Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 İnsan Bilimleri

Yalnızlık politik bir sorundur - James Greig

Resim Ekleme
Fotoğraf: Sasha Freemind.

Birleşik Krallık merkezli Co-op Vakfı’nın geçenlerde yayımladığı bir araştırmanın sonuçları pek de şaşırtıcı değil. Geçim krizi derinleştikçe, gençler de giderek yalnızlaşıyor. Yaşları 10 ile 25 arasında değişen 2.000 kişiyle yapılan anket, büyük çoğunluğun (%95) yalnız hissettiğini, bu insanların yarısından fazlasının parasızlığı gerekçe gösterdiğini ortaya koydu. Bu, daha genç katılımcılar için para sıkıntısı çeken ve kesenin ağzını kapatan ebeveynler, çalışanlar için ise maaşlarına vurulan darbeler anlamına geliyor.

Kiradan biraya her şey daha da pahalılaşırken, pek çok insan daha az sosyalleşiyor. Flörtleşmekten elini ayağını çeken de çok. Kimse McKinsey’nin Kasasından Yönetim Danışmanlığı Sırları (Management Consultancy Secrets from the Vaults of McKinsey) gibi kitaplar okuyan biriyle girişilen iç karartıcı sohbetlerle sonuçlanabilecek bir akşam için 40 pound verecek durumda değil ya da vermek istemiyor. Finansal güvencesizlik hayati ihtiyaçlarımızı giderebilme becerimizi sınırlamakla kalmıyor, hayatı eğlenceli hâle getiren arkadaşlıklardan ve ilişkilerden keyif alma becerimizi de sınırlıyor.

Tabii daha ciddi sonuçlara da yol açabiliyor. Gitgide daha izole ve güvencesiz bir yaşam süren insanlar daha çok endişeleniyor, depresyona giriyor. Bu da önemli bir konu, çünkü yalnızlık akıl hastalığının hem sebebi hem de sonucu. Yalnızlığa eşlik eden stres beden sağlığımızı da mahvediyor, bağışıklık sistemimizin tepkilerini, kan basıncımızı, bilişsel fonksiyonlarımızı etkiliyor. Sıklıkla atıfta bulunulan bir çalışmaya göre yalnızlık, günde on beş sigara içmek kadar kötü.

Yine de yalnızlığı münferit bir sorunmuş, doğal felaket ya da hayatın talihsiz bir gerçeğiymiş gibi göstermeyi hedefleyenlere şüpheyle yaklaşmalıyız. Birleşik Krallık devleti bunu çoktan yaptı bile. Theresa May’in 2017’de açıkladığı “yalnızlık stratejisi” topluluklara ve grup aktivitelerine finansman sağlamaya odaklanıyor, bizi “iyi niyet gösterileriyle” sorunu bizzat çözmeye teşvik ediyordu.

Sorunun politik boyutunu görmeyi ısrarla reddeden bu yaklaşımın etkili olmaması şaşırtıcı değil. Yaşlılar ya da herhangi bir sebeple evden çıkamayanlar için arkadaşlık programları ya da ev ziyaretleri gibi hedef odaklı müdahaleler mantıklı olabilir. Oysa gençlerin çoğu için sorun çok daha basit, çok daha başa çıkılmaz halde. Eğer hayatlarımızda daha az güvencesizlik, yoksulluk ve stres olsaydı, daha az yalnız hissederdik.

Geçim krizi insanların arasında yeni engeller oluşturda da Theresa May’in 2017’deki müdahalesi bunun bugüne özgü bir olgu olmadığını gösteriyor. Yalnızlık pandemi zamanı nasıl arttıysa, şimdi de ekonomi yüzünden artıyor. Ancak bu etkenlerden hiçbiri tek başına suçlanmayı hak etmiyor. 2019’da yapılan bir anket, gençler arasındaki yalnızlık oranında çok az bir değişim olduğunu gösteriyor. Bu sürecin ne zaman başladığını tam olarak belirlemek kolay değilse de (örneğin yalnızlığın modernitenin kaçınılmaz bir özelliği olduğunu iddia edebilirsiniz, daha az ikna edici olmasına rağmen insanlığın fıtratında olduğunu bile söyleyebilirsiniz) Britanya’daki yükselişinin 2010’lardaki kemer sıkma politikalarıyla bağlantılı olduğu şüphe götürmez.

Bu süre boyunca kamusal alanın yok olmaya yüz tuttuğunu gördük. Yüzlerce kütüphane ve gençlik kulübü kapatıldı, halka mahsus parkların bütçeleri kesildi, milyonlarca kilometrelik otobüs rotaları kaldırıldı, kırsalda yaşayan insanlar ortada kaldı. Para harcamamızın gerekmediği toplumsal alanlar eksilirken, kol gezen emlak spekülasyonu ve buna alkış tutan yerel meclisler sağ olsun, özel sektör de pek iyi durumda değildi. 2010’lar sona erdiğinde onyılın başına kıyasla çok daha az bar, gece kulübü ve eğlence mekânı vardı, tabuta son çiviyi pandemi çakmıştı. Ucuza sosyalleşmek her geçen gün daha da ulaşılmaz hâle geldi.

Günümüzde özellikle gençler giderek daha da geçici hâle gelen hayatlar yaşıyorlar, bu da topluluklar oluşturmayı çok zorlaştırıyor. Gençler yaşadıkları evi sıklıkla, ev sahipleri kirayı her artırdığında değiştiriyor, ardından da sınırlı sayıda yere gidebiliyor, maddi güçlerinin yeteceği, çalışabilecekleri işlerin bulunduğu yerleri tercih ediyorlar. Sürekli hareket hâlindeyken yaşadığın yerel toplulukla ya da ondan geriye kalanla daha sağlam bir ilişki kurmayı geçtim; hoş, alelade sosyal etkileşimler yakalamak bile zorlaşıyor. Güçsüzlüğe ve tedirginliğe yol açan güvencesizlik, hayatlarımız zayıf temeller üzerine inşa edilmiş gibi hissettiriyor. İnsanlar rüzgâra kapılıp gidiyormuş gibi görünüyorlar, çünkü gerçekten de öyleler.

Bazılarının sorunu ise tam tersi, bir tür sıkışmışlık hissi, onların yalnızlığının temel nedeni bu. Newcastle Üniversitesi’nde yalnızlık coğrafyaları üzerine araştırma yürüten akademisyen Jessie Kelly’nin, “kemer sıkma politikaları, merkezi hükümetin yatırımlarını çekmesi ve endüstriyel faaliyetlerin kaldırılması sonucu yalnızlığın artması için verimli bir araziye” dönüşen gelen Durham bölgesindeki bulguları tam da buna işaret ediyor. Bu his kimi zaman uygun sağlık hizmetine erişmek için aylarca beklemekten, kimi zaman da insanların işlerinin sallantıda olmasından veya kötü konutlarda yaşamalarından kaynaklanıyor. İnsanların sosyalleşecek parası yok, üstüne üstlük bitkin ve stres içindeler.

Kelly’ye göre yalnızlık sorununu ele almayı hedeflerken politik ve ekonomik ölçekteki kararların bu meselelerde nasıl da hayati bir rol oynadığını teslim etmeyen her girişim nihayetinde yüzeysel kalıyor. O kısma gelmek için de yalnızlıkla ilgili konuşma biçimimizi değiştirmemiz gerekiyor.

Günümüzde yalnızlık söylemi genellikle istemsiz bekârların teşkil ettiği tehdide ya da TikTok’ta fazla vakit geçiren ergenlere odaklanıyor. Tüm enerjimizi hem – şiddet kapasitesine dair pek de temelsiz sayılmayacak endişelerden dolayı – ciddi bir endişe kaynağına hem de sol liberal mitolojisinde bir tür iblise dönüşen genç, öfkeli, heteroseksüel erkek heyulasına harcıyoruz. Anti-feminizm araştırmacısı ve Man-Clan [Erkek Klanı] adlı podcast’in ortak sunucusu Dr. Annie Kelly’ye göre bu, “beyaz erkek yalnızlığı ve yabancılaşmasının diğer gruplara kıyasla daha büyük bir sorun olduğu” algısını doğurma riski taşıyor. Özellikle istemsiz bekarlardan bahsedilirken kullanılan “safiyane” tabirler, yalnızlığın seks yapmamaktan kaynaklandığına dair yanlış bir varsayımın ortaya çıkmasına neden oluyor. Bunu da kadınların daha az yalnız olduğu, çünkü istedikleri zaman seks yapabilecekleri yanılgısı izliyor.

Öte yandan heteroseksüel erkeklerin yalnızlık sorununa gösterilen tepkiler de pek faydalı değil. “Erkeklerin yalnızlıklarının kendi suçları olduğunu belirten, karakter eksikliğinden kaynaklandığına işaret eden bir liberal söylem peyda oldu,” diyor Dr. Kelly. “Bu da tehlikeli, çünkü aşırı sağ grupların ve istemsiz bekârların bu erkekleri aralarına katmak için kullanabilecekleri mesajı güçlendiriyor: Toplum sizden nefret ediyor, sizi anlamıyor, yalnızca bu şiddet dolu yerde topluluk hissini yaşayabilirsiniz.” Bence de solun yalnızlığa verdiği karşılıklardan biri insanları “aile evinin bodrum katında yaşayan ezikler” olarak nitelendirip onlarla alay etmek olmamalı, özellikle de bu tür tanımlar iyi kalpli, politik bilince sahip pek çok insanı da kapsıyorken.

Buna karşın göçmenlerin ve mültecilerin yalnızlıkla daha çok mücadele etmek zorunda kalmaları (bu da şaşırtıcı olmayabilir, nitekim onların güvencesiz işler, ırkçılık ve yabancı düşmanlığıyla karşı karşıya kalma ihtimalleri de daha yüksek) ya da engelliler arasında – zaten hep yüksekken – son yıllarda ciddi ölçüde artan yalnızlık hissinin pandemiyle daha da kötü hâle geldiği pek konuşulmuyor.

İş sosyalleşmeye geldiğinde özellikle engellilerin parasızlık dışında da mücadele etmeleri gereken şeyler var, bu da sorunun herkese biraz daha fazla para vererek çözülebileceği fikrini çıkmaza sokuyor. Aksine, yalnızlıkla mücadelenin yeterli olması için, gig ekonomisi çalışanlarının sorunlarına destek olmaktan tutun mimarisiyle, çocuk bakımı teminatlarıyla herkes için erişilebilir bir kamusal alanın yeniden inşasına dek farklı nüfus gruplarının koşullarına ve ihtiyaçlarına yanıt vermek gerekiyor.

Sosyal izolasyonun hangi türünden bahsedersek edelim, maddi koşullarla doğrudan ilişkili olduğu bariz. “Gençlere ‘aslanın ağzındaki ekmeği kapmak’ yerine daha çok sosyalleşebilecekleri bir hayat sunmalıyız, bunu yapabilmemiz için de hayat pahalılığı azalmalı,” diyor Kelly. Büyük yapısal reformlar olmadan bunun gerçekleşmesi zor görünüyor. Birkaç örnek vermek gerekirse, arkadaşlarınızı görmeniz için para harcamanızı gerektirmeyen kamusal alanlar; kira, ısınma ve beslenme gibi temel giderleri karşılayabilmek için yaşadığınız stresi hafifletecek bir ekonomi; başka aktivitelere ve yeni şeyler öğrenmeye odaklanabileceğiniz, çalışmanızı gerektirmeyen zaman aralıkları, bir de bu zamanları değerlendirebileceğiniz ortak alanlar.

Tabii, “Devrime dek maalesef mutsuz ve yalnız olmaya mahkûmsunuz, örgütlenin ve şansınızın yaver gitmesi için dua edin!” demek de kaçak dövüşmek olur. Birey odaklı, kendi kendinize yapabileceğiniz vurgulanan önerilerden bazıları, örneğin eski bir arkadaşınızla iletişime geçmek ya da internette tanıştığınız biriyle ucuz bira içmeye gitmek, yerel topluluklara katılmak (mesela Birleşik Krallık’taki ACORN gibi bir yapılanmaya dahil olursanız, yalnızlığın kök nedenlerinden birini çözmek için de mücadele verebilirsiniz) hâlâ değerli.

Bunların hiçbiri başlı başına politik eylemler değil. Bununla birlikte yapısal değişimler isterken – ve çaresizlik hissine karşı – beslenebileceğimiz, güç alabileceğimiz bir gerçek varsa, o da bağlanma dürtüsünün en korkunç engelleri bile aşabileceğini hatırlamak.

*Bu yazı, Can Koçak tarafından James Greig’in Tribune’de yayımlanan makalesinden çevrilmiştir.

https://vesaire.org/yalnizlik-politik-bir-sorundur/

melnur  |  Cvp:
Cevap: 1
04.01.2023- 02:56

Evet, yalnızlık da sınıfsal

Kapitalizmin neoliberal evresinde insan, sadece büyük şirketlerin, karşı konulmaz borsa ve döviz piyasalarının, devasa orduların ve polis kuvvetlerinin, kafkaesk bir bürokrasinin, otoriter liderlerin karşısında değil; bizzat kendi türü, kendi benzerleri, kendi kardeşleri arasında da yapayalnız kılınıyor.

Can Soyer  
 
Geçtiğimiz günlerde Vesaire’de yayınlanan James Greig imzalı "Yalnızlık politik bir sorundur" (Çeviren: Can Koçak) başlıklı makale günümüz toplumlarında yalnızlığın ne denli yaygınlaştığını ve yoğunlaştığını gösteren veriler sunuyordu. Greig’in makalesine göre, Birleşik Krallık merkezli Co-op Vakfı’nın yaptığı yaşları 10 ila 25 arasında değişen 2000 kişilik anket, katılımcıların yüzde 95’inin kendisini yalnız hissettiğini ve bu hissin kaynağı olarak da parasızlığı gördüklerini ortaya koyuyor.

Parasızlığın nedenleri ise küçük yaştaki katılımcılar için aile bütçelerinin daralması ve ebeveynlerinin tutumlu olmak zorunda kalması; yetişkinler için ise kazandıkları maaşın zorunlu ihtiyaçlarını bile karşılamaya yetmemesi olarak tanımlanıyor.

Bu tablonun ilk sonucu, haliyle, sosyalleşme için ayrılan kaynağın ve zamanın sınırlanması oluyor. Maddi zorluklar ve güvencesizlik, eğlencenin, kişisel gelişimin, boş vakit aktivitelerinin, yeni insanlarla tanışmanın ve hatta flörtleşmenin giderek azalmasını doğuruyor. Dahası, süreklileşmiş biçimde yalnızlık hissetmek yoğun bir anksiyete duygusuna yol açarak stresin insan sağlığını bozucu tüm etkilerini güçlendiriyor ve izole bir hayat sürdürmek zorunda olmak insanın ruhsal gelişimini fazlasıyla statik ve tek boyutlu hale getiriyor. Makalenin aktardığı bir başka çalışmaya göre, yalnızlık, günde 15 sigara içmek kadar zararlı.

Günümüzde yalnızlığın özel bir biçimi halini almış olan evden çalışma konusunu ele alan bir başka makale ise New Statesman’da yayınlandı. Marie Le Conte imzalı "Working from home is killing our social lives" başlıklı makale, pandemi ile başlamasa da onunla birlikte çarpıcı biçimde ayırdına vardığımız bir gerçekliğin altını çiziyor: Yaşamlarımız artık çok daha hesaplı, planlı ve öngörülebilir olmak zorunda. Hiç beklenmedik sürprizlere, şaşırtıcı tanışıklıklara, ani kararlara yer bırakmayan, dahası böylesi spontane davranışların sahiplerini tutarsız ve güvenilmez bulan bir yeni disiplinle karşı karşıyayız.

Le Comte’un makalesine göre bu disiplinin insan üzerindeki egemenliği pandemi ve sonrasındaki evden çalışma biçimleriyle daha da görünür hale geldi. Mesai sonuna kadar evdeki masasında çalışmak zorunda olan birinin, mesai sonrasında birkaç arkadaşıyla buluşmayı ve belki de birkaç kadeh eşliğinde keyifli bir sohbet etmeyi tercih etmesi, iş gününü iş yerinde geçiren çalışanlara göre hayli azalmış görünüyor. Çalışan insanın gün boyu evdeki odasında ya da masasında çakılı, kent yaşamından ve gerçek insan ilişkilerinden uzak kalması, onun iş dışındaki saatlerinin de tek düzeleşmesine yol açıyor.

Artık sosyalleşmek, iş çıkışı yarım saat bir yere uğramak, bir kitapçıda raflar arasında dolaşmak veya bir tanıdıkla iki çift laflamak şeklinde değil de uzun saatlere yayılan detaylı planlar söz konusuysa mümkün oluyor. Çünkü kimse, sırf kısa bir vakit geçirmek ya da boş boş dolanıp vakit öldürmek için evinden çıkıp şehir merkezine inmiyor, doğal olarak. Böylelikle, insan yaşamının içine doğru genişlediği bir uzam, sosyal çevre giderek daralıyor.

Öte yandan Le Comte, evden çalışmayı tercih eden insanların hayli rasyonel gerekçeleri olduğunu da unutmamamız gerektiğini not ediyor. Örneğin, yol ve çocuk bakımı masraflarını azaltmak gibi. Tam da bu rasyonel gerekçelerin mahiyeti, çözümün yerini gösteren bir işaret aslında.

***

Yukarıda aktarılan araştırmaların pek de yeni sonuçlar ileri sürmediği söylenebilir; öne çıkan olgular ve nedenleri benzer araştırmaların sonuçlarıyla örtüşüyor. Belki de daha önemlisi, benzer anlatıların bizzat kişisel yaşamlarımızın ortak deneyimlerine dönüşmesi. Artık (eğer hala kaldıysa) sohbetlerimizin bir yerine mutlaka bu tür fragmanlardan bahsettiğimiz şikayetler ilişiyor. Bu, bizleri, küresel bir ağın egemenliği altında yaşamak zorunda bırakan kader ortaklığının ifadesi adeta.

Yine de çözümü, bütün bunlarla başa çıkmanın yollarını düşünmek zorunda olduğumuz da bir gerçek. Zira biz düşünmezsek, başkaları düşünüyor ve oralardan çıkan öneriler yalnızlığı gidermeyi değil onu çekilir kılmayı, hatta onu karlı hale getirmeyi önceliklendiriyor.

Son zamanlarda yalnızlık hissinin yaşamlarımızda açtığı oyuğu kapatmak üzere dizayn edilmiş kişisel gelişim önerileri patlama yapmış durumda. Bu önerilerin işe yarayıp yaramadığını şimdilik bir yana bırakalım; esas sorun, tüm bu önerilerde yalnızlığın bireysel bir sorun olarak, kişinin kendi becerileri ve tercihlerine bağlı kılınarak çerçevelenmesi. Bu, iklim kriziyle mücadele etmek için duş sürelerimizi azaltmamızı salık veren liberal mantra ile aynı kökten beslenen bir budalalıktan fazlası değil.

Yalnızlığın nedenleri sıralandığında açıkça sınıfsal göstergelere ulaşıyor olmamız tümüyle açıklayıcı oysa.

Parasızlık, pahalılık, güvencesizlik; sokakların güvensizleşmesi, kent merkezlerinin mutenalaştırılması, kira terörünün bizleri merkezden uzaklara fırlatması; ücretsiz biçimde sosyalleşilebilecek ya da etkinlik gerçekleştirilebilecek kamusal mekanların yok edilmesi, insanın kent ve doğa ile ilişkiye girebileceği tüm imkanların ya ücretlendirilmesi ya da bunlara erişimin bir harcamayı gerektirmesi, eğlence mekanlarının hem krizle hem de yasaklarla kuşatılıp iflasa sürüklenmesi; mevcut işin kaybedilmesi durumunda yeni bir iş bulmanın neredeyse imkansızlaşması, mesleki konumunu korumak için çalışanın sürekli kendine yatırım yapmak (kurslara katılmak, sertifikalar almak, yeni beceriler kazanmak ve tüm bunları mesai saatleri dışında yapmak, üstelik kendi bütçesinden karşılamak gibi) zorunda olması, başta çocuk bakımı olmak üzere geçim maliyetlerinin durmaksızın yükselmesine yetişmek mecburiyeti; birbirine ekleye ekleye bir hayli uzatabileceğimiz bu liste geriye pek de soru işareti bırakmıyor.

Zaman zaman dalga konusu haline getirilen o kısa ve doğruluğu çelik gibi parlayan cümle işte tam da buraya yerleşiyor: Evet, yalnızlık da sınıfsal.

Kapitalizmin neoliberal evresinde insan, sadece büyük şirketlerin, karşı konulmaz borsa ve döviz piyasalarının, devasa orduların ve polis kuvvetlerinin, kafkaesk bir bürokrasinin, otoriter liderlerin karşısında değil; bizzat kendi türü, kendi benzerleri, kendi kardeşleri arasında da yapayalnız kılınıyor. Bu haliyle yalnızlığın bir tür “kasvetli modernite” sorunu olmaktan çıktığını ve dolaysız biçimde kapitalist egemenliğin tekniklerinden biri haline geldiğini söylemek zorundayız.

Bunu bir kez söylediğimizde çünkü, yan yana gelmenin, bu egemenliği sırtımızdan atabilmek için birleşmenin imkanları gündeme gelir.

Yan yana gelmek, yalnızlığın biricik çaresidir zaten. Onu dayatan arsız egemenliği yıkmanın çaresi olduğu gibi.

https://ilerihaber.org/yazar/evet-yalnizlik-da-sinifsal-149284

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]