Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Ustalardan ve yazarlardan

Fatih Yaşlı yazdı: Ulustan Millete, Ulus-Devletten Millet-Devlete


Resim Ekleme


'Yeni-Osmanlıcılık asla sadece bir dış politika söylemi ve icraatı olarak anlaşılmamalıdır; yeni-Osmanlıcılık esas itibariyle içeriye yönelik bir rejim tasavvurunun adıdır.'

Fatih Yaşlı - soL
“Nation” sözcüğünü Türkçede karşılayan iki sözcük bulunuyor; birisi “millet” diğeri ise “ulus” bu sözcüklerin ve her ne kadar sözlük anlamı itibariyle birbirlerinin yerine kullanılabilir olsalar da, her ikisi de değer yüklü durumdalar. Değer yüklü derken şunu kastediyorum: Konuşurken ya da yazarken bu iki sözcükten hangisini kullanacağınızı belirleyen şey, dünyaya bakışınız ve politik duruşunuzken, dünyaya bakışınızı ve politik duruşunuzu gösteren de bu iki sözcükten hangisini tercih ettiğiniz.

Biraz daha açacak olursam; millet sözcüğü 1940’lardan beri Türk sağının söyleminin bir parçasıyken, ulus sözcüğü Kemalist ve sol-Kemalist söylemin bir parçasını teşkil eder. Başka bir ayrım ise şöyle yapılabilir; “Atatürkçüler” “millet”ten söz etmeyi tercih ederken, “Kemalistler” ulustan söz etmeyi tercih ederler; yani kavram, Atatürkçü-Kemalist ayrımına da işaret eder.

Bugün gelinen noktada ise “millet” sözcüğü AKP aracılığıyla Türkiye siyasetinin merkezine oturmuş, “milli irade” ile birlikte iktidarın tüm icraatlarını meşrulaştırdığı söylemsel bir araç haline gelmiş durumdadır. İktidarın temel iddiası egemenliğin kaynağının millet olduğu yönündedir; ancak buradaki millet, anayasada tanımlanan bir hukuki kategoriye de, hak ve özgürlükler üzerine temellenmiş modern yurttaşlık anlayışına da tekabül etmemektedir. Millet artık daha çok Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki “millet sistemi”ne bir tür geri dönüşü ifade eder durumdadır. Bu ise kavramın modern bir olgu olan “cemiyet”i, yani yurttaşlar toplumunu değil; “cemaat”i, yani inançlar toplumunu ve dolayısıyla modern-öncesi bir olguyu işaret etmesi anlamına gelmektedir.

Millet: Bir Kavramın İzinde
Millet sistemi, çok-etnili, çok-dinli ve modern-öncesi bir imparatorluk olan Osmanlı’daki temel toplumsal sistem olarak adlandırılabilir. Toplumsal hiyerarşinin en üstünde “millet-i hâkime” olarak da adlandırılan Sünni Müslümanlar yer alır, daha altta ise “zimmî” statüsünde yer alan, yani vergi ödemeleri karşılığında can ve malları devletin güvencesi altında olan gayrimüslimler vardır. Modern yurttaşlık anlayışından farklı olan bu sistem, Osmanlı tebaasını inanç eksenli kompartımanlara ayırmış ve her millet kendi inançlarının gereklerini yerine getirmede göreli bir otonomiye sahip olmuştur.

Modernleşme, sekülerleşme ve milliyetçilik akımının ortaya çıkışı ile birlikte millet sözcüğündeki dönüşüm de başlar. Örneğin 19. yüzyılda Namık Kemal ilk kez “vatan”dan ve “vatan sevgisi”nden bahsetmeye başladığında, bu modern anlamda milliyetçiliğin ortaya çıkışı anlamına gelir, vatan bir kez ortaya çıktığında ise mutlaka o vatanın “asli” sahibi olanlarla, yani “millet”le bir kavramsal çakışma kaçınılmaz hale gelir; “milliyetçilik vatan fikriyle millet fikrinin çakışması demektir” de diyebiliriz.

Yeni-Osmanlılar’dan Jön Türklere ve oradan da İttihat-Terakki’ye uzanan süreçte millet, Müslümanlığın esas damgasını vurduğu, ancak etnik bir içeriği de olan, örneğin ortak dil, tarih ve kültüre de vurgu yapan bir veçheye kavuşmaya başlar, Türklüğün ikincil planda kaldığı bir “Müslüman milliyetçiliği” ortaya çıkmaktadır yani. İmparatorluk milliyetçilik akımlarının etkisiyle sarsılmakta, halklar isyan etmekte, kendini İmparatorluğun sahibi olarak gören “millet-i hakime”nin münevverleri de bu süreçte yavaş yavaş milliyetçileşmektedir. Dolayısıyla “devlet nasıl kurtarılır” sorusunun yanıtı artık az çok şekillenmiş durumdadır: Kendi milletini yaratmak, yani din ve etnisite açısından olabildiğince homojen bir devlet kurmak.

Millet, Mustafa Kemal’in ve Milli Mücadele’yi yürüten kadroların söyleminin de merkezinde yer almaktadır. Milli Mücadele’yi ilan eden metin olduğunu söyleyebileceğimiz Amasya Tamimi’nde “milletin bağımsızlığını yine milletin kendisinin azmi ve kararlılığı kurtaracaktır” denilmektedir. Milli egemenliğe gönderme yapan bu ilk metinden kısa bir süre sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi açılacak ve 1921 Anayasası’nın 1. Maddesinde “hâkimiyet bila kaydü şart milletindir” ifadesine yer verilecektir. Cumhuriyetin ilanından sonra millet, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” şeklinde tanımlanacaktır. Özellikle 1920’lerin ortasından itibaren ise millet, merkezinde dinin/İslamiyet’in bulunduğu bir kavram olmaktan çıkacak ve giderek seküler bir karakter kazanarak soy, dil ve vatan gibi ortaklıklar üzerinden tarif edilir hale gelecektir. Bu süreçte din, milli kimliğin bütünüyle dışına atılmaz; ancak hiyerarşik sıralamada Türklüğün altına yerleştirilir.

Millet sözcüğü, 1930’lardan itibaren “öztürkçecilik” akımına uygun bir şekilde “ulus”a dönüştürülür; artık “Türk milleti” değil, “Türk ulusu” denilecektir. Zamanla terim, tek parti döneminin yenilikçi-radikal kadrolarıyla, gelenekçi-muhafazakâr kadroları arasındaki farklılaşmaya da işaret eder hale gelir. İkinci Dünya Savaşı bitip çok partili hayata geçildiğinde ve Demokrat Parti kurulduğunda ise kullanımı iyice netleşir. Millet, Türk sağının söyleminin kurucu ve merkezi kavramlarından biri konumundadır artık.

DP’nin 1950 seçimlerinde kullandığı “yeter söz milletindir” sloganı, yakın Türkiye tarihini anlamanın anahtarı niteliğindedir adeta. Slogan şunu söylemektedir: Cumhuriyetin kuruluşundan beri, hatta belki 1908’den, yani İttihatçıların iktidara gelişinden beri millet iktidarda değildir; iktidardakiler milleti, milletin değerlerini ve kutsallarını temsil etmemektedir. Batıcı, elitist, vesayetçi, laik, jakoben bir zümre iktidarı ele geçirmiş durumdadır ve yıllardır millete zulmetmektedir. İşte DP’nin iktidara gelişi milletin ve değerlerinin yeniden iktidar olması, milletin yeniden iktidara gelmesi demektir. Artık batıcılar, vesayetçiler, elitler değil bizzat milletin temsilcileri iktidarda olacaktır.

DP iktidarının “milletin sözü”nü ne kadar iktidara taşıdığı ortada olmasına rağmen, Türkiye’de sosyal bilimlerin temel paradigmasının yıllardır bu sloganca belirleniyor oluşu, üzerine düşünülmesi gereken bir meseledir. Şerif Mardin’in “merkez-çevre” yaklaşımından İdris Küçükömer’in “Düzenin Yabancılaşması’na, Kemal Tahir’den Türk-İslam sentezcilere ve oradan da Birikim çevresine uzanan bir genişlikte, yakın Türkiye tarihi tam da böyle okunmaktadır. Bir tarafta yabancılaşan bir düzen, bir merkez, Batıcılar, vesayetçiler, bürokratik elitler, jakobenler vardır; diğer tarafta ise mütedeyyin halk kitleleri yani millet ve onun siyasi temsilcileri, yani esas itibariyle merkez sağ partiler bulunmaktadır.

Bu paradigmanın AKP iktidarında aldığı hal ise özetle şöyledir: Türkiye’de 80 yıldır kesintisiz devam eden bir rejim vardır. Bu yabancılaşmış rejim Türkiye’yi ait olduğu İslam medeniyetinden koparıp Batı medeniyetine iltihak ettirmeye çalışmıştır. Bunun neticesindeyse millete, milletin olmayan değerler empoze edilmeye çalışılmış, büyük baskılar, zulümler yapılmış, ve devlet nihayetinde millete ait olmaktan çıkmıştır.

AKP’nin Milleti ve Devleti
O halde yapılması gereken nedir? Yapılması gereken bir kez daha “yeter söz milletindir” demektir. Bunu diyenler, yani Menderes ve Özal, “millet düşmanları” tarafından öldürülmüşlerse de, aynısı bir daha yaşanmayacak, devlet ve millet yeniden birbirine kavuşacaktır: Millete ait olan bir devlet ve devletle özdeşleşen bir millet.

Burada millet, anayasal olarak tanımlanmış bir varlık değildir; hukuki olarak değil fiili olarak mevcuttur, öyle var olur ve öyle inşa edilir. Milleti teşkil edenler, her şeyden önce Müslüman ve Sünnidir, hemen sonrasında Türklük gelir, Türklüğü muhafazakâr-milliyetçi olmak takip eder ve şüphesiz ki bunların hepsiyle birlikte aynı zamanda erkek olmak gerekir. Milli irade millette cisimleşir, dolayısıyla iktidarın icraatlarının meşruluğunun kaynağı da odur; sadece bu değil, çoğunluğu oluşturduğu ve demokrasi sandıkla özdeşleştirildiği için, iktidarın demokratlığının kaynağı da yine millettir.

Bu noktada, din ve mezhep üzerine temellendirilmiş bu millet anlayışının, “millet-i hâkime”ye olan benzerliğinden hareketle yeni-Osmanlıcılık denen şeye odaklanabilir ve şunu söyleyebiliriz: Yeni-Osmanlıcılık asla sadece bir dış politika söylemi ve icraatı olarak anlaşılmamalıdır; yeni-Osmanlıcılık esas itibariyle içeriye yönelik bir rejim tasavvurunun adıdır. Bir tarihsel analoji yaparak söyleyecek olursak; nasıl ki II. Abdülhamit Tanzimat’ın farklı milletleri anayasal düzlemde eşitleme ve buradan bir Osmanlı yurttaşlığı çıkarma projesini reddederek Sünni Müslümanlara dayanan bir rejim kurmaya çalışmış ve millet-i hâkime anlayışını yeniden diriltmişse, AKP rejimi de Cumhuriyet’in seküler ulus anlayışını reddetmekte ve en tepesinde Sünni Müslümanların yer aldığı bir siyasal/toplumsal hiyerarşi tesis etmek istemektedir.

Yurttaşlardan değil dini inanışlar ekseninde konumlanmış farklı cemaatlerden oluşan bir toplum arzusudur karşımızdaki ve üstelik millete dâhil ol(a)mayanların siyasal alanın dışında tutulmak istendiği bir rejimdir söz konusu olan. Aleviler, Kemalistler, sosyalistler, Kürtler, eşcinseller siyasetin “normal” olanı tarif eden sınırlarının dışına yerleştirilmiş o sınırlardan içeri girmeleri “normalleşmelerine” bağlanmıştır. Normalleşmeyle kastedilen ise yeni rejimin makbul Alevisi, sosyalisti, Kürdü vs. olmaktır, bunun dışında kalan her türlü siyasal faaliyet ise “millet düşmanlığı” olarak kodlanacak ve terörizmle, marjinallikle, çapulculukla ilişkilendirilecektir.

Kemalist ulus anlayışının tekçiliği, etnisist içeriği, Sünni İslam’la koparamadığı bağları vs. apayrı bir tartışmanın konusu olmak üzere, yaşadığımız şeyin “ulus”tan “millet”e geçiş olduğu söylenebilir, yani tanıklık ettiğimiz şey bir “millet-inşası” sürecidir. Ve elbette ulustan millete doğru bir dönüşüm söz konusuysa “ulus-devlet”ten “millet-devlet”e doğru bir dönüşümden de söz etmek mümkün hale gelmektedir. Artık bir millet-devletten bahsedebiliriz, egemenliğin kaynağını “ulus”tan değil “millet”ten alan, milleti ise dini referanslarla tanımladığı için, egemenliğini eninde sonunda dinsel/tanrısal olana dayandıran bir devlettir artık karşımızdaki. Demek ki artık politik mücadele, egemenliğin kaynağının kim olduğuna ilişkin soruyu da bir kez daha yanıtlamak anlamına gelmektedir. Yeni bir cumhuriyetten söz etmek ise tam da bu yanıtı vermeye teşebbüs etmek demektir.

http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/fatih-yasli-yazdi-ulustan-millete-ulus-devletten-millet-devlete-haberi-82652

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]