Soğuk Savaş silahıdır

Bu havada uçuşan yalanların toz bulutu içinde, konuya hakim olabilmek ve objektif, en azından üzerinde tartışılabilir bir çerçeve oluşturmak için temel bir önermeyle başlayalım:

1917 – 1950 arasında, ve İç Savaş (1917 – 1921) ve 2.Dünya Savaşı (1941 – 1945) haricinde, SSCB’de toplu ölüm sebebi olup analiz edilmesi gereken 3 olgu vardır:

Büyük Sovyet Açlığı (1931 – 1933)
Çalışma Kampları (Gulag)
Siyasal yargılamalar ve infazlar
Bunları teker teker ve kısaca inceleyelim.

BÜYÜK SOVYET AÇLIĞI:

NEYDİ, NE DEĞİLDİ?

1987 yılında anti-sovyetik propagandanın en büyük şampiyonu Robert Conquest (5), “Keder Hasadı” (“Harvest of Sorrow”) adlı çalışmayı yayınlayarak SSCB’de 1931 yılında yaşanmaya başlanan büyük açlığı ele aldı ve bunu bir soğuk savaş malzemesi olarak piyasaya sürdü. Conquest bu kitabında 1931 – 1933 arasında SSCB’de tahılda meydana gelen kıtlık sonucu 14,5 milyon insanın açlıktan öldüğünü iddia etmiş ve bunun doğal bir afet değil, Stalin ve Parti yönetiminin politikalarının bilinçli sonucu olduğunu savunmuştur.

Conquest’e göre:

Aslında 1932 yılının tahıl rekoltesi halkı beslemek için yeterliydi.
Stalin yönetimi bu tahılın büyük kısmını sanayileşmeyi hızlandırmak için ihraç etti ve halkı bile bile açlığa mahkum etti.
Oluşan açlık esas olarak Ukrayna bölgesindeydi. Stalin bu açlığa göz yumarak bir yandan da Ukrayna halkını ve onun milliyetçiliğini “cezalandırmayı” amaçladı.
Oluşan açlığın yol açtığı kitlesel ölümler, başka bir açıdan da kollektivizasyona direnen köylülüğün direncini kırmaya yaradı.
SSCB’nin çöküş sürecine girip Sovyet arşivlerinin açılmaya başladığı o yıllarda, bu kitabın yayınlanmasından 4 yıl sonra 1991’de Batı Virginia Üniversitesi’nden Profesör Mark Tauger, bizzat Sovyet arşiv kayıtlarına dayanarak kısa, ama oldukça etkileyici bir eser yayınladı: “1931 Sovyet Açlığında Doğal Sebepler ve İnsan Faktörü” (6). SSCB ve Doğu Avrupa tarımı uzmanı olarak Tauger, Conquest’in hiçbir sağlıklı analize dayanmayan iddialarını tek tek çürüterek şunları ortaya koydu:

1932 rekoltesi, halkı beslemek için kesinlikle (ve büyük ölçüde) yetersizdi
Bunun sebebi bitkilere musallat olan hastalıktı ve bu anlamda 1932, kesinlikle bir doğal afetti.
Bu hastalıkta başaklar gür bir şekilde ve çok sayıda boy atarken, başak başına düşen tane miktarı dramatik olarak düşüktü; bu yüzden de felaket geç fark edildi.
Bu trajedide insani hata, yönetimin felaketi geç fark etmesi, tedbir olarak sadece tahıl ithaline başvurmasıydı.
O dönemde başlamış olan kollektivizasyona kimi köylülerin gösterdiği direnç, sürecin yönetilmesini zorlaştırarak kaosu, ve dolayısıyla trajediyi daha da büyük boyutlara vardırdı.
İhraç edilen rekolte 1933 rekoltesiydi; ama o yılda zaten açlık yapacağını yapmış ve büyük ölçüde sona ermişti.
Olayın “Ukrayna milliyetçiliği”ne, dolayısıyla Ukrayna’ya yönelik olduğu iddiası saçmadır, zira 2,5 milyon Ukraynalının yanı sıra 2 milyon civarı diğer cumhuriyetlerden (başta Rusya) insan ölmüştür. Toplam ölü 4 - 4,5 milyon civarındadır.
Sonuç olarak, ağırlıklı olarak bir doğal afet olan 1931 Sovyet açlığını Stalin’in hanesine kaydetmek, 1918-1920 arası Batı dünyasında 60 milyon insanın ölümüne sebep olan İspanyol nezlesini “kapitalist sisteme” mal etmekten farksızdır ve komünistlere değil, Conquest gibi şarlatanlara yakışan ucuz bir kurnazlıktır. Maalesef Conquest’in yediği herzeler, “Holodomor” adı altında bugün Ukrayna’yı (şimdilik) yöneten Nazi yanlısı ve ABD destekli gerici kliğin resmi ideolojisi durumundadır. Buna karşılık Conquest’in eserleri, yukarda gördüğümüz ve ilerde de göreceğimiz gibi, dürüst akademisyenlerin eleştirileri sonunda, her geçen gün tarihin tozlu raflarında ucuz soğuk savaş filmlerinin yanında yerini almaktadır.

“MİLYONLARIN ÖLDÜĞÜ ESİR KAMPLARI” OLARAK GULAG’LAR:

DİĞER EFSANE

Stalin dönemine ilişkin başka bir “tüyler ürpertici” iddia, her türden mahkûmların yollandığı “Gulag” çalışma kamplarına ilişkindir. Buradan “on milyonlarca insanın geçtiği, Sovyet sanayileşmesinin esas olarak buralardaki köle emeğine dayandığı, burada (çoğu masum) milyonlarca insanın da öldüğü” iddialarındaki gerçek payı, gene arşivlerde yapılan ciddi çalışmalar sonucunda layıkıyla ortaya çıkarıldı. Gulag’ların “şefkat dolu ceza kurumları” olmadığı, koşulların ağır ve çetin olduğu, toplum düzenine karşı çıkan herkes için (gerek adi, gerekse siyasi suçlular için) sert ve caydırıcı olmayı amaçladığı açıktır. Ancak bunları bir “insan mezbahası” gibi göstermeye çalışan tezlerdeki gerçek payı nedir?      

“Perestroika” döneminde Gulag’a ilişkin Sovyet arşivlerindeki bütün kayıtları açtıran Gorbaçov, bu konuda “gerçeklerin araştırılmasını ve açığa çıkarılmasını” emretti. Amaç, gene Stalin dönemini kanlı bir “devr-i sabık” olarak yansıtma çabalarına Gulag üzerinden destek aramaktı. Bu kayıtlarda araştırma yapan en yetkili isim, Rus sosyolog Viktor Zemskov, araştırma sonuçlarını 1991’de yayınladı; Rus komünisti Pavel Krasnov da bu sonuçları dünyadaki verilerle karşılaştırarak bir değerlendirme hazırladı (7). Buna göre:

“Baskı politikası”nın en yoğun olduğu 1937 ve 1938’de SSCB’de Gulag’daki toplam insan sayısı şu şekildeydi:
1937: 1.196.369 kişi, bunların %87’si adi (siyasi olmayan) suçlu
1938: 1.881.570 kişi, bunların %81’i   adi (siyasi olmayan) suçlu
Günümüz ABD’sinde hapishanelerdeki toplam mahkum sayısı: 2.300.000 kişidir! Bu rakam nüfuslara orantılı hale getirilirse (bugünkü ABD 300 milyon, 1937 SSCB 200 milyon) ABD’nin rakamı 1,53 milyon etmektedir. Bu da “korkunç” 1937 yılından daha fazla, 1938’den de biraz daha azdır. Sonuçta bugünün “demokratik” ABD’si en istikrarlı döneminde bile, “totaliter” SSCB’nin olağanüstü bir dönemden geçtiği 1937 ve 38’deki halinden (hapsedilen nüfus açısından) aşağı yukarı aynı profildedir!..
Gulag’ın zirve yaptığı yıl ve rakam 1950 yılıdır ve toplam mahkûm sayısı 2,3 milyon kişidir. Bunların ezici çoğunluğunu oluşturan ve rakamı yükselten, savaş sonrası yıkımın ve otorite boşluğunun yarattığı yasadışı unsurlar (haydut çeteleri, yağmacılar, asker kaçakları, işbirlikçiler, spekülatörler..vs) olmuştur.
Sanayileşmenin “Gulag’taki köle emeği ile gerçekleştiği” adi bir yalandır, çünkü:
SSCB’deki mahkum kitlesi, toplam emek gücünün %2’sini hiçbir zaman aşmadı
Bu kitle sadece vasıfsız emek gerektiren işler (yol kazma..vs) için kullanıldı; ancak sanayileşmenin en büyük kısmı eğitilmiş-kalifiye emek gerektiren işlerden oluştu.
Sovyet sanayileşmesi 1928’de başlayıp 1938’de tamamlandı. Sanayileşmenin en kritik yılı olan 1934’de dahi Gulaglardaki toplam rakam 500.000 civarındaydı. Başka bir deyişle Gulag nüfusu kayda değer şekilde arttığında sanayileşme zaten bitmek üzereydi.
Siyasi hükümlüler: Zemskov’un verdiği rakamlara göre 1920 ile 1953 arası (İç Savaşın bitiminden Stalin’in ölümüne kadar geçen dönemde) siyasi sebeplerle   hapse atılmış toplam insan sayısı 3,8 milyondur. Bunların mahkûmiyet süreleri ise:
%38,4’ü 5 – 10 sene
%35,5’i   3 – 5 sene
%25,2’si   3 yıldan az
%0.9’u     10 yıldan fazla
Bu sürelerin ağırlıklı ortalaması 4 yılın altındadır. Ancak bugün ABD’deki tüm mahkûmların mahkûmiyet sürelerinin ortalaması 63 ay, yani 5 yıldan fazladır!

Görüldüğü gibi, Gorbaçov ve Yeltsin’in “Gulag Harekatı” da, arşivler açılıp gerçekler ortaya çıktığında sönen balonlardan bir diğeri olmaktan kurtulamamıştır. Zemskov’un raporunun yayınlanmasına rağmen Yeltsin, 901.127 kişinin mahkumiyetlerini yeniden inceletmiş (kalan milyonlar muhtemelen “inceletilmeyecek kadar aşikâr” olduğu için), bunlardan 637.614’üne itibarını iade etmiştir. Bunu yaparken de Sovyet sistemine karşı açık suç işlemiş olanları da büyük bir gözü dönmüşlükle aklamış, aşağıda ele alacağımız 1937-39 Olağanüstü Durum Mahkemeleri olan “Troika”ların aldığı tüm kararları “yasa dışı ve geçersiz” ilan etmiştir.   Sonunda, 2.Dünya Savaşı’nda Nazilerle işbirliği yapmış olan meşhur vatan haini General Vlasov’u bile aklamaya kalkmış, ancak savaş gazilerinin protestosu sonucu vazgeçmek zorunda kalmıştır.    

Sonuç olarak, Soğuk savaşın bilinmezlik ortamında Solzenitsin gibilerinin de katkısıyla çok popüler olan ve Batı açısından epey işlevsel olan Gulag hikayeleri de, bugün demode bir turistik eşyadan öteye anlam taşımamaktadır. Ne Yeltsin ihanetinin uykusundan uyanmış Rusya için, ne de devasa bir hızla büyüyen “kendi” Gulag’ıyla baş etmekte zorlanan ABD için…

1937-38 DAVALARI:
SİYASİ SEBEPLE KURŞUNA DİZİLENLER

Asıl konumuz budur. Yukardaki açıklamalar, sadece sapla samanı, elmayla armutu ayırmak, konumuzla ilgisi olmayan olguların ilgi alanımızı bulandırmasını engellemek ve asıl konumuzun çerçevesini net çizmek içindi. Konuya girelim:        

Gorbaçov döneminde yayınlanan bir araştırmaya göre SSCB’de 1930-1953 yılları arası siyasi sebeplerle (“karşı-devrimcilik ve devlete karşı suçlar”dan) idam cezası alıp infaz edilen kişi sayısı 786.000 kişidir. Eldeki NKVD belgelerine göre de 1937-38 yıllarında siyasi sebeplerle kurşuna dizilen inşan sayısı 681.692’dir. Bu rakam 1936 yılında ise sadece 1.118’dir (8). ÇKP kaynakları da bu rakamı doğrulamaktadır (9)      

Daha ayrıntılı ve senelere göre dağılım aşağıda verilmektedir:

Sene                 Toplam Hüküm Giyen       İdam Edilen

1928                             33.757                                       869

1929                             56.220                                     2109

1930                           208.069                                   20.021

1931                           180.696                                   10.651

1932                           141.919                                     2.728

1933                           239.664                                     2.154

1934                             78.999                                     2.056

1935                           267.076                                     1.229

1936                           274.670                                     1.118

1937                           790.665                               353.074

1938                           554.258                               328.618

1939                             63.889                                     2.552

Kaynak: Rusya Federasyonu Devlet Arşivi (GARF)’dan aktaran Getty ve Naumov (10)

Bu rakam, az bir rakam değildir. O dönemki SSCB nüfusu ile oran kurulursa, 1937-38 yıllarında aşağı yukarı her 300 kişiden biri siyasi sebepten kurşuna dizilmiş demektir. Bu furyada hainlerin ve suçluların yanı sıra masumların da bulunduğunu gösteren 2 net olgu vardır: Birincisi, 1939 sonrasında bu tasfiyelerde aşırı davrandığı için yargılanıp hüküm giyen (bir kısmı Parti, bir kısmı NKVD yöneticisi olan) kadroların yargılanma sürecinde, kanıtlarıyla sunulan “elini masum komünistlerin kanına bulama” suçlamasıdır. İkincisi ise, öldürülmeyip ağır hapse ve sürgüne mahkûm edilenlerin arasında, serbest bırakıldığında SSCB kahramanı olacak kadar sosyalizme ve SSCB’ye bağlı insanların varlığıdır. Onlar kadar şanslı olamamış, yani kendini ispat için bir fırsat verilemeden infaz edilmiş kadroların da varlığı pek muhtemeldir.    

Yukarda dile getirdiğimiz iddiaları adım adım izleyip ele aldığımızda, haklı bir temizlik sürecinin nasıl bir dizi birikmiş sorunla üst üste gelerek kontrolden çıkmış bir sürece dönüştüğünü göstermeye çalışacağız.

DİPNOTLAR:

1-Somut bir örnek, Kruşçev’in meşhur 20.kongredeki konuşmasında aktardığı Stalin’in 10 Ocak 1939 tarihli telgrafıdır. Bu dokümanın Kruşçev’in aktardığı bölümünde Stalin, İçişleri Bakanlığı’nın “sorgularda fiziksel şiddet kullanmasına izin verildiğini” söylemektedir. Kruşçev bunu “işkenceye davet ve onay” olarak yorumlamıştır ve yansıtmıştır. Ancak J.A.Getty’den aktaran Grover Furr’ün gösterdiği gibi, metnin Kruşçev tarafından yansıtılmayan ara bölümünde Stalin “bunun sadece istisnai durumlarda, Sovyet yönetimiyle hapiste de mücadele etmeye devam eden düşmanlar için geçerli olduğunu, bunu kural haline getirip sıradan dürüst insanlara karşı kullanılmaması gerektiği, bunu yapanların hain olduğunu” açıkça belirtmiştir. Aktarılmayan bu bölüm, metnin (ve olayın) tüm anlamını değiştirmektedir. (“Kruşçev’in Yalanları”, Grover Furr, Yordam Yayınları, S.386)
2-Origin of the Great Purges”, J.Arch Getty, Cambridge University Press, 2008, s.5
3-Bu konuda somut örnek, Moşe Levin’in “Sovyet Yüzyılı” adlı kitabıdır. Bilimsel yaklaşım iddialarıyla başlayan kitabın 125. Sayfasında, Stalin’in romancı M.Şolohov’a gönderdiği bir mektup aktarılmaktadır. Stalin, kollektifleştirme esnasında mağdur olan Kuban köylüleri için Şolohov’un bizzat istediği yardımı sağlamış, mağduriyeti gidermiş, yazdığı mektubun sonunda ise “Gene de, Şolohov yoldaş, bu köylülerin ellerindeki buğdayları saklayarak Sovyet iktidarına karşı gelmiş olduklarını unutmayalım” şeklinde bir not eklemiştir. Moşe Levin’in yorumu ise şudur: “Bu notla aslında Şolohov’u tehdit ediyordu. Şolohov çok popüler olduğu için onu kıskanıyor ve onu bir an önce öldürmek istiyordu. Ama popülerliği buna engel olduğu için bunu yapamıyordu”. Burada gözlenebilen tek şey, “şeytani Stalin” değil, kafayı ona takmış obsesif bir ruhun, Moşe Levin’in yorumlarıdır.
4-Bakınız:   https://www.nytimes.com/1989/02/04/world/major-soviet-paper-says-20-million-died-as-victims-of-stalin.html
5-Robert Conquest hakkında birkaç söz: İngiltere Genç Komünistler Birliği üyesiydi ve 20 yaşında bir komünist olarak 1937’de SSCB’yi ziyaret etti. İşin ilginç tarafı, bu ziyaretten sonra da fikirlerinde bir değişiklik olmadı. Ancak 2.Dünya Savaşı’nda bir süre İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nda, sonra da İstihbarat’ta çalışan Conquest, bu süreçte önce komünizme karşı eleştirel bir tavır, daha sonra açıkça gözü dönmüş bir düşmanlık göstermeye başladı. Ülkemizde Hadi Uluengin ve Halil Berktay gibi zavallıların “dönüşümüne” tanık olmuş bizler için bu tanıdık bir vakadır. Batılılar bu sendroma “En sağlam bir anti-komünist, ancak eski bir komünistten olabilir” derler. Bizim içinse bu sadece “bir döneğin ihaneti gurura, utancı küstahlığa dönüştürebilmek için sergilediği zoraki nefret”tir.
6-“Natural Causes and Human Factor in 1931 Soviet Famine”, Mark B.Tauger, The Carl Beck Papers, 2001, Pittsburgh
7-“What were the Chances to be Sent to Gulag?”, Pavel Krasnov, http://www.northstarcompass.org/nsc0901/gulag.htm
8-“The Road to Terror”, J.A. Getty ve Oleg Naumov, Yale University Press, 2010, s.243
9-“Sovyet Mirası ve Sovyet Sonrası Toplumsal Mücadeleler”, Li Shen Ming, Canut Yayınları, c: II, s.34
10-The Road to Terror”, J.A. Getty ve Oleg Naumov, Yale University Press, s.67

https://politikagazetesi.org/?q=content/sosyali%CC%87zm-tari%CC%87hi%CC%87ni%CC%87n-en-%C3%A7ok-tarti%C5%9Filan-d%C3%B6nemi%CC%87-sscb%E2%80%99de-siyasi-tasfiyeler-1937-1939-yeni

melnur  |  Cvp:
Cevap: 1
01.03.2022- 00:07

SOSYALİZM TARİHİNİN EN ÇOK TARTIŞILAN DÖNEMİ: SSCB’DE SİYASİ TASFİYELER (1937-1939) - YENİ BİLGİLER, FARKLI BİR BAKIŞ (2)

Resim Ekleme
Stalin posterinin taşındığı bir yürüyüş

Sinan DERVİŞOĞLU

İkinci İddia: “Stalin, Parti içindeki otoritesini baskı ve terörle kurdu ve pekiştirdi”
Bu iddia, Bolşevik partisinin 1924 sonrası tarihinden bihaber olan, parti tarihini sadece yargılama ve tasfiyelerden ibaret sayanlar için anlamlı olabilir. Partideki tartışmaların ve yönetici ekiplerin 1924 sonrasındaki evrimine kısaca bir göz atıldığında, bu iddianın temelsizliği ortaya çıkacaktır. Bu çerçevede, Lenin’in ölüm yılı olan 1924 sonrasındaki tüm Bolşevik Parti kongrelerini, tarihleri, kapsamları ve kararları ile birlikte kısaca gözden geçirelim:

13.Kongre (Mayıs 1924): Lenin’in ölümünden sonraki ilk kongre. NEP (Yeni Ekonomik Politika), yani köylülükle iyi geçinme ve serbest ticaret politikası onaylanıyor. Troçki’nin “Muhalefet bloku” ise Marksizm’den bir sapma olarak siyaseten mahkûm ediliyor (tutuklama, ya da ihraç söz konusu değil). Stalin’in de eleştirildiği Lenin’in meşhur “Vasiyeti” kongrede delegelere okunuyor. Troçki’nin karşısında Stalin, Zinovyev, Kamenev üçlüsü yönetimdeler.
14.Kongre (Aralık 1925): “Sanayileşme Kongresi” olarak geçer. “SSCB’de sosyalizmin inşasına girişilmesini” savunan Stalin-Buharin-Rikov bloğuyla, bunun “Dünya Devrimi olmadan Rusya’da mümkün olmadığını” savunan Troçki-Zinovyev-Kamenev’in “Yeni Muhalefet” bloğu arasındaki kavga bu kongreye damgasını vuruyor. Partinin Leningrad Komitesi, Zinovyev muhalefetinin kalesi durumunda. Buna karşılık, kongreye katılan 653 delegeden sadece 63’ü muhalefet lehine oy kullanıyor. Kongre, Leningrad örgütüne bir çağrı kaleme alarak, parti birliği konusunda hassas ve sorumlu davranılması gerektiğini hatırlatıyor. Tutuklama, ya da ihraç yok. Hatta Troçki’nin partiden atılmasını savunanlara şiddetle karşı çıkan   Stalin, onun Savunma Halk Komiserliği görevinden alınmasının yeterli olduğunu belirtir ve şöyle devam eder: “…..kesme-biçme, ve kan dökme politikası Parti için büyük tehlikelere yol açar. Bugün bir azanı kesersin, yarın bir diğerini, öbür gün bir başkasını- o zaman Partiden geriye ne kalır? (Alkışlar) “ (11) Muhalif konumlarına rağmen, Zinovyev ve Kamenev, kongrede Parti MK’sı adına birer rapor sunarlar (Komintern’deki Durum ve Ekonomik İnşa hakkında). O dönemin demokratik tartışma havasını yansıtan bir diğer örneği Molotov vermektedir. Kendine güvenen Zinovyev, çoğunluk liderlerine “gelin, fabrikada işçilerin önünde tartışalım” der ve onları sol muhalefetin güçlü olduğu, aynı zamanda 1917 devriminin kalesi olarak görülen Leningrad’daki Putilov fabrikalarına çağırır. Kalinin ve Molotov giderek binlerce işçinin önünde Zinovyev ile tartışırlar. Tartışma şiddetli geçer. Özellikle kadın işçiler attıkları sloganlarla Sol Muhalefeti desteklerler. Sonunda Kalinin, devlet başkanı prestijini de kullanarak, bu tarz bir muhalefetin sosyalizme nasıl zarar vereceğini anlatır ve etkileyici bir konuşma ile muhalefetin Putilov’daki gücünü kırar. (12)
15.Kongre (Aralık 1927): Bu kongreye ağırlıklı olarak MK önderliği ile Birleşik Sol Muhalefet (Troçki-Zinovyev-Kamenev bloğu) arasındaki mücadele damgasını vurdu. Bu bloğa tüm parti üyelerinden çıkan destek oyu % 0,5 civarındaydı. Kongrede bu bloğun temsilcileri olarak Kamenev ve Rakovski söz aldılar. Bu platformun başını çeken 121 kişi, kongreye bir tebliğ sunarak “parti birliğine zarar vermek istemediklerini, kongre kararlarına uyacaklarını, ancak görüşlerinden vazgeçmediklerini” açıkladılar. Kongre, “ayrı bir parti gibi örgütlendiği” belirtilen Sol muhalefetten Troçki, Zinovyev için Kasım 1927’de alınmış olan partiden atılma kararını onayladı ve 75 diğer aktif muhalifi de partiden ihraç etti. Önceki kongrede MK üyeliğine seçilen Sol Muhalefet mensupları da, partide kalmakla birlikte MK’dan alındılar. Tutuklama hala yok.
16.Kongre (Temmuz 1930): Bu kongre öncesinde Stalin, 14.kongreden beri sürmekte olan Buharin ve Rikov ile işbirliğine son verir. Köylülüğe zarar vermemek için yavaş (o dönemki deyimiyle “kaplumbağa hızıyla”)   sanayileşmeyi savunan Buharin ve Rikov’a karşı Stalin, Molotov ve Kaganoviç ile birlikte hızlı ve radikal bir sanayileşme hamlesini savunur ve MK çoğunluğunu ikna eder. Sanayileşmenin tüm hızıyla sürdüğü bir dönemde yapılan Kongre, Stalin-Molotov çizgisini onaylar ve sadece Sol Muhalefet’i değil, Buharin ve Rikov’a işaret eden “sağ sapma”yı da mahkûm eder. Ancak (1929’da sürgün edilen Troçki dışında) hala bir ihraç ya da tutuklama söz konusu değildir.
17.Kongre (Şubat 1934): Tarihe “Galipler Kongresi” olarak geçer, zira Birinci 5 Yıllık Plan tamamlanmış ve SSCB muazzam bir atılım yaparak bir sanayi ülkesi olmuştur (çelik üretiminde İngiltere’yi geçmiştir; ki bu o dönemin ekonomik değerlendirme kriterleri açısından büyük bir başarıdır). Tarımda kollektifleştirme tamamlanmış, tüm SSCB’de planlı sosyalist ekonomiye geçilmiştir. Geçmişte partiden atılan ya da görevinden alınan muhalifler (Zinovyev dahil) partiye yeniden kabul edilerek kongreye katılmıştır. Kongre Stalin açısından çelişkili bir tablo yaratmıştır. Bir yönüyle Stalin (resmi kayıtlar aksini iddia etse de, tanıkların belirttiği kadarıyla) delegelerden ciddi miktarda “çizik” yemiştir. Bunun muhtemelen sebebi, 1924’den beri sürekli olarak parti içindeki her tartışma ve çatışmanın merkezinde yer alması, değişik ekiplerle hareket etmesine rağmen hep ayakta ve başta kalması, ve “çok fazla haklı çıkması”nın yarattığı yıpranmışlıktır. Bunu gören Stalin, kongreden sonra parti Politbüro’sunda “varlığım bir gerilim yaratıyorsa görevi bırakmaya hazırım” diyerek genel sekreterlikten istifa etmiş, ancak Politbüro oy birliği ile onun bu görevi sürdürmesinin Partinin başarısı için elzem olduğunu belirterek göreve devamına karar vermiştir. Ancak öbür yandan 17. kongre, “çizik atmayan” büyük çoğunluk nezdinde Stalin efsanesinin de doğuş yeri ve anı olmuştur. 1929 sanayileşme atılımı esas olarak onun önderlik ettiği ekibin fikri olduğu için, tüm söz alanlar kendisinden övgüyle söz etmiştir. Kongrede tüm eski muhalefet liderlerine (sol ve sağ) söz verilmiş, konuşma yapan Zinovyev, Kamenev, Buharin, Rikov, ve Tomski özeleştiri yaparak Parti’nin merkez çizgisinin haklı çıktığını, kendilerinin hata yaptığını, bundan sonra partiyi güçlendirmek için çalışacaklarını belirtmişlerdir. Parti dışında, halk kitleleri nezdinde ise Stalin’in prestiji zirveye çıkmıştır. Sanayileşme ve ona eşlik eden kültür devrimi, bir yandan makinayı ve elektriği milyonların yaşamına sokarken, öte yandan da hayat boyu meyhane-kilise-çamurlu yollar arasında debelenmiş olan Rus insanının yaşamına müziği, sinemayı, kitabı ve bilimi getirmiştir. O yılların en yaygın sloganı olan “Hayat her geçen gün daha ilginç oluyor” cümlesinin işaret ettiği ruh hali tam olarak budur. Bu muazzam atılım da, kitlelerin basitleştirici imgeleniminde, direkt olarak Stalin’in hanesine yazılmıştır. Duyulan sevgi ve coşku o seviyededir ki, o yıllarda (planlanmasıyla bizzat ilgilendiği ve katkı yaptığı) Moskova’ya “Stalin” adının verilmesi teklif edilmiş, doğal olarak (en başka kendisi) bunu reddetmiştir.


Kısaca kapsam ve gelişimini özetlediğimiz bu kongreler neyi işaret etmektedir?

1-1924-34 arası geçen 10 yılda parti içi tartışmalarda Stalin belirli ekiplerle birlikte tavır almış, ancak onların savrulmalarından uzak durmuştur.
2-1929’da kendisi derin bir öngörüyle sanayileşme hamlesini gerçekleştirmiş, Rusya’nın ve diğer halkların 100 yıllık modernleşme özlemini hayata geçirmiştir.
3-Bunu sonucunda olağanüstü bir prestij, destek ve dolayısıyla otorite kazanmıştır.
4-Bütün bu süreç, baştan aşağı parti ve devlet meşruiyeti içinde, kanun, kurallar ve tüzüğe uygun mekanizmalar, yani açık tartışma, seçim ve kongreler üzerinden gerçekleşmiştir. Açıkça partiyi bölmeye çalışan ve partinin tümü nezdinde teşhir olan ve sürgüne yollanan Troçki hariç, bu dönemde Stalin’in hiçbir siyasi rakibine sesini kesme, söz hakkı vermeme, sansür, mahkemeye çıkarma, tutuklama, hapis ya da infaz uygulaması söz konusu olmamıştır.
5-Partide kalan muhaliflerin tümü de, hatalarını kabul etmiş ve Stalin önderliğindeki Merkez Komitesi’nin çizgisini benimsediklerini ilan etmiştir.


Dolayısıyla, “Stalin’in parti içindeki otoritesini baskı, terör ve infazlarla kurduğu” iddiası, ancak yukardaki net gerçeklere göz kapayarak yutturulabilecek bir yalandır. Bu durum, şu soruyu da gündeme getirmektedir: 1934’de zaten olağanüstü bir otorite (dolayısıyla iktidar) elde etmiş bir lider, neden 1937 sonrasında eski rakiplerini tasfiye etme yoluna gider? Bu sorunun cevabının “iktidar elde etmek” olmadığı açıktır.

Üçüncü İddia: “Stalin Kirov cinayetini bahane ederek eski rakiplerini tasfiye etti”
1 Aralık 1934’de, Nikolayev adlı dengesiz biri (eski bir Zinovyev taraftarı) Leningrad Parti örgütü binasına girerek partinin bölge lideri ve Politbüro üyesi Sergey M. Kirov’u öldürür. Yapılan soruşturmada NKVD görevlileri sorguya çekilir, bir organize komplonun varlığı sorgulanır, ancak bir sonuç çıkmaz. Nikolayev idama mahkum edilerek infaz edilir.

Kirov cinayeti, Kruşçev’in, sonra 1990’larda Gorbaçov’un, bu arada bütün batılı anti-komünist araştırmacıların parmaklarına doladıkları bir konu olagelmiştir; ancak (aşağıdaki iddialarda somutlaşan suçlamaları) ilk defa dile getiren ve bu suçlamaların önünü açan bizzat Kruşçev olmuştur. İddialar şunlardır:

-Kirov, Stalin’e potansiyel rakipti. Başarılı ve mütevazı kişiliğiyle partide çok seviliyordu; öyle ki 17.Kongrede bazı delegeler, grup çatışmaları içinde yıpranan Stalin’e bir alternatif olarak ona Genel Sekreterlik için en uygun aday olduğunu söylemişlerdi. Bu cinayet sayesinde Stalin, tehlikeli bir rakipten kurtulmuş oldu.
-Cinayetten sonra yapılan soruşturma, son derece yüzeysel yürütüldü ve arkadaki organize yapı açığa çıkarılmadı. Muhtemelen plan Stalin’e aitti.
-Bu cinayetin akabinde Stalin, suçu parti içindeki eski muhaliflerin üzerine attı ve soruşturmalarla birlikte tutuklamalar ve meşhur “Moskova Duruşmaları” başladı.

Bugün birçoklarının diline pelesenk olan ve neredeyse “tartışmasız gerçek” kabul edilen bu üç iddianın da gerçeklerle uzaktan yakından ilgisi olmadığını ortaya koyalım.

-Önce son iddiadan başlayalım. Kirov cinayeti ertesinde eski muhaliflerin cinayeti tertiplemekle suçlanarak tutuklandığı ve yargılandığı, kocaman bir yalandır. Kirov cinayeti 1934’de işlendi; ilk Moskova duruşması olan Zinovyev-Kamenev Sol Blok davası ise 1937’de başladı. Peki aradaki 3 senede ne oldu?
-Cinayetin akabinde Zinovyev bir açıklama yaparak (katil eski bir taraftarı olduğu için) “cinayetteki politik sorumluluğunu kabul etti” ve kamuoyundan özür diledi. 15 gün sonra göz altına alındı; sonra delil olmadığı için önce sürgüne mahkum edildiler, sonra “ahlaki suç ortaklığı” gerekçesiyle tutuklandılar. Cinayetle hiçbir direkt ilgileri kurulmadı.
-Umulanın ve iddia edilenin aksine, 1935 yılında siyasi sebeple yapılan tutuklama sayısı 1934’e göre azaldı! (13)
-Cinayetten bir yıl sonra, 1935’de yapılan Proverka’da (parti kartlarını yenileme kampanyasında), parti saflarını ideolojik ve politik olarak temizleme çağrısı yapan MK, bu çağrısında tek kelimeyle bile Kirov cinayetine değinmedi. (14)


Bu resim, “fırsattan istifade eski rakiplere saldırı” tezi ile ilgili en ufak bir ipucu sunmamaktadır. Bu iddiayı gündeme getiren ve kafa karıştıran temel unsur, Moskova Mahkemeleri başladığı zaman atılan iddialardır. Parti liderliği (bir söylentiye göre A.Jdanov’un önerisiyle) muhalefet liderleri için iddianame hazırlanırken birçok suçlamanın yanı sıra bu cinayeti de onlara yıkmaya çalışmış, sahip oldukları “politik sorumluluk itirafı”nı bu amaçla kullanmıştır. Ancak bu, 3 yıl sonra, zaten davalar başladığında geriye dönük olarak gündeme gelmiştir. 1934’deki cinayetin kendisi o anda, hiçbir “saldırı”yı başlatmak için kullanılmamıştır.

-Gelelim ikinci iddiaya: Bu işin arkasında Stalin’in olduğu tezini ispat için 3 lider, Kruşçev, Gorbaçov ve Yeltsin, kelimenin tam anlamıyla devletin tüm olanaklarını seferber etmiş, arşivlerin taranması için emirler vermiş, tanıkları yeniden sorgulamış, araştırma komisyonları kurmuş, ancak Stalin’i direkt veya endirekt bu cinayete bağlayacak hiçbir delil bulamamıştır. Cinayetin işlendiği dönem NKVD’de (İçişleri Bakanlığı) önemli bir mevkide olan istihbaratçı P. Sudoplatov, anılarında bunun akli dengesi olmayan Nikolayev tarafından işlenmiş bir aşk cinayeti olduğunu (söylentiye göre Kirov, onun sevgilisini elinden almıştır) iddia etmektedir (15). Bunu doğrulama ya da yalanlama olanağına elbette sahip değiliz; ancak azılı Stalin düşmanlarının yaptığı araştırmaların sonuçsuz olduğu meydandadır, ve bu herkes için yeterince anlamlıdır.

-Öte yandan bir diğer Stalin düşmanının, Troçki’nin bu cinayet için 3 yıl sonra yaptığı yorum da oldukça manidardır. Troçki, eski bir ”Sol Muhalefet” taraftarının işlediği bu cinayeti kınamamış, sadece “genç kuşağın umutsuz bireysel eylemi” olarak “son derece anlamlı” bulduğunu belirtmiştir!. Görünen odur ki, o yıllarda Sol Muhalefetin kalesi olan Leningrad’da bu muhalefeti siyasi olarak bitiren ve etkisini sıfıra indiren Kirov’a karşı Troçki’nin duyduğu hınç canlılığını korumaktadır (ondan “zeki ve vicdansız Leningrad Diktatörü” diye bahsetmektedir). Dolayısıyla Troçkistlerin Kirov’a sahip çıkar gibi yapıp Stalin’i itham etmeleri, siyasal açıdan bir ikiyüzlülük örneğidir: Kirov, en az Stalin kadar Troçki’ye ve onun ekibine darbe vurmuş bir liderdir.

-Birinci iddia, yani Kirov’un Stalin’e rakip olduğu iddiası en anlamsız ve çürütülmesi en kolay iddiadır. Devrimin kalesi olan Petrograd Putilov fabrikalarında tornacı olan Kirov, örnek kişiliği ve lider yeteneği ile kısa zamanda popülerleşmiş, Leningrad’da egemen olan Zinovyev’ci ekibe karşı Stalin-Molotov çizgisinden yana tavır almıştır. Kısa zamanda bu önemli şehirde Sol Muhalefet’in gücünü kıran Kirov, Stalin’in desteğiyle önce Leningrad örgütünün başına geçmiş, sonra da onun önerisiyle Politbüro’ya alınmıştır.

Burada resim nettir: Kirov’da, Stalin’in desteğini alan, bir anlamda siyasi kariyerini ona borçlu olan, Stalin’le aralarında ciddi bir güven ilişkisi olan genç bir önder kadroyu görüyoruz. Aralarında herhangi bir siyasi ihtilaf söz konusu olmadığı açıktır. Öte yandan, “daha genç ve yıpranmamış bir lider olarak Kirov’un Stalin’e alternatif gösterilmesi”ne gelince: SSCB’nin içinden geçtiği o zor dönemde soğukkanlılık, cesaret, vizyon ve toparlayıcılık anlamında Stalin’in temsil ettiği liderlik yetenekleri öylesine yüksek seviyededir ki, 3 defa istifa ettiği Genel Sekreterlik görevine dönmesi için, ilk defasında aralarında siyasi muarızları olan Buharin ve Rikov da dahil tüm lider kadro “bu zor dönemi sensiz geçiremeyiz” gerekçesiyle istifasını reddetmiştir. Kirov’un tüm beceri ve potansiyeline rağmen, yeni bir Politbüro üyesi olarak Stalin’e alternatif olamayacağı görülmektedir. Kendisi de bunu aynen böyle düşündüğü içindir ki, 17.Kongre’de kendisine yapılan bu teklifi hemen reddetmekle kalmamış, Stalin’e de bu konuda anında haber vermiştir. Muhtemeldir ki Kirov’a yapılan bu “teklif” muhalefet yanlısı delegelerin baştaki ekipte “çatlak yaratma” amacıyla giriştikleri beyhude bir manevradır.

Bu konuda ileteceğimiz son argüman ise, yıllar boyu Stalin’in yakın koruma görevini yapmış Alexis Ribin’in 1989 yılında TV’de yayınlanan sözlü tanıklığıdır. Stalin’e yemek davetlerinden tatil evine ve siyasi görüşmelere kadar onyıllar boyunca eşlik etmiş olan Ribin, “Yosif Vıssarionaviç’in hayatı boyunca beraber olduğu arkadaşları arasında en samimi olduğu, en çok sevdiği ve saydığı arkadaşı kimdi ?” sorusuna tereddütsüz “S.M.Kirov’du” cevabını vermektedir (16)

Bu olgular, Kirov meselesi etrafındaki negatif efsaneyi kırmak için sanırız yeterlidir.

Dördüncü İddia: “ ‘Tek adam’ olmak için en yakın arkadaşlarından ilk fırsatta kurtulmayı planladı ve yaptı ”
Burada biraz “kişi odaklı” olmayı göze alarak Stalin’in “yönetim stili” konusundaki efsaneyi ve gerçekleri ortaya koymak istiyoruz; zira tüm bir tarihsel dönemdeki olumsuzluklar evrilip çevrilip şu ya da bu şekilde, şu ya da bu oranda liderin kişiliğiyle açıklanmaya çalışılınca bu konuyu da incelemek zorunlu hale gelmektedir. Genelde yaratılan imaj şudur:

-Stalin kimsenin görüşünü almadan karar alan, “tek tabanca” yönetmeyi benimsemiş egosantrik bir kişiliktir.
-Eleştiriye tahammülsüz ve kindardır. Kendisi aleyhine yorumda bulunmuş hiç kimseyi affetmemiştir.
-“Ahde vefa” duygusu yoktur; kendisine iyilik etmiş en yakın arkadaşlarını dahi ölüme yollamıştır.
-1934 sonrası elde ettiği büyük otorite ile her dediğini yaptırabilen bir kişisel diktatördü.

Burjuva ya da muhalif sol kesimden gelen bu iddiaları, ne yazık ki SSCB’de o dönem yaratılmış ucuz ve sığ propaganda eserleri de pekiştirmektedir. Örneğin 1950 tarihli meşhur “Berlin’in Düşüşü” adlı Sovyet filminde Stalin bomboş bir odadan tek başına verdiği emirlerle 2.Dünya Savaşı’nda Kızıl Ordu’yu yönetirken gösterilmektedir. Bu, tam bir siyasi dalkavukluk örneğidir. O dönemin atmosferi içinde, hem lidere duyulan sevgi, hem de onu överek siyasi iktidarın gözüne girme beklentisi, “Stalin ve Kimya İlmi”, “Stalin ve Geometri” gibi kitaplar da dahil, çok sayıda bu tür dalkavukluk örneği yaratmış, “tek başına dünyayı kurtaran ilah” imajı, Batılıların “tek başına ülkeyi yöneten diktatör” imajı ile büyük ölçüde örtüşmüştür (17)

Önce bir parti ve devlet yöneticisi olarak Stalin’in “yönetme stili”ni ele alalım. Söylenenlerin aksine, Stalin karar alma süreçlerinde tam bir “takım adamı”dır. Kafasındaki kararı tek başına empoze eden değil, gerek beraber çalıştığı şahısların, gerekse alınan kararlarla ilgili olan ekiplerin görüş ve eğilimleri üzerinden karar alan, onların ortak noktalarını gözeten, devlet ve parti içindeki iktidar bloklarının, ekiplerin, örgütlerin bir anlamda “moderatörlüğü”nü yaparak ilerleyen bir stili olduğu herkesçe bilinmekte ve ifade edilmektedir. Onun aleyhine en keskin suçlamaları getiren Kruşçev, anılarında “1930’lara kadar izlediğimiz ve Stalin’in yönettiği toplantılarda, onun herkesin görüşüne değer veren saygılı, mütevazi ve demokrat tavrına hayran olduklarını” belirtir (18). Sonraları sadece Stalin’i eleştirmekle kalmayan, komünizmden de vaz geçen eski Yugoslav KP yöneticisi Milovan Cilas, anılarında 1944’deki ilk karşılaşmalarında uzaktan izlediği ve aralarında Stalin’in de olduğu masa başında tartışan Sovyet yöneticileri için şunu der: “Stalin’i resminden tanımıyorsanız, masadakilerden hangisinin Stalin olduğunu tartışmaları izleyerek anlamanıza imkân yoktu” (19). 1956 sonrası Kruşçev’in gölgesine sığınan Mikoyan dahi “çoğu zaman farklı bir öneri getirdiğimizde Stalin karşı çıkmaz, dinler ve genelde kabul ederdi” demektedir. Örnekler çoğaltılabilir (Ünlü İngiliz sosyal-demokratı H.G.Wells’in izlenim ve anıları da ilginçtir ve benzer yargıları içermektedir (20))

Stalin diğer liderlerin, organların, örgütlerin mutabakatı (consensus) üzerinden yürüyen bir liderdir. Bir önder olarak elbette kuyrukçu değildir; belirli bir aygıtta gerekli hale gelen dönüşümü, diğer güç ve aygıtları yanına çekerek yapmayı yöntem olarak benimsemiştir. Bu onu güçlü, saygın ve popüler kılan yönüdür; ama ilerde de göreceğimiz gibi, mevcut aygıtlara olan bağımlılığı onun (ve SSCB’de sosyalizmin) zaaflarının da kaynağı olacaktır.

Stalin’in “eleştiriye tahammülsüzlüğü ve kindarlığı” diğer bir şehir efsanesidir. Onun Molotov ile olan ilişkisinin yakınlığı (Molotov uzun yıllar neredeyse “İkinci Adam”dır) bilinmektedir. Pek bilinmeyen ise, Lenin’in vasiyeti okunduğunda, o sırada MK üyesi olan Molotov’un buna onay verdiği, yani 1924’deki 13.Kongre’de “Lenin’in de vasiyetinde tavsiye ettiği gibi, Stalin yoldaşın bir an önce görevden alınması gerektiğini” açık açık savunmuş olduğudur !.. Stalin, umulanın aksine Molotov’a karşı “kindarlık” yapmamış, inançlı ve çalışkan bir Bolşevik olduğu herkesçe bilinen Molotov ile yıllar boyu sürecek bir siyasi kader birliğine girmekten geri durmamıştır.

“Ahde vefa”, yani dostluğun karşılığını verme konusunda da ezber bozan örnekler vardır. Çarlık döneminin baskı koşullarında, Kafkasya’da kendisini evinde saklayan Azeri yurtsever Mehmet Emin Resulzade, önce birlikte olduğu Marksistlere sonra karşı çıkmış, devrimin ertesinde “önce Azerbaycan bağımsızlığı” diyerek milliyetçi bir çizgiye yönelince, eski arkadaşı ve o zamanki rakibi komünist önder Neriman Nerimanov tarafından tutuklanmıştır. O sırada Bolşevik Parti Genel Sekreteri olan Stalin Azerbaycan’a gitmiş, yaptığı politik hataya rağmen hapishanede Resulzade ile görüşmüş, ve onu hapisten çıkarıp özgür kılarak Moskova’ya gelmesini sağlamıştır. Daha sonra Resulzade Rusya’dan kaçmış, ama Stalin de ona olan vefa borcunu ödemiştir (21)

Ancak asıl sarsıcı örnek, Moskova Duruşmaları esnasında Buharin’e karşı aldığı tavırdır. Stalin, Buharin’in entelektüel formasyonuna, zekâ ve bilgisine büyük saygı duymaktadır ve Sol Muhalefet’e karşı birlikte verdikleri mücadelede onun sonuç alıcı çıkışlarını “sevgili Buharçik” ifadesiyle başlayan övgülerle selamlamaktadır. O sıralar Stalin ile ailece görüşen, birbirini evinde ziyaret eden, hatta birbirinin evinde yatıya kalan yegâne lider Buharin’dir.

1929 ve sonrasında, izlenecek politika konusunda yolları ayrılmış, Buharin Stalin’e karşı azınlığa düşmüş, ancak Stalin’in sanayileşme politikası başarı kazanınca hatasını kabul etmiştir. Bu geçmiş ihtilafa rağmen, 1936’da hazırlanan ve insanlık tarihinde işçi sınıfından yana ilk anayasa olan SSCB Anayasasının “Hazırlama Komisyonu”nun başına getirilmiştir.

Meşhur Moskova duruşmaları başladığında, aşağıda ayrıntılarına değineceğimiz siyasi komplolarla ilişkili görülerek siyasi polis tarafından gözaltına alınmıştır. Her türlü bağlantıyı kesin olarak reddeden Buharin, içeriden Stalin’e yazdığı mektupta izlediği politikayı benimsediğini yazar. Buharin’in de bir hain olduğu gerekçesiyle kurşuna dizilmesi önerisini Stalin kesinlikle reddeder. (22)

Ancak davalar derinleşip gerek Troçki ekibi, gerekse askeri darbe peşinde olan Tukaçevski ekibinin komploları içinde giderek daha sık Buharin’in adı ortaya çıkmaktadır. Yeni deliller ışığında, ilk sorgusunda “haberim yok” dediği gelişmelerin bizzat içinde olduğu ortaya çıkınca “özür diler”. Bu sefer Bolşevik parti Merkez Komitesi’nde Buharin’in kurşuna dizilmesi önerisi ikinci defa gündeme gelir. Stalin bu konuda MK’nın oylamaya gitmesine karşı çıkar ve işi “komisyona havale eder”. Kendisin de bulunduğu 36 kişilik bir komisyon durumu inceleyerek MK’ya öneri sunacaktır. Komisyon çalışmasını bitirir ve az bir oy çoğunluğuyla “Buharin’in kurşuna dizilmesi önerisini reddetme” kararı alır. Red oyu verenlerden biri de Stalin’dir. Burada “uyanık” bazı anti-sovyetik tarihçiler başlarda bu komisyon meselesini Stalin’in kurnazca bir taktiği olarak, “bakalım kimler Buharin’e sempati duyuyor”u öğrenmek ve daha sonra da onları tasfiye etmek için başvurduğu bir hile olarak yorumladılar; ama hevesleri kursaklarında kaldı. Zira tam tersine, Buharin’in kurşuna dizilmesine karşı çıkanlar (Kruşçev, Litvinov, Petrovski, Şkiriyatov) ömür boyu Stalin’in çevresinde kaldılar; tam tersine “idam edilsin” diyenlerden bir kısmı (Yezov, Yakir, Kosarev) daha sonra (aşağıda ele alacağımız farklı ve haklı gerekçelerle) idam edildiler.(23) Komisyonun pratikteki yegâne işlevi, işi “yokuşa sürmek” oldu; muhtemelen de Stalin’in de beklentisi bu idi.

Ancak 1939’da ortaya çıkan yeni deliller Buharin’in sürekli yalan söylediğini, ve geliştirilen her komplonun içinde yer aldığını ortaya koydu. Bu noktada Stalin’in 3. defa müdahale etmesi ne doğru, ne de mümkün oldu. Buharin, ölmeden önce Stalin’e hitaben bir mektup yazdı. Şimdiye değin içeriği hakkında birçok melo-dramatik yalan atılan, neredeyse teatral içerikler atfedilen bu mektup, gerçek haliyle SSCB arşivlerinden gün ışığına çıkarıldı. Mektup, baştan aşağı suça bulandığı belli olan birinin pişmanlık dolu ve af dileyen ifadeleriyle doludur.   “… Yurt dışına çıkmama izin ver; sana söz veriyorum Troçki’nin işini bitireceğim. Yanıma gözlemci olarak bir Çeka’cı da verebilirsin…Ama bunun olacağına pek de umudum yok…. Senden son defa af diliyorum” (24). Buharin, güvenilme ve fırsat tanınma şansını çoktan yitirmiştir.

“Mutlak otorite” iddiasına gelince, aşağıda değil sadece Stalin’in, Parti Merkez Komitesinin dahi parti örgütleri üzerinde “mutlak otorite”si olmadığını net örneklerle göstereceğiz. Bu bölümde amacımız esas olarak her yönüyle kötülük timsali” olarak gösterilen Stalin’in kişisel stili hakkında “ezber bozucu” olgulara dikkat çekmektir. Elbette ki “şeytan Stalin” imajı yerine hayali bir “melek Stalin” görüntüsü koymayı amaçlamıyoruz, zira o zor koşullarda SSCB’yi yöneten hiç kimsenin ”melek” olması, ya da “melek” olarak kalması mümkün değildir. Stalin de zor, kırıcı, bazen hatalı ya da insanın içini sızlatan kararlar almış olabilir ve almıştır. Mesele şudur: Onun “şeytanlaştırılması” bir kez kabul edilince, o döneme ilişkin en aşırı ve gerçekdışı negatif iddialar dahi otomatikman “kabul edilebilir” olmaktadır (“Zaten o adamdan her şey beklenir” mantığıyla). Ancak onun kişisel plandaki çalışkan, kararlı, cesur, arkadaşlarına ve ekip çalışmasına sadık ve tutarlı kimliği göz önünde alınırsa, o zaman sorgulama başlamaktadır: Bu söylenenler doğru mu? Olan gerçekte bu muydu? Bu mümkün müydü?

İhtiyacımız tam da bu sorgulamanın başlamasını ve yayılmasını sağlamaktır. Bu bölümün amacı da buydu.

Beşinci İddia: “Mahkemeler ve tasfiyelerin gerekçesi tamamıyla uydurmaydı. Ortada kesinlikle suç yoktu, sadece düzmece iftiralar vardı”
Meselenin kalbine gelmiş bulunuyoruz. Konuyu 3 farklı noktadan aydınlatmaya çalışacağız:

-Sovyet toplumundaki durum
-Parti ve devlet aygıtlarındaki kadroların durumu
-Gerçekte olanlar.

Önce geçirilen büyük dönüşümler ertesinde Sovyet toplumunun durumuna değinelim.

Büyük bir eser başarılmış, SSCB gelişkin bir sanayi toplumu olmuştur. Ancak toplumda ciddi bir altüst oluş gündeme gelmiştir:

-Yüzbinlerce kulak (orta ve büyük toprak sahibi köylü ailesi) zorla toprağına el konulmuş, evinden edilmiş, ve sürgüne yollanmıştır
-1930-31 açlığında (yukarda anlattığımız gibi esas olarak doğal sebeplerle) ciddi sayıda açlıktan ölümler yaşanmıştır.


Bütün bunlar, oluşan gelişmelerden memnun olan halk kesimlerinin (esas olarak işçiler ve şehirlerin ahalisi) yanı sıra, memnuniyetsiz ve muhalefet etmeye hazır bir kesimin de varlığını göstermektedir. Rejim ciddi bir başarı kazanmıştır; ancak ilk tökezlemede sesini yükseltecek kesimler de hazırdır.

Bu resmi tamamlayan olgu ise, Parti ve devlet kademelerinde oluşan resimdir. Her ne kadar parti kongrelerinde MK çizgisine büyük destek çıkmışsa da, özellikle hükümet organlarında, sendikalarda ve bürokraside 1920-1929 arası uygulanan NEP politikasına angaje olmuş çok sayıda kadro mevcuttur. Dahası, devrim esnasında Lenin’in yanında ve halk nezdinde ön planda olan Zinovyev, Kamenev, Buharin, Tomski, Radek gibi kadrolar ikinci plana düşmüş, o dönemde çok da bilinmeyen bir unsur, Stalin, kendine yakın duran ve yeni yükselen kadrolardan oluşan bir ekiple (Molotov, Kaganoviç, Orjonikidze, Beria) iktidara geçmekle kalmamış, gitgide büyüyen bir prestije kavuşmuştur. Bu durumun “devrimi biz yapmıştık” mantığıyla kendinde tarihsel hak ve haklılık gören eski lider kadrolarda burukluk ve gerilim yaratması kaçınılmazdır.

Bu halet-i ruhiyeyi daha iyi anlamak için ülkemizde mükemmel bir örnek mevcuttur. 1923 sonrasında ülkede kalmış olan seçkin İttihat ve Terakki yöneticileri (Doktor Nazım, Şükrü Kaya, Kara Kemal, Cavit Bey), aslında tamamıyla aynı toplumsal ve siyasal programı savunmakla birlikte, eski İttihat ve Terakki’de kendilerinde çok daha geride olan Mustafa Kemal’in (kendi deyimleriyle “Sarı Paşa”nın) yüksek bir prestijle iktidara gelmesini kabullenemediler. İnkılap sürecini kendilerinin başlattığını, bütün Kurtuluş Savaşı’nı İttihat ve Terakki’li kadroların yürüttüğünü, buna karşılık bütün şan ve şöhreti kendi “çömez”leri olarak gördükleri M.Kemal, İsmet İnönü gibi kadroların kaptığını gördüler ve buna tepki duydular. Halkta da o dönem var olduğunu bildikleri huzursuzluk, onlara cesaret verdi ve onları “İzmir Suikastı” adlı maceraya sevketti. Sonuçlar bilinmektedir.

SSCB örneğinde ise, sadece yeni bir ekibin öne çıkması değil, “program farklılığı” da söz konusudur. Devrimi yapan ve Lenin’in etrafındaki ekipten sadece 1 tek kişi, Stalin,   mevcut tüm ön kabulleri (“Avrupa devrimi olmazsa yıkılırız” ya da “köylülükle iyi geçinmek zorundayız”) elinin tersiyle iterek bu “parlak” ekipteki herkesi karşısında almış, farklı bir yol denemiş ve başarılı olmuştur!. Burada “Eski Muhafızlar” için sadece örgütsel değil, programatik bir yenilgi de söz konusudur. Üstelik, bu liderlerin her birinin kendine sadık bir çevresi ve partinin en ücra köşelerine kadar uzanan bir ilişki ağı mevcuttur.

Yukarda değindiğimiz iki unsur, yani halkta var olan huzursuzluk ile, siyasi kadrolardaki gerilim ve hınç hissi, bir araya geldiğinde son derece tehlikeli bir karışımdır. En basit haliyle “bakalım ve bekleyelim; bunlar ne zaman çuvallayacak. O zaman devreye gireriz” şeklinde, ellerini taşın altına koymayıp fırsat bekleyen bir tavrı beraberinde getirir. Daha tehlikelisi ise, beklenen “çuvallama”yı iradi olarak yaratmayı hedefler. SSCB’de olan ise her ikisidir.

Bu aşamada üçüncü inceleme noktasına, “neler oldu” noktasına geliyoruz.

Gitgide daralan bir siyaset zemininde muhalefeti, iktidara ne götürebilirdi?
Burada önce, günümüzde “moda” olan bir kavramı kullanalım ve Stalin karşısında muhalefete düşen liderler için “empati” yapalım. Şayet “Meğerse Stalin %100 haklıymış; bundan sonra onun kayıtsız şartsız takipçisi olacağım” demiyorlarsa (ki geçmişleri, profilleri ve şöhretlerinin böylesi bir tavra uygun olmadığı açıktır) yeniden iktidara geçmek için önlerinde hangi yollar vardır?

Burada öncelikle muhalefetin, ve ona karşı tavır alacak olan iktidarın davranış ve olaylara müdahale mantığını ortaya koymaya çalışacağız. Ama öncelikle görmemiz gereken ve bu mantığa damgasını vuracak olan çok önemli bir faktör var: SSCB’de siyasi karar alma mekanizmalarının giderek darlaşması. Aşağıda özetlediğimiz bu durumun “en doğru, olması gereken en ideal, ya da sorunsuz” seçenek olduğunu söylemek istemiyoruz. Sadece verili durumu bilmek ve anlamak gerekir: Sıralarsak:

-Ülkede tek parti (Bolşevik Partisi) vardır. Ekim Devrimi sonrası iktidara ortak olan diğer 2 parti (Sol SR’ler ve Enternasyonalist Menşevikler), devrime karşı tavır aldıkları için kapatılmıştır. Dolayısıyla Bolşevik Parti dışında “siyaset yapma”nın olanağı yoktur.
-Parti içindeki tartışmayı, dışarıya ve kitlelerin önüne taşıma kanalları kapalıdır. Troçki-Zinovyev Sol Bloğu’nun 1927’de 7 Kasım günü kendi yandaşlarıyla ayrı bir kitle mitingi yapma (alternatif Ekim Devrimi kutlama) çabası, “iktidardaki partiyi bölme” olarak algılanmış ve tüm parti kitlesi tarafından nefretle karşılanmıştır. Tartışmalar tümüyle parti içinde yapılmak durumundadır.
-1924’den beri 10 yıldır süregelen tartışmalar, bunu yarattığı belirsizlik, öte yandan bu tartışmaların sonunda benimsenen çizginin elde ettiği başarı, partideki monolitik (yekpare) yapıyı ve merkezci refleksi üst seviyede güçlendirmiştir. Parti tabanında “yeterince tartıştık, yolumuz belli; artık işimize bakalım” tavrı hâkimdir.
-Gerek tabanın kültürel yapısı, gerekse oluşan somut gelişmenin sonucu olan “merkeze kayıtsız şartsız bağlılık” göz önüne alındığında, anlamlı bir siyasi değişiklik ancak MK’yi yönlendiren   (ve ordu, istihbarat, hükümet, sendikalar gibi belirli aygıtların başında olan) 10-15 kişilik bir ekibin içinden, buradaki ilişki ve dengelerin değişmesiyle gelebilirdi.

Bu resim göz önüne alındığında, muhalefetin önündeki alternatifleri sıralayalım:

-1900’lerdeki gibi sil baştan başlayıp fabrika önlerinde Parti liderliği aleyhine bildiri dağıtmak, işçi sınıfını “Stalin aleyhine bilinçlendirmek”? Komik olurdu ve başlamadan biterdi.
-Parti içinde meşru eleştiri ve muhalefet yapmak? Geçmişte yeterince yapılmıştı. Bütün tartışmaların sonuncunda ortaya çıkan başarıyı herkes alkışladı. 1924’den beri iç tartışma yaşayan ve tartışmadan bıkan parti tabanı karşısında, eski muhaliflerin (“müzmin hastalıklı muhalefet” durumuna düşüp tecrit olmak” dışında) ne şansı vardı? Hiç..
-Parti içinde gizli “ekip” ve “hizip” ilişkileri kurmak ve geliştirmek? Adı geçen liderlerin 1917’den beri sahip oldukları büyük popülerlik ve geniş ilişki ağı göz önüne alındığında yapılabilecek tek şey budur ve bu yapılmıştır.


Burada muhalefetin beklentisi ve kafasındaki “senaryo” ne olabilirdi? Adı geçen muhalefet liderlerinin hepsi Bolşeviktir ve 20 sene önce (1917’de) iktidarı ele geçirme formülleri kafalarında hala canlıdır. Hatırlanacağı gibi 1917 Şubat’ında Bolşevikler, Rusya solu içinde dahi 3.partiydi ve üye sayıları sınırlıydı. İktidara ulaştıran şey, toplumda derinleşen kriz, ve egemen siyasi güçlerin bu krizi yönetmedeki yetersizliği oldu. Kendi içinde anlaşmış ve disiplinli bir parti, doğru politik mesajlarla iktidarın yolunu kendine açtı.

Bir ekip olarak varlığını sürdürmenin de mantığı ve beklentisi farklı olamaz: “Yenilmiş bir ekip” olarak bir arada kalmak, olayları birlikte izlemek, günü gelince de birlikte tavır almak. Yukarda değindiğimiz gibi, Rusya ve diğer cumhuriyetlerde, yaşanan büyük altüst oluşların sonucunda çok sayıda “canı yanmış” insan vardır. Köylerden şehirlere yığılan milyonlarca emekçi, şehir ve fabrika yaşantısına adapte olmanın sancılarını yaşamaktadır. Fabrikalarda maddi koşullar oldukça çetindir ve 1950’lerin “kreşli, bahçeli, dinlenme tesisli” fabrikalarına daha çok vardır.

Bu gerilimli ortamda, iktidara yeniden gelmeyi uman en makul muhalefet politikası şu olabilirdi: Yerinde kalmak, açık muhalefet etmemek, ancak “taşın altına elini koymayıp” izlemek, MK çizgisine güç katacak her adım ve fedakârlıktan bilinçli olarak kaçınmak, kriz yaratabilecek hataları ses çıkarmadan izlemek ve göz yummak, ve toplumdaki sorunların yönetici ekibin meşruiyetini de sorgulatacak bir krize dönüşmesini ummak; bu noktada üst seviyedeki liderler arasında tasfiyeyi ve yeni kombinasyonları zorlamak. Aşağıda bunu somut bir örneğini göreceğiz.

Öte yandan, iktidarın fazlasıyla merkezileştiği, “kitlelere hesap verme” yaklaşımının mekanizmalarının oturmadığı, SSCB emekçilerinin de ülkedeki demokratik geleneklerin zayıflığı sonucu bu reflekse yeterince sahip olmadığı bir ortamda, çok büyük gücün az sayıda insanın elinde toplandığı kurumlar da (özellikle ordu ve istihbarat) başka bir risk kaynağıydı. Özellikle 15 kişilik Politbüro’da birkaç kişinin (başta Stalin olmak üzere) fiziksel olarak devreden çıkarılmasının, yeni bir lider kadronun başa geçmesinin önünü açacağı aşikârdı.   Bu durum da “üst çemberlerde” bir komplo peşinde olanların iştahını yeterince kabartıyordu.

Muhalefetin sahip olabileceği, ve gerçekten de sahip olduğunu göreceğimiz, iktidara yeniden gelme senaryosunun çerçevesi budur.

Muhalafetin komploları: Buharin’in Stalin’e karşı düzenlediği suikast
J.Humbert Droz, İsviçreli bir komünisttir ve Komünist Enternasyonal’de 1920-31 arası aktif çalışmıştır. Komintern’in “sol” döneminde, sosyal-demokrasiyi “sosyal-faşist” olarak niteleyen ve işbirliğini reddeden politikalara mesafeli durmuş ve onları eleştirmiştir. Bolşevik Parti önderliği içinde Buharin’e yakın olduğu bilinmektedir. Daha sonra 1942’de komünist hareketten ayrılmıştır.

Humbert Droz, 1971 yılında yayınladığı anılarda sarsıcı bir ifşaatta bulunmuştur: Buna göre Buharin, 1929’da Stalin’e karşı bir suikast planlandığını kendisine açıklamış ve (bu gerçekleştiği takdirde oluşacak yeni dönemde) desteğini istemiştir. H.Droz bu teklifi reddederek Buharin’le de bağını koparmıştır. Bu eser de sonuçta bir anıdır ve diğer anılar gibi şüpheyle yaklaşmak doğru gözükebilir. Ancak her şey olup bittikten sonra, 1971’de, eski bir Buharin sempatizanının bu konuda yalan söylemesi için bir sebep bulunmamaktadır. İşin ilginç tarafı, o zamanlar Stalin ve lider ekip tarafından dahi bu komplonun farkına varılmamış, 1939 mahkemesinde Buharin’e yöneltilen suçlamalar arasında bu konu yer almamıştır.

Humbert Droz’un makul gözüken bu ifşaatını doğrulayan 2 olgu mevcuttur. Birincisi, belirtilen tarihe ilişkindir. Gerçekten de 1929 yılı, devrim sonrası Parti tarihinde en ciddi dönemeç olup, Stalin’in kırsal kesimde kollektivizasyon dalgasına karar verdiği ve MK’yı bu konuda ikna ettiği yıldır. Stalin’e eleştirel yaklaşan yazar Michael Reimann “Stalinizmin Doğuşu” adlı detaylı çalışmasında, çok yoğun tartışmalarla geçen ve ibrenin ağır ağır Stalin’den yana kaydığı, Kalinin ve Voroşilov’un dahi Stalin’in bu tavrına sonradan ikna olduğu bu süreci ayrıntılı bir biçimde aktarır. Yazar bu eserinde bu noktada hala Parti yönetiminin etkili birer lideri olan Buharin ve ekibinin (Rikov, Tomski) Stalin’in bu kararına Politbüro seviyesinde şiddetle muhalefet ettikleri, Politbüro toplantılarında işin karşılıklı küfürleşmelere kadar vardığını iletmektedir (25). Dolayısıyla, orta ve zengin köylülükle ”iyi geçinme” yanlısı olan Sağ Muhalefet açısından, 1929 yılı gerçekten “Stalin’den kurtulmanın zorunlu” gözükebileceği yıldır.

Diğer olgu, Molotov’un ilettiği bir bilgidir. Feliks Çuyev’in kendisiyle yaptığı sözlü tarih çalışmasında Molotov, “1928’le birlikte suikastler başladı” demektedir. Eski bir Bolşevik olarak Molotov hala ketumdur ve hangi suikastlardan bahsettiğini belirtmemiştir. Ancak kollektivizasyona doğru yerel parti liderlerine (zengin köylüler tarafından) suikastların başladığını, parti sekreterlerinin evlerinde ya da dışarda pusuya düşürülerek öldürüldüğünü aktaran çok sayıda tanıklık mevcuttur. Elimizde, partinin cumhuriyet ya da birlik liderlerine de suikast girişimleri hakkında yaygınlaşmış bir bilgi yoktur. Ancak, kollektifleştirmeye muhalif Parti liderleri tarafından Stalin’e yapılacak bir suikastın, tabandaki zengin köylü (kulak) suikastçılar tarafından destekleneceği ve birbirlerini tamamlayacakları açıktır.

Troçki: Politbüro’ya ültimatom
Ekim Devrimi’nin liderlerinden ve Kızıl Ordu’nun kurucusu Troçki, muhalefete düşüp sürgüne yollandığı dönemde de, Parti liderliği ile yazışmaya devam etmiştir (bir iddiaya göre, Alma Ata’da sürgündeyken Stalin kendisiyle gizlice görüşmüştür). Yurt dışına çıktığı zaman Politbüro’ya sık sık mektup yollayarak görüşlerini iletmiştir.

Yurt dışında SSCB’ye nazaran daha fazla hareket serbestliğine kavuşan Troçki, bir yandan kendine taraftar toplamaya çalışırken, bir yandan da hem Bolşevik Parti önderliğini, hem de komünist Enternasyonal’i giderek şiddetlenen bir biçimde eleştirmeye devam etmiştir. 1932 tarihinde Politbüro’ya yolladığı mektupta, ültimatom tarzında bir üslupla “ya benimle uzlaşın, ya da tabanda direkt kendi örgütlenmemi yapmaya başlayacağım” demiştir (26) Politbüro’nun doğal olarak umursamadığı bu mektup sonrasında Troçki, gerçekten de Parti ve Komintern aleyhine harekete geçmiştir.

Troçki 2 seviyede kavgasını sürdürmüştür: Uluslararası hareket seviyesinde ve SSCB içi muhalefetle ilişki seviyesinde. Bunları inceleyelim.

Hala kapalı tutulan Troçki arşivlerinin sırrı?
Troçki bu aşamada SSCB ile çok sayıda gizli mektuplaşma gerçekleştirmiştir. Bu süreçte, kendisine SSCB içinden gelen çok sayıda mektup mevcuttur ve bu mektupların “alındı” belgesi, halihazırdaki Troçki arşivlerinde mevcuttur. Buna karşılık bu mektupların kendisi, arşivde mevcut olmakla birlikte, hala her türlü dış erişime kapalı tutulmaktadır. Bu kapatma işlemi, Troçki ailesinin talebi ve emektar Troçkist tarihçi İsaac Deutscher tarafından gerçekleştirilmiştir.

Bu çok ciddi bir soru işaretidir. SSCB’de KP iktidardayken, bu mektupların kapalı tutulması anlamlıdır; zira “birilerine zarar gelir” kaygısı bu noktada geçerlidir. Ancak SSCB’nin yıkıldığı, komünistlerin muhalefete düştüğü, dolayısıyla “kimin bir zamanlar Troçki’ye destek verdiği” olgusunun kimse için bir risk (hatta bir anlam!) taşımadığı bir dönemde hala ısrarla kapalı tutulması son derece şüpheli bir durumdur. Burada “kapalı tutulmayı gerektirecek ne olabilir ?” sorusuna yegâne cevap (şayet “Troçki’nin mahremiyeti ve aşk hayatı” değilse) onun “kurban edilen masum ve silahsız muhalif” imajına ters düşecek çirkin gerçekler olabilir. Ünlü Fransız Troçkist tarihçi Pierre Broué, 1980’de bu olguyu ilk olarak fark eden araştırmacı olmuş, özellikle “SSCB içindeki muhalefetle hiçbir ilişkisinin bulunmadığını” iddia eden Troçki’nin bu konuda yalan söylediğini itiraf etmiştir.

Gerçekten de SSCB’de siyasi muhalefetin gelişimine bakıldığında, Troçki’nin sadece kendi “Sol Blok”u için değil, Buharin dahil tüm muhalefet akımları için bir tür “Kutup Yıldızı” haline geldiği açıktır. Yurt dışında hareket serbestliği olan yegâne muhalif lider odur ve şartlar elverdiğinde her türlü yabancı parti ya da hükümet ile diyalog kurma ve bir güç oluşturma şansına sahiptir. Yukarda değindiğimiz “daralan muhalefet zemininde” gitgide umutsuz ve keskin çıkışlara yönelen siyasi muhalefetin, Troçki’yi, bir müttefik olmasa bile bir olanak olarak gördüğü açıktır. Acil hedefin ”Stalin ve ekibinden kurtulmak” olarak algılandığı bir dönemde, tüm muhalifler için ellerindeki sınırlı hareket olanaklarını birleştirmek, kendi aralarında paslaşmak, ve aralarındaki eski ihtilafları bu hedefin gerçekleşmesinin sonrasına ertelemekten daha doğal bir şey olamaz. Dolayısıyla, sağ ya da sol, tüm muhalefet gruplarının kurduğu planlarda Troçki’nin yurt dışından ülkeye gelmesi adımı, Stalin sonrası senaryonun tamamlayıcı parçası olmuştur. Bu en net Tukaçevski komplosunun kurgusunda görülmektedir. Başka bir deyişle Troçki’nin yurt dışındaki varlığı ve faaliyetleri, ülke içindeki tüm muhalif planlara umut veren ve onları canlı tutan önemli bir faktör haline gelmiştir.

4. Enternasyonal’in kurulması: Yıkıcı ve provokatif bir adım


1938 tarihinde Troçki 3.Enternasyonal’in (aynı 2.Enternasyonal misali) devrimci kimliğini yitirdiğini belirterek yeni bir Enternasyonal’e ihtiyaç olduğunu söylemiş ve “3.Enternasyonal öldü, yaşasın 4.Enternasyonal!” diyerek bu örgütü kurmuştur. Bu hareket, komünist hareket açısından tam bir provokasyon olmuştur, zira çoğu daha yeni kurulmuş ve 2.Enternasyonal’den kopma sürecinin sancılarını, tepkilerini, çıkmazlarını yaşayan ve daha yeni yeni bir çizgi ve kimlik oluşturmaya çalışan Komünist Parti’leri yeni bir bölünme gerçeğiyle karşı karşıya getirmiştir. Bir yandan Avrupa’da yükselen faşizme ve gericiliğe karşı var olma savaşı veren, bir yandan içinden çıktıkları sosyal-demokrasiyle hem (kaçınılmaz) kavga ve ayrışmayı hem de zorunlu hale gelen işbirliği ihtiyacını aynı anda   tecrübe eden, bu durumun karmaşası içinde politik olarak yalpalayan, çok farklı bir ülkede, Rusya’da başarıya ulaşmış bir modeli kendi ülkelerine uyarlamanın sancılarını yaşayan Komünist Partiler, bu sefer de kendi tabanlarından güç koparmaya çalışan yeni bir oluşumla karşı karşıya geldiler. Kemikleri yeni oluşmaya başlayan bir çocuktan organ nakli yapmak kadar sorumsuz ve ahmakça bir adım olan 4.Enternasyonalin kuruluşu, haklı olarak büyük bir tepki ve nefret yarattı. (Troçki’nin muhafızı olan Jan van Heijenoort, Avrupa’da katıldıkları KP toplantılarda nasıl her defasında kavga çıktığını anılarında anlatır). Her yeni siyasi oluşum gibi 4.Enternasyonal’ın da, varlığına anlamlı kılmasının yegâne yolu diğerlerinin yanlış, kendilerinin en doğru olduğunu ortaya koymak, SSCB ve KP’leri gözden düşürmek, dolayısıyla SSCB’nin sosyalizm açısından, Komünist Parti’lerin ise devrim açısından asla bir umut olamayacakları fikrini ilerici saflara yaymaktı. Bu tavır, özellikle 2.Dünya Savaşı’nın habercisi ve küçük bir provası olan İspanya İç Savaşı’nda büyük tahribat yaratmış, Troçkistlerin (Anarşistleri de yanlarına alarak) “Stalinist” dedikleri Komünist Partisi’ne karşı giriştikleri eylemler, anti-faşist mücadeleye büyük zarar vermiştir. Tarihsel olarak Komintern’in (hataları ne olursa olsun) yarattığı devrimci ruhun ve milyonları ayağa kaldıran muhteşem enerjisinin yanında 4.Enternasyonal’in esamesi bile okunmamış, o günden bu yana bölüne bölüne atomize olmuş, belirli liderler ve kararlı unsurlar hariç reformist ya da sağ politikalara kaymanın “bekleme odası”na dönüşen bir tarikat olarak varlığını sürdürmüştür.

Troçki’nin öldürülmesi
Stalin’in burjuva ve “sol” eleştirmenleri, 1940’da Troçki’nin Meksika’da öldürülmesini “Stalin’in bitmeyen kini, şahsi nefreti, kan dökücülüğü..vs” gibi melodramatik saiklerle açıklayageldiler. Birçok devrimci de “Troçki yanılmış olabilir; ama zaten adamı sürgün etmişsin, bir de öldürtmeye ne gerek vardı?” diyerek bu olayı Stalin’in bir tür kişisel saplantısı olarak algılamaktadır. Halbuki Stalin’in bir çok kararında olduğu gibi bunda da net ve berrak bir mantık söz konusudur. Suikastı planlayan P. Sudoplatov anılarında işin gelişimini şöyle özetler: Stalin, İstihbarat örgütü NKVD’nin şefi Beria’yı çağırır ve Troçki için bir suikast düzenlenmesini ister. Beria “buna gerek olmadığını, Troçki’nin şahsi sekreteri dahil çevresine çok sayıda NKVD mensubu yerleştirildiğini, nefes alışının bile takip edildiğini, zaten siyasi bir mevtaya dönüştüğünü ve suikastın gereksiz olduğunu” belirtir. Stalin ise verdiği cevapta kısaca şunları vurgular:

-“Siyasi mevta olmadığını, bizim için yeterince sorun yaratabildiğini İspanya İç Savaşı’nda gördük.”
-Avrupa’da kapımızda bir savaş var. Bu savaşta SSCB olarak sırf komünistlere değil, Avrupa’nın tüm demokrat ve ilerici güçlerinin desteğine ihtiyacımız var.
-SSCB ve komünistlerle diğer aydın ve demokrat güçlerin arasındaki ilişkiyi bozabilecek tek unsur Troçki. (Ekim Devrimi’nin bir lideri olarak Ekim Devrimi adına konuşma meşruiyetine sahip olduğu için – SD) Bize yönelebilecek tüm sempatiyi zehirleme ve durdurma olanağına sahiptir.
-Troçki olmazsa Troçkizm biter; zira etrafındaki kadroların hepsi işe yaramaz tiplerdir ve uluslararası bir hareketi sürdürebilecek çapta değildir. (27)


Mantık kesin, varılan sonuç serttir; ama net ve doğrudur. 2.Dünya Savaşı’nda gerçekten de Filipinler’den Kore’ye, Bulgaristan’dan Fransa’ya kadar bütün ülkelerde komünistler, diğer demokrat ve ilerici güçlerle etkin bir işbirliğine girmiş, burada sağlanan başarı birçok ülkede komünistleri iktidara taşımıştır. İspanya’da, örneğin Barselona’da Troçkistlerin körüklediği türde iç çatışmaların bütün bu ülkelerde teker teker yaşandığını düşünmek bile bir kâbustur ve bertaraf edilen tehlike hakkında yeterince fikir vermektedir.

Troçki’nin Ekim Devrimi’ne yaptığı tüm hizmetler ve İç Savaşın zaferine yaptığı tüm katkılar ne denli doğru ve gerçekse, bu konuda alınan ve uygulanan karar da, sonuçta o denli doğru ve isabetli olmuştur.

Tukaçevski: Politbüro’ya karşı askeri darbe
Tukaçevski, İç Savaş yıllarında parlamış ve mareşalliğe yükselmiş yetenekli bir askerdi. Özellikle yenilenen savaş teknikleri ve teknolojileriyle yakından ilgilendiği belirtilmektedir. Ordu kademelerinde kiminle ve nasıl bir çatışma içinde olduğunu bilemeyiz. Bildiğimiz, Stalin’in tüm askeri aygıtın başına hem şahsen güvendiği, hem de Tukaçevski’den daha kıdemli bir başka İç Savaş kahramanını, Voroşilov’u getirdiğidir. Tukaçevski’nin Voroşilov’u eski kafalı ve liyakatsiz bulduğu iddia edilir. Bu iddia doğruysa, o ve yakın arkadaşlarının Voroşilov’a ve onu atayan siyasi iradeye (Stalin ve Politbüro’ya) en azından mesleki planda tepki duymaları doğaldır. Bu tepki, yukarda detaylarını verdiğimiz “zehirli hava” içinde, Tukaçevski ve ekibini de “küskünler ve memnuniyetsizler” safına konumlandırmıştır.

Haziran 1937 tarihinde Tukaçevski, kendisine yakın olan generallerden Egorov, Blyukher, Yakir ile birlikte “Parti yönetimine karşı askeri darbe hazırlama” suçundan tutuklanır ve idam edilirler. Tukaçevski davası belgeleri, bugün hala Rus devlet arşivlerinde “kısmen kapalı” olmaya devam eden belgeler arasındadır. Ancak SSCB’nin dağılmasında sonra Rusya Parlamentosu Duma 1990 yılında bu belgelere erişim için 1 kişiye izin verdi. O da bu davada yargılanıp idam edilen Korgeneral Yakov Alksnis’in torunu Albay Viktor Alksnis idi. Viktor Alksnis, bu belgeleri inceledikten sonra 2000 yılında milliyetçi bir Rus gazetesine verdiği röportajda şunları söyledi:

“(Gorbaçov dönemi) Gazete kayıtları, sanıkların suçlarını tamamen reddettiğini söylüyor. Halbuki okuduğum kayıtlara göre hepsi suçlarını itiraf etmiş. Bir suçun itirafının işkence sonucu olmuş olabileceğinin farkındayım. Ancak kayıtlardaki durum bundan çok farklı. Çok fazla sayıda detay, uzun diyalog, karşılıklı suçlama, ve büyük miktarda ince hassas bilgi. Bu türden bir şeyin tertip edilip sahnede yönetilmesi en basit anlamda imkânsız. Komplonun doğasına ilişkin hiçbir şey bilmiyorum. Ancak Kızıl Ordu içerisinde böylesine bir komplonun düzenlendiğine ve Tukaçevski’nin de buna dahil olduğuna bugün tamamıyla ikna olmuş durumdayım. (28)


melnur  |  Cvp:
Cevap: 2
01.04.2022- 10:17

Öte yandan burada, çok sayıda bilginin bulunduğu Rus arşivleri kadar önemli bir diğer belge söz konusudur: O da o yıllarda ABD’nin Moskova büyükelçisi olan Joseph E.Davies’in anı-günlüğüdür. Davies doğaldır ki bir “Stalinci” hatta bir “solcu” değildir. Sadece o yıllarda bir Amerikalı olarak SSCB ile dostluk ilişkilerinin sürmesinden yana olan bir Amerikan politikacısıdır; ve Stalin’i “aklamak” konusunda çaba gösterecek en son kişilerden biridir. Anı-günlüğünde şunu yazmıştır Davies:

“28 Haziran 1937

Saygıdeğer Sumner Welles (ABD Dışişleri Bakanı – SD)

Burada koşullar her zamanki gibi çok karmaşık. Burada çok uzun bir süredir kalmış olanların yargısına göre durum çok, çok ciddi.   Her türlü ihtimalde ordu tarafından bir coup d’etat yapmaya yönelik – özel olarak Stalin’e karşı değil, ama anti-politik ve anti-parti- kesin bir komplonun   hazırlandığına ve buna karşı Stalin’in tipik bir hız, gözüpeklik ve güç ile bir karşı darbe vurduğuna inanmak en mükemmel yargı gibi gözüküyor…. Bu konuyu tartıştığım son derece iyi bilgilendirilmiş 2 büyükelçi ile yaptığım görüşmede, bana suçlamalarda ciddi bir gerçek payı olduğunu aktardılar.” (29)

Tukaçevski’nin elindeki askeri gücün, onu tüm muhalefetin, sadece Buharin ve Rikov’un Sağ Muhalefetinin değil, Zinovyev ve yurt dışındaki Troçki’nin de ortak umudu haline getirdiği ortadadır. Stalin ve birkaç ek liderin (Molotov?, Kaganoviç?..) devreden zor yoluyla çıkarılması, Sovyet siyasetinde yepyeni bir dizi siyasi imkânı bir arada ortaya çıkaracaktı. Mahkemede ortaya çıkan belgeler, bu askeri darbe karşısında tüm tarafların bir “geçiş dönemi” mantığı içinde kendi hesaplarını yaptığı, Troçki’nin yurda dönmeyi, Buharin ve ekibinin Politbüro’da yeniden güç kazanmayı, Tukaçevski’nin bir tür “askeri lider” olmayı umduğu, ama ilk adım konusunda tüm tarafların ortak beklenti içinde olduklarını ortaya koymaktadır.    

Sorgulamalarda işkence faktörü
Burada şu kritik soruları sormak ve dürüstçe cevap vermek zorundayız:

“SSCB’deki siyasi mahkemelerde, parti üyesi komünistlere işkence yapıldı mı ?”
Evet, var olan binlerce tanıklığa göre işkence yapıldığı, yani sorgu esnasında sanıklara fiziksel şiddet uygulandığı doğrudur. Bu arada, net bir Buharin taraftarı olan ve yaşayan en büyük Buharin biyograficisi ve uzmanı olan Stephen Cohen, Buharin’e asla fiziki şiddet uygulanmadığını teyit etmektedir. Benzer bir teyidi, Zinovyev kendisi için yapmıştır. Doğal olarak bu tanıklıklar tüm siyasi tutuklular için geçerli olmamıştır.

“Bu kabul edilebilir, ya da hoş görülebilir mi?”
Hayır, bu uygulama kabul edilemez ve hoş görülemez. Bunun reddedilmesi ve mahkûm edilmesi gerekir.

“Bu ifadelerin işkence ile alınması, yanlış olduklarını ya da geçersiz olduklarını göstermez mi?”
Hayır, kesinlikle göstermez!. Yapılan demagojinin en çürük, ama dayandığı duygusallık dolayısıyla da en aldatıcı kısmı tam bu noktadır. “Teşbihte hata olmaz” diyelim ve sevimsiz bir örneği, 12 Eylül’ü hatırlayalım: Devrimciler, yapılan işkenceler sonucunda ya ifade vermediler, ya da konuşmak zorunda kaldılar. Ancak konuşmak zorunda kalanların HİÇBİRİ yalan ya da yanlış ifade vermedi!. Kendilerinden istenen bilgi neydi? Örgüt ilişkileri, bağlı oldukları sorumlu, buluşma saati ve yeri, evlerin adresi, silahların saklandığı yer..vs idi ve bunların hepsine verilen cevaplar (ne yazık ki!) %100 doğru idi. Hiçbir “düzmece suçlama” gündeme dahi gelmedi. Gündeme gelseydi (örneğin insanlar “örgütümüzün gerçek lideri Bülent Ecevit’tir” gibi bir saçma ve kasıtlı bir ifadeye zorlansalardı), 2-3 zavallı dışında buradan “dava” yaratacak hiçbir malzeme çıkmazdı. Türkiyeli devrimcilerden çıkmayacağına göre, bir kısmı Ekim Devrimi’ni yaşamış ve hepsi Bolşevik Parti üyesi kadrolardan çıkan ifade niye o zaman ”baştan aşağı düzmece ve saçma” olsun? Düşünelim: Yüzlerce sanığı kapsayan bu davalarda HERKES Troçki, Zinovyev, ya da Buharin hakkında “yalan ifade” veriyor, işin ilginç tarafı bu ifade sonucunda ceza indirimi almadıkları gibi ifadeyi verenler de hakkında ifade verdikleri sanık gibi kurşuna diziliyorlar! Böylesi bir iddianın hiçbir mantığı olmadığı açıktır. Davalardaki haksız kimi hükümleri aşağıda ele alacağız; ancak tüm bir davayı baştan aşağı ve tümüyle “düzmece”, “yalan ifadeye zorlama” sonucu olarak açıklama ya komünizmi vicdanından atmaya yönelik bilinçli bir düşünce tembelliğinin, ya da gözü dönmüş bir anti-komünizmin ürünü olabilir.

Buna karşılık, işkencenin asla uygulanmadığı ve şok edici sabotaj senaryolarının ortaya çıkarıldığı bir vakadan bahsetmek istiyoruz.

Vavilov soruşturması: Örnek vaka
Nikolay Vavilov, Sovyetler Birliği’nin ilk yıllarındaki en parlak biyologlardandı. Uzun yıllar Parti ve Sovyet devletine büyük hizmetler sunan ve ödüllendirilen Vavilov, 1931’de keskin bir bilimsel-felsefi bir tartışmanın ortasında kendini buldu. Çevreye uyum için canlıların zaman içinde kazandıkları özelliklerin kalıtsal olduğu (anne-babadan çocuğa geçtiği) konusunda yeni bir tez getiren Miçurin ve Lissenko adlı iki biyoloğa karşı, bunun imkânsız olduğunu, Mendel kanunları ışığında, kalıtsal özellikleri belirleyen genlerin çevre koşullarından direkt etkilenmediğini ve etkilenemeyeceğini savundu. Lissenko, soğuk bir ortamda elde edilen buğday tohumlarının ekildiği zaman soğuğa dayanıklı bir buğday türü yarattığını iddia etti ve bir şekilde bunu pratikte ispatladı. Parti ise bu konuya felsefi açıdan yaklaştı ve “çevrenin değil de değişmez biyolojik şifrelerin canlıyı belirlediği” tezini, o dönem dünyada yükselmekte olan ırkçılığa prim veren bir tez olarak değerlendirdi ve Lissenko’dan yana tavır aldı. Vavilov’un yaklaşımı, ırkçılığa kapı açtığı gerekçesiyle felsefi olarak mahkum edildi ve Vavilov bir anlamda gözden düştü. Bugün, bilimsel olarak Vavilov’un haklı olduğunu, Partinin salt siyasal kaygılarla ve kaba kavranılmış bir felsefi yaklaşım üzerinden bilime çarpık bir müdahale ettiğini biliyoruz.

Buradan bir siyasi davaya nasıl varılır? Gelişmeler şu şekilde olmuştur: Vavilov, felsefi ve siyasi olarak gözden düşmekle beraber görevine devam eder, hatta SSCB Tarım Bakanlığında Bakan Yardımcısı konumuna getirilir. Fakat 1938’de tutuklanır. Gerekçe “hükümete karşı tarımda sabotaj yapmak”tır. O sırada 52 yaşında olan Vavilov’un sorgusu 240 seans ve toplam 1000 saat sürer ve dosyalar dolusu ifade verir! Burada açık olan şudur: 52 yaşında yaşlı bir profesöre “gerçek dışı ifade verdirmek için işkenceli sorgu yapma” 1000 saat sürmez! Sorgu bu yöntemle yapılsa, 5 saat sonunda en fantastik iddialar dahi kabul ettirilirdi. Ancak Vavilov’un günler süren sorgusunda yaptığı itiraflarda ortaya çıkan olgular şunlardır:

Vavilov, eski bir Buharinci olan Tarım Bakanı Yakovlev ile birlikte tarımı sabote edici bir planı devreye soktuğunu itiraf etmiştir.
Planın bir adımı, tarımda yeni kurulan ve eğitilmiş iş gücü yetiştirdiği için büyük önem taşıyan bilim araştırma enstitülerini sayısını suni olarak artırmaktı. Kadro ve kaynak kısıtları dolayısıyla, düzgün çalışan belli sayıda istasyon yerine işlevini tam yerine getirmeyen çok sayıda istasyon olacaktı.
Bir diğer adım, 5 yıllık plan için konulacak hasat hedeflerini şişirmekti. “Gerçekçi” olarak sunulan hedefler, asla ulaşılamayacak ve buna angaje olan herkesi başarısız gösterecek hedeflerdi.
Vavilov, Buharinci Tarım Bakanı’nın azmettirmesiyle, esas olarak da Lissenko ile giriştiği tartışmada kendisine yapılan haksızlık dolayısıyla içten içe taşıdığı tepki yüzünden bu işe girişmiştir. Mantık bellidir: “Madem her şeyi biliyorsunuz; gelin düzeltin o zaman!”. Maksat, hükümet ve partinin başarısızlık içinde debelenmesini sağlamak ve bunu kenardan seyretmekti.
Mahkeme, bu deliller ışığında N.Vavilov’u idama mahkûm eder. İçişleri Halk Komiserliği (NKVD)nin başında olan L.Beria, bu kararı Stalin’e aktarır ve Vavilov’un, yaptığı hata ne olursa olsun geçmişte büyük hizmetler vermiş değerli bir bilim adamı olduğunu hatırlatarak idamdan affını talep eder. Stalin bu talebi kabul eder ve Vavilov’un cezası sürgüne çevrilir (30)

O yıllarda, Parti liderliğini hedef alan siyasi/askeri komploların yanı sıra, hatta onlardan daha da önemli olarak, daha geniş çaplı olan tehlike sabotajlardı. Sanayi kültürü olmayan bir ülkede yepyeni kurulmuş ve köyden yeni gelmiş “sıfır kilometre” işçilere teslim edilmiş bir sanayi, gene yepyeni ve dünyada ilk defa denenen bir düzende (kollektif çiftlikler) çalışmaya başlayan bir tarım, gerek tabandan, gerekse devlet kademelerinden her yönden müdahaleye açıktı. Vavilov gibi yüksek kültür düzeyinde ve teknokrat olan biri, salt felsefi bir tartışma dolayısıyla kendini “mağdur” hissettiği için böyle bir kumpasa girişiyorsa, Partinin politikalarından bir şekilde “canı yanmış” birkaç milyon vatandaşın; ya da fikirleri siyaseten “mahkum” edildiği için ikinci plana düşmüş ve devlet kademesinde göreve devam eden on binlerce (eski) muhalif partilinin fırsat geçtiğinde neler yapabileceğini düşünmek anlamlıdır. “Aşağıdaki”lerin ufak ve gizli darbeleri, “yukardaki”lerin bilinçli vurdumduymazlığı ile birleştiğinde Sovyet ekonomisinde başarısızlığın bir çığ gibi büyümesi kaçınılmazdı.

1937-39 tasfiyeleri bu açıdan bakıldığında bir silkinmedir. Parti ve devletin tüm kademelerinde sadece yönetime karşı olan unsurların değil, ilgisiz, kararsız, vurdumduymaz kadroları da ayıklayıp, ülkenin içine girdiği yeni rotayı yürekten benimseyen ve onun için yüksek bir uyanıklık ve motivasyonla çalışmaya hazır kadroları tüm yönetim organlarına egemen kılmayı amaçlayan bir siyasi kampanyadır. Süreç içinde oluşan (ve ilerki bölümlerde ele alacağımız) haksızlıklar ne olursa olsun, her kademeden bürokratın görevinden alınıp cezalandırılabileceğini gören kitlelerde de, bu sebeple büyük bir heyecan uyandırmış, bir tür yenilenme, uyuşukluğa son verme ve atılım süreci olarak algılanmıştır. Bu süreci yöneten ekibin en önemli mensuplarından Molotov, yıllar sonra yaptığı açıklamada “bizim için mühim olan kime güvenebileceğimizi ve kiminle yürüyeceğimizi bilmek ve onlarla yürümekti. Savaş gündemdeydi ve bunu yapmak zorundaydık” demiştir.

“Yönetici olan biri için bunu söylemek kolay” denebilir. Ancak “masanın öbür tarafında olan”, yani o dönem kamplara yollanmış birinin tanıklığının da benzer bir vurguyu içerdiğini duymak ilginçtir. 1939’da   Stalin’a karşı suikast planlayıp yakalanan ve çalışma kampına yollanan Alexandr Zinovyev (Ekim’in liderlerinden Grigori Zinovyev ile bir ilgisi yoktur) Kruşçev döneminde serbest kalmış, fakat rejim muhalifliğine devam edince kendi isteği ve SSCB hükümetinin onayıyla Avrupa’ya giderek anti-komünist bir akademik faaliyet yürütmeye devam etmiştir. SSCB’nin yıkılışı akabinde ülkesine dönüp yaşanan yıkıma tanık olan A.Zinovyev, 180 derece dönüş yaparak ateşli bir komünizm ve Stalin savunucusu haline gelmiştir. Şunları demiştir Zinovyev:

“Bir mahkum olarak, çalışma kampında -20 derecede ayağımda sadece bir terlikle saatler boyu ormanda ağaç kesmek zorunda bırakıldım. Gerçekten zor zamanlardı…… Buna rağmen bugün söylüyorum: Stalin haklıydı. O tasfiyeler olmasaydı savaşı asla kazanamazdık!” (31)



Dipnotlar:

11. The Fourteenth Congress of the C.P.S.U.(B.); speech by J. V. Stalin; Works, Vol.7, 1925 Foreign Languages Publishing House, Moscow, 1954

12. “Molotov Anlatıyor”, Feliks Çuyev, Yordam Yayınları, 2007, s.280

13. “The Road to Terror”, ”, J.A. Getty ve Oleg Naumov, Yale University Press, s.78

14.   a.g.e,     s. 63

15. “Özel Görevler” Pavel Sudoplatov, Ayrıntı Yayınları, 2015, s.75. O dönem SSCB yönetim çevresine yakın yaşayan ,Beria’nın oğlu Sergo Beria da anılarında aynı iddiayı tekrarlamaktadır. (bkz. “Beria, My Father: Inside Stalin’s Kremlin”, Duckworth Press, 2001, s.39). Elbette bunlar da hala ispatlanmamış iddialardır.

16. Bkz: https://www.youtube.com/watch?v=2bcmGnygysU

17.   Stalin şahsen bu tür dalkavukluk örneklerine yer yer şahsi tepkiler göstermekten geri durmamıştır. Ermitaj Müzesi’nde her odaya kendi büstünün konulmasına “Bu bir provokasyon !” diyerek öfkeyle karşı çıkmış ve kaldırtmış (“Kruşçev’in Yalanları”, s.305); anlamsız övgülerle dolu bir biyografisinin ise “piyasadan toplatılıp yakılmasını” istemiştir (“Origin of Great Purges, s.205)

18. “Kruşçev’in Anıları”, N.Kruşçev, Milliyet Yayınları, cilt 1,

19. “Conversations with Stalin”, Milovan Djilas, Penguin Books, 1963, s.64

20.   “Experiment in Autobiography”, H.G.Wells, New York, s.684

21.   Tarih ve Toplum, cilt 21, s.124

22. “The Road to Terror”, s.133, s.160

23. “The Road to Terror”, s.161

24. “The Road to Terror”, s. 223

25. “Stalinizmin Doğuşu”, Michael Reimann, Metis Yayınları, 1998

26. “The Road to Terror”, s.39

27. “Özel Görevler”, s.89, ve “Beria My Father”, s.56

28. “Stalin ve Demokrasi, Troçki ve Naziler”, G.Furr, s.137

29. “Mission to Moscow”, Joseph E.Davies, Pocket Books, New York, 1941 s.141,170

30. “Stalin ve Demokrasi, Troçki ve Naziler”, G.Furr, s.128

31. A.Zinovyev’den aktaran (“Sovyet Mirası ve Sovyet Sonrası Toplumsal Mücadeleler”, Li Shen Ming, Canut Yayınları, c II, s.182, s.412)

https://politikagazetesi.org/?q=content/sosyali%CC%87zm-tari%CC%87hi%CC%87ni%CC%87n-en-%C3%A7ok-tarti%C5%9Filan-d%C3%B6nemi%CC%87-sscb%E2%80%99de-si%CC%87yasi%CC%87-tasfi%CC%87yeler-1937-1939

melnur  |  Cvp:
Cevap: 3
02.04.2022- 01:14

Stalin Sonrası Döneme Geçiş: Çöküşün Kodları (3)

Sinan DERVİŞOĞLU

Resim Ekleme

Savaş Sonrası SSCB’de Alternatif Reform Planları:

Stalin’in “Planı”
Savaş sonrası Sovyet toplumunda bir değişim ve reform beklentisi olduğunu tespit etmek durumundayız. Bu son derece doğaldır, zira ülke hem savaşta bütünüyle (tüm halklar ve tüm kuşaklar) büyük bir bedel ödemiş, savaşın, yani “silahlı siyasetin” aktif unsuru haline gelmiş, savaş sonunda elde edilen zaferle de dünya çapında bir siyasi-askeri süper güç haline gelmiştir.

Ülke hem zor günleri (fakirlik, teknolojik gerilik, feodal kalıntılar), hem de iç çatışmaları (parti içinde başlayıp toplumu saran ve daha önce bahsettiğimiz temizlik kampanyalarını) aşmış; tek bir yumruk gibi büyük bir başarıyı hayata geçirerek geleceğe umutla bakmaya başlamıştır. Hem iç, hem de dış düşman tümüyle yenilmiş, bu olgular 1930’lardaki gibi siyasal katılımı sınırlamanın makul gerekçesi olmaktan çıkmıştır. Batı emperyalizmi elbette yeni bir tehdittir; ancak ülkenin ulaştığı nükleer silah ve devasa askeri güç, tüm Sovyet halklarına güven vermektedir. Sovyet halklarının buna bağlı olarak siyasette daha fazla katılım ve söz sahibi olma beklentisi, ve bu yönde bir siyasal değişim/dönüşüm isteği tüm yönetici kademelerde hissedilmektedir ve çeşitli reform planları gündeme gelmiştir.      

Stalin’e yönelik suçlamaları boşa çıkaran analizleriyle tanıdığımız Grover Furr, “Stalin ve Demokrasi” adlı eserinde belgelere dayanarak bizzat Stalin’in bir “demokrasi planı”ndan söz etmektedir. Bu alandaki belgeler bir bütün olarak araştırılmaya muhtaçtır ve bizleri “ideolojik olarak memnun ettiği” için tek bir araştırmayı “kesin doğru” olarak almamız doğru olmaz. Ancak gene de, G.Furr’un iddiaları arasında başka kaynaklarca da doğrulanabilecek olanları, yani yayınlanmış kaynakları “çapraz sorguladığımız” zaman hala geçerliliğini koruyan iddiaları ortaya koyalım:

1947 Parti Program taslağı:

Partinin politik ve ideolojik görevlere ağırlık vermesini hep savunmuş olan Jdanov, 1947 yılında yeni dönem için bir Parti Program Taslağı hazırladı. Bugüne kadar varlığı dahi açıklanmayan bu taslağa, bugün erişme şansı olan sınırlı araştırmacının yaptıkları alıntılar, ciddi bir şaşkınlık yaratmaktadır. Taslakta var olan kimi açılımlar şunlardır:

Halkın komünist bilincini geliştirerek, idari baskının yerini “kamuoyu etkisi”nin alması
Devletin işlevlerini daraltarak onu sadece iktisadi hayati düzenleyen bir mekanizmaya çevirmek
Kitle örgütlerine, Yüksek Sovyet’e kanun önerileri getirme yetkisi vererek “aşağıdan yasama” girişimlerini yaymak
Tüm emekçilere karar alma süreçlerine katılım hakkını devreye sokmak
Tüm iç ve dış politika meselelerinde yurttaşlara ve kitle örgütlerine Yüksek Sovyet’e direkt öneri getirme hakkını tanımak
Her yıl Parti Merkez Komite üyelerinin “en az altıda birini” zorunlu olarak yenilemek
Jdanov bu taslağı tartışmak da dahil olmak üzere, 19.Parti Kongresinin 1947 sonunda toplanmasını önermiştir.

Stalin’in de bilgisi ve onayı çerçevesinde hazırlanan bu taslağın akibeti meçhuldür ve bir aşamada (muhtemelen MK Plenuımunda) reddedilmiş, dahası unutulmaya terkedilmiştir. Kongre ise ancak 1952’de toplanabilmiştir.

“Geçerliliğini yitirmiş köhne kavramlar:
Genel Sekreter, Politbüro, Sekretarya”:


Burada, mevcut ezberlerimizi bozan ve uluslararası komünist hareketin pratiğinde başköşede duran temel kurumlara yönelik eleştirel bir yaklaşımı, bir dönem açılıp, kısa bir süre sonra hızla “kapatılan” ve unutulmaya terkedilen bir açılımı hatırlatmak istiyoruz. Bilindiği gibi KP’lerde partinin lideri ve en yetkili kişisinin “Genel Sekreter” pozisyonuna konulması ve bu pozisyonla anılması (belli istisnalar dışında) bir genel pratik haline gelmiştir; ve bu durum, Bolşevik Partisi’nde Stalin’in “genel sekreter” olarak seçildiği 1922 yılından sonraki gelişmelerin sonucu olmuştur. Genel Sekreter olan Stalin, daha sonra önderlik ettiği atılımlarla partinin ve SSCB’nin en güçlü adamı ve lideri olmuş, KP’lerde de liderin “Genel Sekreter” olması bir tür “adı konmamış kural” haline gelmiştir (PKK’de dahi A.Öcalan bir dönem “Genel Sekreter” olarak anılmaktaydı).    

Bu fiili durumu ilk sorgulayan gene Stalin olmuştur. Önceleri, parti içi çatışmada çok yıprandığını hissederek iki defa Genel Sekreterlikten istifa etmeyi önermiş, ısrar üzerine bu pozisyona geri dönmüştür. Ancak (örneğin 1927’de) sadece Genel Sekreterlikten istifa etmeyi değil, Genel Sekreterliğin lağvedilmesini önermiştir. Özet olarak söyledikleri şunlardır: “Lenin zamanında 11. Kongreye kadar Genel Sekreterlik yoktu, o dönem parti içi muhalefetin yarattığı kaosu gidermek için yaratıldı. Bu, şu anda ölü bir kurumdur ve tüm bölge MK’larında türeyen “Genel Sekreter”ler yaptıkları müdahalelerle sorun yaratmaktadır.” Başka bir fırsatta da Parti sekreteryasını bir tür “gölge hükümet” olarak nitelendirmiştir.

Bu son derece makuldür, zira Genel Sekreter, parti içindeki iç işleyişi koordine etmek ve düzenlemekten sorumludur ve bu durum partide “genel başkan”lık ihtiyacını ortadan kaldırmaz. Partiyi kitleler önünde temsil eden, partinin şiarlarını kitlelere en etkin biçimde aktaran, diğer siyasi güçlerle mücadelede taraftarlarına coşku veren, parti kadroları ve tabanı üzerinde en fazla saygınlığa sahip olan şahıs, partinin lideri ve Başkanıdır. Genel Sekreter ise, disiplinli ve becerikli, kadroları yakından tanıyan ve “doğru işi doğru insana” veren, günlük iç işleyişin en etkin şekilde sürmesini sağlayan bir tür “baş örgütçü”dür. Bu iki kavram iki farklı (ve ikisi de ayrı ayrı gerekli) fonksiyona ve iki farklı profile denk düşmektedir ve birçok partide “Genel Başkan”lığın Genel Sekreter lehine iptal edilmesi, aslında partilerde kitlelere değil, kendi içine yönelik bir politik işleyişi, ve “halk lideri”nden çok “örgüt/aparat adamı” şeklinde bir yönetici profilinin ön plana çıkmasını beraberinde getirdi.

Benzer bir yaklaşım sekretarya için de geçerlidir. Genel Sekreter’in örgüt içi işleyişi düzenlemek için yarattığı aygıt olan ve kimin nereye atanacağına karar veren Sekretarya, Partinin en büyük güç olduğu bir ülkede, parti içinde fiili gücün toplandığı bir organ olarak en etkin güç odağı haline geldi. Sovyet, meclis, hükümet gibi seçimle gelen organların tamamıyla üstünde ve onlara hakim bir güç olarak Sekretarya, gerçekten de Stalin’in söylediği gibi bir “gölge hükümet” ya da “gölge iktidar” haline geldi. Stalin’in parti içi mücadelede bir anlamda kendini iktidara taşıyan aygıtı sorgulaması da ayrıca kayda değer bir olgudur.

Politbüro, da benzer bir “tarihsel kalıntı”dır. Ekim Devrimi sonrası İç savaş yıllarında tüm parti örgütü savaşa ve ülkeyi ayakta tutmaya yoğunlaşırken, profesyonel olarak politika ve diplomasiyle ilgilenmek ve etkin politikalar üretmek için kurulan Politbüro, bir süre sonra MK’nın üstünde Partinin en etkili resmi organı haline geldi. Bu da gene, tıpkı Genel Sekreterlik gibi tüm dünya KP’lerinde, hatta kimi ulusal kurtuluş hareketlerinde (FKÖ’nün dahi bir “Siyasi Büro”su vardı) benimsenen bir şablon haline geldi. “İşi politikayla ilgilenmek ve politika üretmek” olan bir üst kurul olarak Politbüro fikri bugün sorgulanmalıdır. “Politika üretmek, politikayı yorumlamak, mevcut politikaları tartışmak ve geliştirmek” görevi aslında en üstten en alta kadar TÜM parti organlarının, MK’dan hücrelere kadar tüm birimlerin asli görevidir. Bu görevi bir “üst” kurula havale etmek, tüm diğer birimlerin kendilerini kapitalist ülkelerde günlük işlere (dar pratiğe), sosyalist ülkelerde ise ekonomik ve idari işlere hapsetmeye götürebilen bir anlayışı güçlendirir. Bunun sonucu, baştan aşağı “siyasi” bir örgüt olması gereken Partiyi a-politikleştirmeye götürebilir. Stalin (ve Jdanov gibi başka önderlerin) SSCB’de tüm parti birimlerinin günlük ekonomik/idari işlerden sıyrılarak politika ve ideolojiye daha fazla ağırlık vermelerini sağlamak gibi bir kaygıları olduğuna değinmiştik.

Öte yandan Bolşevik Partisindeki (ve 1956 sonrası SBKP’deki) haliyle Politbüro, sosyalizmin kuruluşu ile birlikte devlet organlarının önemli temsilcilerini de içine alarak (başbakan, devlet başkanı, Kızıl Ordu komutanı ve istihbaratın başkanı gibi) birleşik bir Parti-devlet iktidarı organı, ve (teşbihte hata olmaz!) bir tür Milli Güvenlik Konseyi haline gelmiştir. Bu haliyle Politbüro hem Partiyi, hem de hükümeti ve devleti yöneten bir üst kurul durumundadır. Stalin 1952’de Politbüro’yu feshederek yerine bir Prezidyum (Başkanlık Kurulu) önermiş; bir yandan tüm partinin “politik” olması gerektiğini hatırlatarak Politik Büro sıfatını kaldırmış, öte yandan da bu kurulun içinde Devlet Başkanı ve Yüksek Sovyet Başkanı’nın bulunmaması gerektiğini söyleyerek Parti ve Devlet fonksiyonlarını ayırmayı hedeflemiştir.

Grover Furr’un bu iddiaları gerçeklerle de örtüşmektedir, zira mevcut tüm kaynakların doğruladığı üzere 1952’de:

Sekretarya daraltılmış ve kadrosu asgariye indirilmiş (10 sekreter)
Genel Sekreter pozisyonu lağvedilerek, daraltılmış Sekretaryanın eşit bir üyesi haline getirilmiştir
Politbüro lağvedilerek SBKP(B) Prezidyumu kurulmuştur. Bir kısım “devlet ricali” hala içinde kalmakla birlikte sayısı ve kapsamı genişletilmiştir.
Sadece isim değişikliği olarak gözüken, ama özünde bir fonksiyonel değişikliğin ilk adımları olan bu düzenlemeler sadece Stalin’in ölümüne kadar değil, ondan sonra da bir süre devam etmiştir.

Partinin üye profilini dönüştürmek:
Burada G.Furr’ün aktardığı en ilginç düzenleme, parti kadrolarının maaşlarına ilişkin Stalin’in önerdiği ve hayata geçirdiği uygulamadır: Partiyi bir “kariyer yapma aracı” daha doğrusu bir “ikbal kapısı” olmaktan çıkarıp gerçekten gönüllü ve fedakar unsurlardan oluşmasını sağlamak için Stalin, belirli bir kademedeki (cumhuriyet, bölge, il..vs) Parti yöneticisinin, aynı seviyedeki Sovyet ya da hükümet temsilcisinden %10 daha az maaş almasını önermiş ve bu öneri 1952’de hayata geçirilmiştir.

Partiyi ağır ağır devreden çıkarmak:
Furr, Stalin’in partiyi geri plana iterek, onu sadece politik ve ideolojik görevlere yoğunlaştırmayı, tüm fiili gücü seçilmiş organlara (Sovyetler, yerel meclisler ve onların seçtiği hükümete) vermeyi düşündüğünü belirtmektedir. Bu, doğru bir yaklaşım ve mümkün bir olay olmakla birlikte, Stalin’in bizzat bunu planladığı fikri belgelerle ispata muhtaç bir iddiadır. Gene de şunu belirtelim: 1950 sonrasında Politbüro “Prezidyum” olarak yeniden dizayn edildiğinde Stalin’in Partide kalan yegâne resmi görevi MK üyeliğidir. Furr, bir ara Stalin’in MK’dan dahi ayrılarak partiyi “kendi yağıyla kavrulmaya” yönlendirmek istediğini, ancak yoğun tepki ve ısrarlar sonucu bundan vazgeçtiğini iddia etmektedir.

Belirttiğimiz gibi, bu iddia ayrıca belgelere ispata muhtaç olmakla birlikte, birbiriyle ilgisiz gözüken 4 olgu, gerçekten de G.Furr’ün iddiasını, yani Stalin’in partiyi ağır ağır devreden çıkararak ağırlığı seçilmiş ve icracı organlara kaydırmak istediğini doğrular niteliktedir. Açıklayalım:

Birincisi, geçmişin tortusu ve acı anılarıdır. Önceki yazımızda belirttiğimiz gibi, 1937-38 tasfiye hareketleri 600.000 civarında kadronun idam edilmesiyle sonuçlanan son derece trajik ve tahripkâr bir süreç olmuş, bu süreç sadece ve sadece (ayrıntılarıyla gösterdiğimiz gibi) yerel ve bölgesel parti aparatının kendi gücün pekiştirme hırsının ve saplantısının sonucunda bu denli trajik boyutlara varmıştır. Bu süreç, Stalin’in ve MK’nın 5 sene boyunca parti aygıtlarını halkın denetimine açma (çok adaylı seçim) ve siyasi kalitelerini artırma (kartları yenileme) çabalarını boşa çıkarmakla kalmamış, bir anlamda onlara gösterilmiş şiddetli bir direnç ve verilmiş ağır bir “red” cevabı olmuştur. Ülkenin lideri ve bir örgüt adamı olan Stalin’in bu durumu olduğu gibi kabullenmesi pek mümkün gözükmemektedir. Özellikle Partiyi bütün entrikaların kaynağı olarak gördüğünü belirttiğimiz Beria’nın görüşlerine hak vermesi, tutulabilecek yegane yol olan Partinin siyasi-fiili yürütme gücünü azaltmaya yöneldiğini düşündürür niteliktedir.

İkinci ve üçüncü olgular, Kruşçev’in 1956’da yaptığı 2 suçlamaya ilişkindir. Kruşçev, 20. Kongredeki meşhur konuşmasında bir yığın suçlamanın yanı sıra Stalin’e parti işleyişi açısından 2 temel eleştiri getirir:

Bolşevik Partisi 13 yıl boyunca (18. Kongrenin olduğu 1939 yılı ile 19.kongrenin olduğu 1952 yılı arasında) kongre toplamamıştır. RSDİP zamanından beri sık sık kongre toplayarak siyasi konuları tartışma geleneği olan bir parti açısından bu ciddi ve haklı gözüken bir suçlamadır.
Stalin ömrünün son yıllarında merkezdeki Parti işleyişini, Politbüro’yu bir kurul olarak çalıştırmak yerine somut ve spesifik sorunlar için bir araya gelen alt kurullara (“Dörtler”, “Yediler”… gibi)   indirgeyerek partinin merkezi kurul işleyişini likide etmiştir.
Öncelikle, bu iddiaların sonucu (ve gerçek amacı), Stalin için düzenli işleyişten koparak onu hiçe sayan bir “şımarık kral” imajı yaratmak, bunu da “aşırı güç sonucu iktidar deformasyonuna” bağlamaktır. Ancak harekete katıldığından beri tamamıyla bir örgüt adamı olan, eski veya yeni (kendi koydukları da dahil) tüm kurallara titizlikle uyan ve uyulmasını sağlayan, ömrünün son gününe kadar kendi zaman planını dahi haftalar öncesinde saat bazında planlayıp uygulayan, aşırı disiplinli ve çalışkan bir yönetici olarak Stalin profili göz önüne alındığında, yukardaki imajın hiçbir inandırıcılığı yoktur. (Sergo Beria’ya kişisel bir sohbetinde “benim günlük çalışma planım saat bazında aylar öncesinden kesinleşmiş durumdadır” demiştir). Dolayısıyla, Kruşçev’in bahsettiği olguların yeni ve farklı bir okumaya ihtiyacı olduğu açıktır.

Kongreyi ele alalım. Bahsi geçen dönemde SSCB’nin devasa bir savaş felaketi yaşadığı bilinmektedir. Bunu gerekçe olarak göstermek “Stalin koşullara teslim oldu” klişesiyle karşılaşacağı için, “şeytanın avukatlığını yapma” pahasına daha cesur bir yorum getirmeye çalışalım: Bu dönemde kongreye ne ihtiyaç vardı? Açalım:

1939-41: Avrupa’da savaş başlamıştır ve SSCB sınırlarına dayanacağı aşikârdır. Savaşa hazırlanmak tüm kadrolar için açık ve temel görevdir
1941 – 1945: Ülke ölüm kalım savaşına girmiştir ve partili/partisiz 200 milyon insan ülke savunması için 24 saatini vermektedir.
1945 sonrası: 26 milyon insanını ve ekonomisinin üçte birini kaybetmiş ülkenin hızla ayağa kalkması, hayatın normale dönmesi, öte yandan da Naziler kadar büyük bir tehdit olan Batı emperyalizminin planlarına karşı ülkeyi (nükleer güç dahil) güvenceye almak en acil görevdir.
Bu 3 dönemde toplanacak parti kongresi siyasi olarak neyi belirleyecektir? Yani yeni olarak neyi konuşacak, neyi tartışacak, neyi netleştirecek, neyi karara bağlayacaktır? Hiçbir şeyi! Her şey son derece açık ve ortadadır ve herkesin (hükümet, bakanlıklar, ordu, istihbarat, sanayi yöneticileri, tarım, lojistik, kitle örgütleri…) kendi alanında yapacağı iş son derece nettir. Bu koşullarda yapılacak bir parti kongresi, hepsi kendi alanında önemli işlerle görevli seçkin kadroların zamanını çalacak bir bürokratik ritüel olmaktan öteye gidemezdi. Tek tek partililerin, komünistlerin bu süreçte özgül görevi, gündemdeki açık ve net görevleri herkesten daha iyi, daha fedakârca, daha başarılı bir şekilde yapıp örnek olmaktan ibaretti; bunun için de parti kongresi toplamayı beklemek saçmalıktır. Böylesi bir ortamda her şeye rağmen kongre toplansaydı bunun yegâne işlevi, kitlelere “bu ülkeyi Parti yönetiyor” ve “asıl olan Partidir”i vurgulayacak bir güç gösterisi yapmak olurdu. Kruşçev’in olmadığı için hayıflandığı, Stalin’in de bilinçli olarak engellediği budur! “Meşhur ve meş’um” 20. Kongre sonrasında, Kruşçev ve Brejnev döneminde yapılan 21, 22, 23, 24, 25, 26. Kongrelere dürüstçe baktığımızda görülen şey çok nettir: Bu kongreler;

*Hiçbir yeni siyasi tez ve açılım üretmemiş,
*Hiçbir tartışmaya sahne olmamış, bütün farklılıklar önceden törpülenmiş,
*Herkesin birbirini tekrar ettiği ve onayladığı,
*Bütün karar ve seçimlerin “oy birliği” ile alındığı (çünkü yeni dönemde kimin nerede görev alacağı önceden “arka odalarda” ayarlanmıştır) tatsız, silik ve ruhsuz toplantılar olmaktan ileri gidememiştir.

O zaman böyle boş toplantıları “gayet disiplinli ve düzenli” yapmanın (yapmadığı için de Stalin’i eleştirmenin) amacı nedir? Amaç, (olması gerektiği gibi) topluma ilham veren değil, toplumu bizzat yöneten bir aygıt haline gelen Parti’nin varlığını ve pozisyonunu toplum nezdinde meşrulaştırmaya yönelik bir gövde gösterisi yapmaktır.

Aynı durum Politbüro toplantıları için de geçerlidir. Kruşçev “Dörtlü” “Üçlü“ şeklindeki komisyonları iskambil kâğıdı isimlerine benzeterek alay etmiş; G.Furr ise bunun doğru olmadığını ispata çalışmıştır. Halbuki yukardaki olguların ışığında farklı bir okumaya gidersek durum netleşmektedir: Stalin laçkalık, alaturkalık, disiplinsizlik değil, bilinçli olarak davranmakta, nihai ve en yetkili siyasi karar organı olarak tanımlanmış olan Parti Politbüro’sunu devreden çıkarmaya çalışmaktadır! Ülkenin en yetkili uzmanları komisyonlarda kendi işlerini yapıp hükümete, hükümet de halkın seçimiyle gelmiş Sovyet’e hesap verirken, ille de Politbüro’yu toplamanın ve “önce bu işi kendi aramızda orada görüşelim” demenin mantığı nedir? Bu gene, siyasi-ideolojik bir odak olan Partiyi, ekonomik ve idari yürütmenin üstüne bir otorite olarak zorla monte etmek, ekonomik –idari gücü de partide toplamaya ısrar etmektir.

Dördüncü olgu ise, Stalin’in 2.Dünya Savaşı sonrası söylediği, ve hem Yeni Sol, hem Troçkistler tarafından KP’yi likide etmek şeklinde yorumlanan (bizde de “Birikim” dergisi tarafından Eylül 1977’de yayınlanan) şu sözlerdir:

“…Stalin 9 Şubat 1946 tarihli konuşmasında Parti dışındaki insanlarla Parti içindeki militanlardan söz ederken şöyle diyordu: “Bunlar arasındaki tek fark, birinin parti üyesi olması, öbürünün olmamasıdır. Ama bu sadece biçimsel bir farktır”. Partinin ölümünün resmen doğrulanması demekti bu” (Lucio Coletti, “Stalin Sorunu”, Birikim sayı:30, s.56)

Burada, Büyük Savaş esnasında tüm Sovyet yurttaşlarının, partili-partisiz gösterdiği kahramanlık aslında selamlanmakta, “herkes birer komünist gibi davrandı” denilmek istenmektedir. Ancak farklı ve eleştirel başka bir açıdan da “partili ve partisiz “farkı silinerek partili kimliğinin (ve dolayısıyla parti örgütlülüğünün) toplum içinde eritildiği iddia edilmektedir. Bu sözlerle, Partililerin ve Parti kimliğinin bizzat Stalin tarafından “karizmasının çizildiği” açıktır.   Ancak (yukardaki okumalar ışığında) muhtemelen Stalin’in bu sözle bilinçli amacı da buydu! Ülke çok ağır bir sınavdan geçmiş, Parti dışındaki milyonlarca insan, bir kısmı yurtseverlik gibi motiflerle de olsa ülkeye ve dolayısıyla onu yöneten rejime sahip çıkmıştır. Sovyet halkları (sınırlı sayıda ihanet ve düşmanla işbirliği vakası dışında) sosyalist bir yapıya sahip çıkma konusunda başarılı bir sınav verdikten sonra Partinin ve partililerin kendilerini toplum üzerinde ayrıcalıklı ve siyasi gücün tek sahibi olarak görmelerinin meşruiyet zemini son derece daralmıştır. Stalin’in bu sözleri, biraz “can acıtıcı” da olsa, bu yeni durumun tespiti ve Parti aygıtının yeniden aşırı güç ve prestij kazanmasına karşı kitleler lehine konulmuş bir fren olarak okunmalıdır.

Burada, daha devam etmeden önce, şunu belirtelim: Yukarda değindiğimiz ve belli bir amacı güden tüm düzenlemeler, Kruşçev ve yeni SBKP liderliği tarafından 1953 sonrası birkaç yılda. Yani:

Sekretarya güçlendirilmiş
Genel Sekreterlik (önce Kruşçev için yaratılan “Birinci Sekreterlik” adı altında) yeniden ihdas edilmiş (ve tüm KP’lerde bir süre “Birinci Sekreter” sıfatı kullanılmış!)
Politbüro, eski (“devlet ricali”) bileşimiyle yeniden kurulmuş
Maaş düzenlemesi iptal edilerek, daha Haziran 1953’de Parti yöneticileri eski maaşlarını almaya devam etmiştir.
Bütün bu “ileri ve geri” adımlar, bir yenilenme niyetini ve ona karşı Parti aygıtının sert direnç göstererek bu niyeti boşa çıkarma kararlılığının göstergeleri olarak önümüzde durmaktadır.

https://politikagazetesi.org/?q=content/stalin-sonras%C4%B1-d%C3%B6neme-ge%C3%A7i%C5%9F-%C3%A7%C3%B6k%C3%BC%C5%9F%C3%BCn-kodlar%C4%B1-3

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]