Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

munzur  |  Cvp:
Cevap: 9
27.01.2015- 20:03

Çağdaş bir yaşamın temel taşı laiklik olmadan bir ülkede sol bir düşüncenin yeşermesi, yeşerdiğinde kitlelerle buluşması söz konusu olamaz. Solcular bu yüzden her yerde, her zaman laikliği savunurlar ve laikliği kendilerinin varlık nedeni görürler. Bir kısım sözde solun bu gerçeği kabul etmemesi ve popülist bir tavır alarak halkın dini inançlarını ileri sürerek laiklik konusunda duyarlık göstermemesi, AKP dönemi boyunca yürütülen sinsi saldırıların sol saflarda yarattığı şaşkınlık ve bilinç bozumu nedeniyledir. Eğitimin bile dinselleştirme baskısı altında kalması uzun vadede laiklik karşıtı bir toplum oluşturmaya yönelik hamledir ve AKP'nin en önemli projesidir. Sadece bu proje bile AKP'ye karşı verilen mücadelenin ne kadar önemli olduğunu göstermelidir. Öteden beri söylenen ''solcu olmak öncelikle AKP'nin gerici politikalarına karşı durmaktan geçiyor'' sözünü AKP yönetimi her geçen gün kanıtlıyor.

denizcan  |  Cvp:
Cevap: 10
10.02.2015- 10:36

Laik devlet-seküler toplum…-Haluk Yurtsever  


Solda, “Yeni Türkiye”nin ne olduğuyla ilgili kavram birliği yok. Bir ölçüde doğal. Bu deneyimin, bildiğimiz olağan ve olağanüstü devlet, hükümet biçimlerinden birine “cuk” oturmayan bir karakteri, kendine ve döneme özgü bir oluşum süreci var. 12 yıllık AKP iktidarı, başlayıp bitmiş bir “nokta operasyonu” da değil. AKP düzenine, henüz son sözün söylenmediği iki yüz yıllık hesaplaşma sürecinin bir uğrağı olarak bakmak daha doğru.

Bu tartışmayı burada uzatmayacağım. Yalnızca bir not: AKP’nin iktidara gelişini ve yerleşmesini “karşı devrim” olarak nitelemek doğru değil. AKP gerici bir programı, köktenci, uçtan, “düşman” kurgusu üzerinden, bu çerçevede “karşı devrimci” bir siyaset tarzıyla yürütüyor. Terimin bu anlamda kullanılmasında bir sorun yok. İki kullanım arasındaki fark ise önemsiz değil.

Ne oldu?

AKP iktidarıyla birlikte, iktidarın sınıfsal kaynağında, sermaye düzeninin niteliğinde ve devletin temel yapısında esaslı bir değişiklik olmadı.

Peki ne oldu?

Bir: Devletin kurucu ilkeleri, felsefesi “kopuş” sözcüğünü hak edecek biçimde başkalaştırıldı. Kırların hızlı çözülüşünün, hızlı ve yığışmalı kentleşmenin altyapısını hazırladığı bir sosyolojik temel üzerinde dinci gericilik devlet içinde ve toplumda tırmandırıldı. Din ve devlet işlerinin birbirinden biçimsel ayrılığı biçimindeki bize özgü güdük laiklik, ısısı azar azar artırılarak içindekilerin alıştırıldığı bir kazanda buharlaştırıldı. Seküler yaşam tarzına devlet eliyle “yukarıdan ve “aşağıdan” müdahale edildi. Hukuk, yasalar bu doğrultuda yenilendi. Ana okullarından başlayarak eğitim, dinci ve kinci yeni kuşaklar yetiştirme hedefine göre yeniden biçimlendirildi.

İki: Yasama, yürütme, yargı arasındaki geleneksel yetki dağılımına, sivil asker bürokrasinin özel rolüne dayanan düzen içi iktidar ve güç ilişkileri yıkılıp yeniden yapılandırıldı. Tüm iktidarın, yetkinin tek partinin ve tek adamın elinde toplandığı, otoriter ve totaliter polis devleti oluşturuldu. Bu süreç devam ediyor.

“Eski rejim” direnemedi. Çünkü, çürümüştü. Direnemedi; çünkü Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle başlayan, 2008 kriziyle birlikte daha açık hale gelen kaotik dünya konjonktürüne ayak uyduracak durumda değildi.

12 Eylül, çürüme sürecinin son halkasıydı. Emeğe, emekçilere, Kürt halkına ekonomik ve siyasal şiddetti. Bu darbeyle sermayenin merkezileşmesinde ve yoğunlaşmasında yeni bir aşamaya geçildi. Düzen içi partilerin programları tekleştirildi. 12 Eylül, büyük dozda dinci gerici aşıyı bu toplumun dokularına zerk etti.

Faşist generaller ve sivil sürdürücüleri, AKP iktidarının yollarını kendi elleriyle döşediler. Faturanın üzerinde ise “Kemalizm” yazıyordu.

Eski rejimin laiklik ve seküler yaşam bakımından ibret verici bir geçmişi var. Yalnızca bir örnek vereceğim. Asker kökenli cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, 1969 yılında şunları söylüyordu: “Bugünkü okullar birer anarşi yuvası haline geldi. Bu okullarda yetişen gençlere memleket idaresi teslim edilemez. On yıl sonra bunların hepsi iş başına gelecekler. Onlara nasıl güvenebiliriz? Hem biz laik okullara karşı İmam-Hatip Okullarını bir alternatif olarak düşünüyoruz (vurgular benim-HY). Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri bu okullarda yetiştireceğiz.” Eğitimin ve toplum yaşamının dinselleştirilmesi Milli Görüş geleneğinin, AKP’nin eseri değildir. Onlar, büyütülmüş ağacın meyvelerini topladılar.

“Olmaz” ve “Olur”

Şimdi, AKP rejimine karşı mücadelenin “olmaz”ını yazabiliriz: “Eski rejim” güçlerine ve ideolojisine dayanarak, AKP’den kurtulmak da, daha ilerisine yürümek de olanaksızdır! Eski rejimin güdük laikliğinin geri getirilmesi, rehabilite edilmesi mümkün değildir. TÜSİAD da içinde olmak üzere, Türkiye’de hiçbir sermaye kesiminin, yoğun sömürü ve yağmayı “kader” olarak göstermenin etkili yöntemi olan dincilikle bir sorunları yoktur. AKP’nin en önemli başarılarından biri, İslamcılaşmayı burjuva muhaliflerine “normalleşme”, “mutabakat” olarak kabul ettirmesidir.

Laiklik, devletin, kamusal alanın ve siyasetin, dinden, dini inanç ve referanslardan arındırılması; devletin, tüm inançlara ve inançsızlıklara tarafsız ve eşit davranması; din ve inanç özgürlüğünün kişisel bir hak olarak güvence altına alınmasıdır. Laik devlet, din ve ibadet işleri için kamu bütçesinden bir tek kuruş harcayamaz. Laik devletin içinde Diyanet İşleri Başkanlığı ya da benzeri bir organ, kurum olamaz! Laiklik, dinin siyasetten, devletin dinden elini çektiği bir durumdur.

Seküler toplum, toplumsal ilişkilerin “öteki dünya”, dinsel düşünce ve normlara göre değil, “dünyevi” esaslar üzerinde biçimlendiği toplumdur.

Aydınlanma ama…

Laik devlet, boşlukta var olmuyor. Laikliğin güvencesi, gündelik yaşamın dinsel normların dışında sürmesidir; seküler toplumdur. İslam dünyasındaki tek ve kabul etmek gerekir ki en ileri burjuva laik devlet deneyimi olan Kemalist laikliğin tıkandığı nokta burasıdır.

Sekülerlik en çok 1960-80 arasındaki sol yükseliş döneminde canlanmış, topluma en çok bu dönemde nüfuz etmiştir. Büyük kitleler, dünyevi etkinlikle, mücadeleyle yaşamlarını değiştirebileceklerini bu dönemde öğrendiler. Yaşamını bu dünyada değiştirebileceğini, iyileştirebileceğini bilen, hatta sezen hiçbir insan, dindar bile olsa sorunlarının çözümünü dinde aramaz; dine sığınmaz.

Dinselleşmeye, dinin siyasetçe kullanılmasına karşı mücadelenin, burjuva ve emekçi çizgilerinin ayrıldığı nokta da burasıdır. Burjuva aydınlanmasının dinsel inanç ve hurafeler karşısında insan aklını ve bilimi savunması elbette değerlidir ve insanlığın ilerlemesine katkı yapmıştır. Sınıfsal konumundan gelen sınırlar ise en başından beri nettir: Aydınlanma burjuvazi içindir. Alt sınıflara, proleterlere Allah ve din gerekir. “Aydınlanma, inanç meselesini dert edinmiş olabilir; fakat özel olarak din karşıtı değildir. (…) Kitleler Bakire Meryem önünde eğilirken Akla tapınmak, egemenler için akıl kârı değildi.” (Terry Eagleton, Tanrı’nın Ölümü ve Kültür, Çeviren: Selin Dingiloğlu, Yordam Kitap, İstanbul, Temmuz 2014, s. 20 ve s.39)

Bunca deneyimden ve dünyanın bugünkü durumundan sonra açık ve kesin biçimde şunu söylemek gerekiyor: Laik devlet için mücadele, seküler toplum için mücadeleden, o da sınıf mücadelesinden ayrı düşünülemez.

Burada, bir parantez açmam gerekiyor: Tüm eksikliklerine rağmen bizdeki laiklik uygulamasının kazandırdıklarını küçümseyenlerden değilim. Seküler yaşam tarzını içselleştirmiş, bilim ve aklı referans alan milyonlarca insan, devrim ve sosyalizm yürüyüşçüsü kuşaklar, biraz da Cevdet Sunay’ın sözünü ettiği o laik eğitimin eseridir. 1960-80 arasındaki 20 yılda, Türküyle Kürdüyle Türkiye insanı sosyalist aydınlanmaya pencerelerini o laik-seküler ortamda açtı.

Bu yazıyı daha fazla uzatmamak için parantezi kapatalım ve bağlamaya çalışalım.

Laik devlet-seküler toplum mücadelesi bugün ancak, burjuva aydınlanmacılığının ve Kemalist laikliğin ötesine geçen açık, ileri, emekçi/sosyalist karakterde bir programla başarıya ulaştırılabilir. Var olan laik-seküler birikimi canlandırıp etkili hale getirmenin yolu da budur. Çünkü, sahici ve gerçekçi olan, geleceği olan yalnızca budur!

Laik devlet-seküler toplum mücadelesinin toplumsal tabanını laikliği ve sekülerliği “zaten” savunan ve yaşayanlarla sınırlı gören bir yaklaşım bu mücadeleyi daha baştan güçten düşürmektedir. Bu yaklaşım, hem sosyalizm ve hem de laiklik-sekülerlik mücadelesinin toplumsal tabanını daraltmakta, güçlerini bölmektedir. Oysa, bu mücadelenin tabanı ve muhatabı toplumun mutlak çoğunluğunu oluşturan emekçiler kadar geniştir. Devrim ve sosyalizm mücadelesiyle, laiklik mücadelesini birleştiren bağın kurulacağı zemin burasıdır.

denizcan  |  Cvp:
Cevap: 11
12.02.2015- 12:33

İnanç özgürlüğü = İnanç diktatörlüğü-Ender Helvacıoğlu  

Bazı kavramların içeriği, yüzyıllar, hatta bin yıllar içinde, yoğun sınıf mücadelesi pratiklerinde damıtılarak doldurulmuştur. Kafaya göre yorumlanamaz. “Laiklik”, “özgürlük”, “eşitlik”, “demokrasi” bu tür kavramlardandır. Günlük politik çıkarlara göre bu kavramların tanımı değiştirilemez.

Fakat olgulara göre değil algılara göre tutum belirlendiği, bilimin değil “bilgi”nin öne çıkarıldığı post-modern bir çağda yaşıyoruz. İsteyen, kendine göre bu kavramlarla oynayabiliyor, orasını burasını çekiştiriyor. Ama önünde sonunda bu kavramların ardındaki büyük tarihsel birikim aşılmaz bir duvar gibi karşımıza çıkacaktır

“İnanç özgürlüğü”… Laikliğin yeni tanımı! Dahası “özgürlük” kavramının da yeni tanımı. Bazıları laiklik mitingine bu sloganla katılıyor. Cahilliklerinden mi, yoksa hinliklerinden mi bilinmez; tarihle oyun oynamaya kalkıyorlar.

Oysa “laiklik” kavramının ardında 500 yıl, “özgürlük” kavramının ardında ise en az 7000 yıl var. Çok kadim kavramlardır bunlar. Yanında veya karşısında olabilirsiniz, ama çalım atamazsınız.

Konuyu biraz irdeleyelim…

***

İnançların tarihi çok eskilere gidiyor. Öyle ki, konu toplumbilimcileri aşıyor, antropologların alanına giriyor. İnsanın doğadan kopuşuyla, salt fiziksel bir varlık olmaktan çıkıp, metafizik bir varlık olmaya da başlamasıyla ortaya çıkmıştır inançlar. Doğadan kopmaya başlayan insanın, böylece ortaya çıkan doğa-insan çelişkisini çözme çabasının ürünleridir. Bizim türümüz olan Homo sapiens’in “inanç özürlü” olduğu apaçık ortada. Aramızda bir nefret mi yoksa aşk ilişkisi mi olduğu hâlâ tartışılan Neandertallerin de bu aşamaya ulaşmış oldukları biliniyor. Kısacası, gelişmiş bir beyne sahip olmanın sonucu olarak, olgular dünyası ile yetinmeyip imgeler ve simgeler dünyasına girmenin bedeli olmuştur inançlar.

Doğa-insan çelişkisini çözmenin en yeni (taş çatlasa 7-8 bin yıllık) yolu olarak gündeme gelen “uygarlığın” tarihi, bu inanç belasıyla uğraşmanın tarihidir bir bakıma… Uygarlık dediğimiz süreç, inançları kısıtlamanın tarihidir. Uygarlığın çocuğu olan din, en katısından inanç tekelidir. Nasıl devlet, yönetme tekeli; ordu, silah tekeli; bilim, bilgi tekeli ise, din de inanç tekelidir. İnançları bastırarak ve zorla yok ederek (soyutlayarak, kurumsallaştırarak, merkezileştirerek) gelmiştir uygarlık. “İnançlara özgürlük” dendiğinde, ne kadar gerilere gidildiğini anlayın artık…

***

Topluluktan topluma (yerleşik yaşama, uygarlığa) geçildiğinde oluşan sosyal sistem, öyle herkesin, her kabilenin istediğine inanmasını kaldıramaz. Totemler yıkılır, tapınaklar ortaya çıkar. İnançlar daha üst bir düzlemde soyutlandırılır, merkezileştirilir. Tabii bu işler o kadar kolay değil. Dinin esas kurumsallaşması çok-tanrıcılıktan tek-tanrıcılığa geçiş ile gerçekleşmiştir. Bu süreçte inançların daha da bastırılması, eski inanç kalıntılarına karşı daha büyük bir zor uygulaması görülür. Hz. Muhammed hareketinin Mekke’yi ele geçirdikten sonra ilk iş olarak bütün putları (inanç simgelerini) yıktırması buna en güzel örnektir. Ortaçağ Avrupa’sında Kilisenin batıl inançlara karşı acımasız tavrı da bilinir. Kısacası, aslında bütün bu süreç, inanç toplumundan giderek daha dünyevi toplumlara geçişin adımlarıdır. Tanrılar giderek daha güçlenirler ama yanı sıra maddi dünyadan adım adım uzaklaşıp göklere çıkarılırlar. Fizik metafiziği, doğa doğaüstünü, onları giderek daha “saygın” yerlere postalayarak alt etmeye ve kendi işine bakmaya çalışmaktadır. İnançlar (tanrılar) da her aşamada farklı kılıklara girerek bir şekilde tutunmaya çalışırlar.

İnançlar dünyasına en indirici vuruşlardan biri de Avrupa’da burjuvazinin gelişmesi ve giderek aristokrasiyi tasfiye etme süreciyle oluşan Laiklik ve Aydınlanmadır. Laiklik, dini, yani dönemin inancını toptan dünya işlerinden kovalamak anlamına gelir. Burjuva önderliği nedeniyle sonradan iş sulanmıştır, ama o ayrı konu.

Aydınlanmanın çıkış noktası şudur: Doğadaki ve toplumdaki süreçler, herhangi bir doğaüstü ve fizikötesi gücün tasarrufları sonucunda oluşmamıştır, doğa ve toplum yasalarına tabidirler ve insanoğlu aklıyla bu yasaları kavrayabilir. Kısacası Aydınlanma, insanın kendi kaderini kendi ellerine alma mücadelesindeki en önemli kilometre taşlarından ve bilimsel düşüncenin binlerce yıllık dinsel düşünceye karşı en büyük zaferlerinden biridir. Laiklik de bu büyük felsefi akımın, devlet de dahil olmak üzere toplumsal yaşamın nasıl düzenlenmesi ve işlemesi gerektiği sorusuna verdiği yanıttır. İnanç temelinde değil dünyevi ihtiyaçlar temelinde örgütlenmiş bir devlet ve toplum yapısı. İnançlar bireylerin vicdanına kapatılmış ve öte dünyaya sürülmüştür. Bu da kolay olmamıştır, doğal olarak. Halkın isyanı ve giyotin aracılığıyla; yani Bastil’leri basarak ve kralların, kilise babalarının kafalarını sepete yuvarlayarak gelmiştir laiklik.

Laiklik inançların giderek daha fazla sınırlandırılması sürecidir, “inançlara özgürlük” değil. Bunlar (laiklik ve inanç özgürlüğü) uzlaştırılabilir değil, birbirini dışlayan iki zıt modeldirler.

“Özgürlük” kavramı için de bir parantez açalım: Özgürlük sorununu çözümleyebilmek için, hem geriye hem de ileriye doğru daha geniş bir süreci ele almak gerekiyor. Yerimiz yok, şu kadarını söyleyelim: Özgürlük -toplumsal ve bireysel anlamda- son derece dünyevi (seküler) bir kavramdır; eğer öte dünyaya (cennete) ertelemiyorsak veya doğaüstü bir gücün insafına terk etmiyorsak… Kulların özgürlüğü olmaz; olsa olsa şükranı olur. Günümüzde özgürlüğün gerek şartı laikliktir. Yeter şart için ise insanoğlu biraz daha beklemek zorunda; sömürüyü ve sınıfları ortadan kaldırana dek.

***

Peki, nasıl oluyor da laiklik kavramı bu kadar sulandırılabiliyor? Sorumlusu: burjuvazi. Laikliği getiren de o, sulandıran da… Burjuvazinin aristokrasiye karşı muhalefet ettiği dönemde “ne kadar burjuvazi o kadar laiklik” önermesi doğruydu ve burjuvazi bu konuda radikaldi. Ama iktidarı aldıktan, aristokrasiyi tasfiye ettikten, hele dünya hakimiyetini kurduktan sonra denklem tersine dönmüştür: Ne kadar burjuvazi (kapitalizm) o kadar dincilik.

Bunu laiklik tanımının ülkemizdeki yüz yıllık serüvenine baktığımızda da görebiliriz. Genç Cumhuriyetin laiklik tanımı “din ile dünya işlerinin birbirinden ayrılması” idi. “Dünya işleri” sözcüğünün altını çizelim. Din, insanların vicdanlarına ve “öte dünya”ya bırakılmıştı. Kapitalist-emperyalist dünyanın nadide bir parçası olmaya kesin karar verdikten (1940’lardan) sonra laiklik tanımı da değişti: “Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması”. Yani devlet laik olsun ama halka din pompalayalım! 1980’den ve özellikle AKP’nin iktidara gelişinden sonra laiklik tanımı “din ve inanç özgürlüğü”ne dönüştü. Yani laiklik kavramının ortaya çıktığı dönemdeki tarihsel anlamının tam tersi. Kısacası, ne kadar kapitalist olduysak o kadar dinci olduk; olgu bu.

***

Konumuzun tarihsel boyutu kabaca böyle. Güncel birkaç noktaya dikkat çekip bu uzamış yazıya son verelim.

Toplumda hâlâ var olan (dinsel veya din öncesi) inançlar o kadar çok ve çeşitli ki, inançlara özgürlük dediğinizde bu işin sonu yok. Dört kadına kadar evlenmek mi dersiniz, köleliğe ve cariyeliğe cevaz vermek mi; ceza olarak kafa-el-ayak kesmek mi dersiniz, 5 yaşındaki çocukla cinsel ilişkiyi savunmak mı; ölen kocayla birlikte eşinin canlı canlı gömülmesi mi dersiniz, kadını taşlayarak öldürmek mi; cinler-periler-melekler mi dersiniz, muskalar mı… Astroloji, reenkarnasyon, ruh çağırma, telekinezi, ufolar… var da var. Bunların hepsi o inançların emri ve gereği. Üstelik bunların hepsi örgütlenmek, yaygınlaşmak, uygulamaya geçmek, eğitimde yer almak isteyecek; yoksa nerede kaldı “özgürlük”?!

Kaldı ki, aynı dini inancın birbiriyle çatışan bin bir farklı uygulaması (mezhepler, tarikatlar) var. Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz değerli araştırmacı Özdemir Başat sadece İslam’ın tarihinde oluşmuş 550 tane mezhep/tarikat saptamış. Bu tarikatların hatırı sayılır bir bölümü hâlâ devam ediyor ve binlerce tekkede örgütlenmiş durumdalar. Bunların irice olanlarının, resmen özgürlük verilmediği koşullarda bile toplum yaşamında ve siyasette ne kadar etkili oldukları biliniyor. Bir de “özgürlüklerini” kazandıkları durumu varın siz düşünün…

Diyelim ki inançlara özgürlük verdiniz; peki, inançlar birbirine özgürlük verecek mi? Tarih din (inanç) savaşlarıyla, aynı dinin farklı mezhepleri/tarikatları arasındaki çatışmalarla, kırımlarla dolu. İnanç, nesnelliğe dayanan rasyonel bir durum değil ve ister istemez kendisinden farklı olanı dışlar. İnançlara özgürlük tanındığında, sonuç, hakim olan inancın diğerlerini yok etmeye çalışması olacaktır. İnanç özgürlüğü, önce inançların birbirini yeme özgürlüğüne, sonra da üstün gelenin diğerlerini ezme özgürlüğüne dönüşür. Tarihte ve günümüzde laiklik ilkesinin hayata geçirilemediği veya geri adım atıldığı toplumlarda (en güncel örneği IŞİD; inançlarını yaşamakta ve uygulamakta ne kadar da özgürler!) yaşanan tam da budur.

İnanç toplumu mu olacağız laik toplum mu? Bu ikisi bir arada yaşayamaz. İnançlara özgürlük verildiğinde ortada laiklik kalmaz. Laikliğin hakkıyla yaşandığı toplumlarda ise inanç temelinde örgütlenmelere, herhangi bir inancın eğitim ve öğretim müfredatına (zorunlu veya seçmeli) girmesine vb. yer yoktur.

Binlerce yıllık inançlar doğal olarak yasalarla veya zor yoluyla ortadan kaldırılamaz. Fakat bireylerin vicdanına kapatılabilirler. Laiklik de kısaca budur. “İnançlara özgürlük”, “inançlara eşit uzaklık”, “özgürlükçü laiklik” gibi tanımlar ve laikliği sadece devlet yönetimi ile kısıtlama uygulamaları, laikliği sulandırmanın ve aydınlanmadan vazgeçmenin göstergeleridirler.

NOT: Yarın laik ve bilimsel eğitim hedefli bir eğitim boykotu gerçekleştirilecek. Umarım çok güçlü olur. Ama lütfen, “inançlara özgürlük” gibi pankartlar taşıyarak milleti kendimize güldürmeyelim.

solcu  |  Cvp:
Cevap: 12
12.02.2015- 19:11

Yenmek için karanlığını yobazın…
Ahmet Çınar


Önce yobaza yobaz demeyi bileceğiz. Yobazı düşman belleyeceğiz. Yok efendim ötekileştirmeyeyim, aman da öbürküsüleştirmeyeyim diye diye yobaza meşruiyet kazandırmayacağız.

Olabildiğince karşıtlıkları belirginleştirecek, alabildiğince yobazı ötekileştireceğiz.

Herhangi bir dine inanıp özel yaşamında o dini yaşayan ile dinciyi, din alıp satanı, din tüccarını, siyasal İslâmcıyı, dinsellik dayatıcısını kesin ve net çizgilerle ayıracağız. Ayıracağız ve ikincisiyle dişe diş, göze göz savaşacağız.

İnsanlığın tüm ilerici birikimine savaş açan, arsızca, pervasızca tüm ileri değerleri yok etmeye çalışan siyasal İslâmcıya karşı laiklik bayrağını bir an bile elimizden bırakmayacağız.

“Laikçi”, “darbeci”, “tepeden inmeci”, “halkın değerlerine saygısız” diye diye bizden taviz koparmaya, aklımızı çelmeye çalışanları ciddiye almayıp doğru bildiğimiz yolda yalnız kalsak da yürüyeceğiz.

Laiklik kavramının içini boşaltmaya, laikliği “özgürlükçü laiklik”, “inançlara saygılı laiklik”, “sekülerlik” gibi müdahalelerle sulandırmaya çalışan liberal ihanet odaklarını elimizin tersiyle bir kenara iteceğiz.

“İnançlara saygılı laiklik” lafazanlığının aslında laikliğin tümden inkârı anlamına geldiğini bilerek, bu liberal hileye kanmayacağız.

Katıldığımız mitingin adı “Laik ve bilimsel eğitim mitingi” ise, o mitinge laiklik ve bilimsel eğitim talebiyle gideceğiz, “Yaşasın inançların özgürlüğü” gibi liberal soslarla bulandırılmış pankartlarla AKP değirmenine su taşımayacağız.

Göğsümüzü gere gere, gönül rahatlığıyla laikliği savunamayan her siyasal hareketi gerekirse ötekileştireceğiz, karşımıza alacağız.

Laik olmayan, laikliği küfür kabul eden, laikliği kavramsal olarak bozmak için önüne çeşitli sıfatlar takan, aydınlanmaya karşı çıkan tüm siyasal İslâmcıları, dinci gericileri, dincinin havuzunda takla atan liberalleri, yobazları ve ülkeyi bir yobaz tarlası haline getirmeye çalışanları külliyen reddedeceğiz.

Laikliği gerçek anlamıyla, yani “İnsan aklını ve yaratıcılığını her türlü vesayetten ve özellikle dinsel vesayetten korumak, güvence altına almak, aklın özgürleşmesini gerçekleştirmek; bunun karşısında dinsel inançları özel yaşam alanlarına ve siyasetin dışına göndermek” olarak algılayıp uygulayacağız.

Laikliğin herkese, her kesime, hepimize ama en çok da işçi sınıfına, ezilene, yoksula, sömürülene lazım olduğunu bir an bile aklımızdan çıkarmadan, sınıf mücadelesiyle laiklik mücadelesini birbirinden ayrılmaz bir bütün haline getireceğiz.

Laikliğin en güzel tanımlarından biri olarak da Nâzım Hikmet’in şu dizelerini sık sık tekrarlayacağız:

“Delikanlım!

              Senin kafanın içi

                            yıldızlı karanlıklar

                                                kadar

                    güzel, korkunç, kudretli ve iyidir.

Yıldızlar ve senin kafan

                  kâinatın en mükemmel şeyidir.”

Laikliği, aklımızın işleme düzeninin olmazsa olmazı olarak algılayıp o şekilde savunacağız.

“Laiklik, insan aklının özgürce çalışması önündeki bütün engellerin kaldırılmasıdır” diyeceğiz.

“Ama halkımız, fakat toplumumuzun değerleri” adı altında kadın düşmanlığını, bilim düşmanlığını, sanat düşmanlığını meşru ve haklı kılmaya çalışan gerici ablukaya karşı tam cephe savaşacağız.

Hiçbir AKP’linin yapmaya cesaret edemediğini yapan, yani TBMM çatısı altında kartona hadis yazıp sallayan CHP’liyi asla ve asla laik saymayacağız.

Şeriat isteyeninden tutun da Şeyh Sait bayraktarlığı yapanına, Nevruz kutlamasına Cuma arası vereninden Said Nursi’nin mezarının bulunması için seferber olanına kadar AKP’den rol çalmaya çalışan hiç kimseyi asla ve asla laik saymayacağız.

Türban meselesine “türban takma özgürlüğü” olarak yaklaşan; türbanın gerçek, sembolik ve siyasal anlamlarını görmezden gelen çakma laiklerin tümünü elimizin tersiyle itip ötelere, ötelere, çok daha ötelere öteleyeceğiz.

Prof. Taner Timur hocamızın “Türban, baş açma yasağıdır” şeklindeki farkındalık yaratıcı yaklaşımını dikkate alacağız ve kadınların özgürleşmesinin, kendini gerçekleştirmesinin yegâne yolunun laik bir aydınlanmadan geçtiğini hiç unutmayacağız.    

Türbanın aslında sadece başları ve saçları değil, paraları, kasaları, kârları ve o rantiye düzeneğini nasıl örttüğünü her daim bilecek ve “Türban neyi örtüyor?” sorusunu sürekli yüksek sesle soracağız.

2013 Haziran’ındaki büyük sıçrayış ve dirilişi 2015 Haziran’ında sandığa gömmek için sahnelenen sinsi ve hain oyuna gelmeyeceğiz. Bu alçak liberal tezgâhı sol üzerinden ve solu o tezgâhın bir parçası haline getirerek gerçekleştirmek istediklerini fark edeceğiz; sosyalist solu ve Haziran direnişini Kürt ve Türk gericiliğinin yörüngesine oturtarak AKP gericiliğini yaşatmak ve tahkim etmek istediklerini göreceğiz.

Tavrımızı, duruşumuzu, rotamızı, yörüngemizi bu bilinç ve kararlılıkla öreceğiz.

Karanlığını yenmek için yobazın.

Kovmak için karanlığını yobazın.

umut  |  Cvp:
Cevap: 13
13.02.2015- 11:26

Laiklik ve bilimsellik olmazsa asla!
Rıfat Okçabol



27 Mayıs 1960 devriminin/darbesinin, sınırlı bir kesimi gericileşme hedefi doğrultusunda harekete geçirirken Atatürkçü ve/ya da laik ve bilimsel çoğunluğu ise büyük bir rehavet içine soktuğu söylenebilir. Gericileşmeyi hedefleyenler bu doğrultuda örgütlenip adım adım ilerlerken diğer çoğunluk orduya güvenme yanılgısına düştü. Bu çoğunluk, 12 Mart 1972 askeri muhtırasıyla da uyanmadı, ordunun Amerikancılaştığını da göremedi; Amerika’nın 12 Eylül 1980 darbesini yapanlara, “Bizim oğlanlar başardı” demesini de duymazdan geldi.

Gericilerin çabaları ile 12 Eylül darbesinin Türk-İslam sentezine yaptığı ve sonrası iktidarların sürdürdüğü yatırımlar, şimdi (acı) meyvelerini veriyor. Her gün, laik ve bilimsel anlayış ve yaşamdan bir şeyler kopuyor; bir adım daha şeriat toplumuna doğru sürükleniyoruz.

Anımsarsınız,   Türkiye’de, 2011 genel seçimlerinden hemen sonra yapılan bir değerler araştırmasına göre, “bilim ile din çelişirse, her zaman din doğrudur” görüşünde olanların yüzde 77 idi. Nikâhsız yaşayan çiftlerle ve Tanrıya inanmayanlarla komşuluk yapmak istemeyenler ve de plajda mayo giymenin günah olduğunu düşünenler de yüzde 60’ları geçmişti..

Bu araştırmanın yapıldığı tarihte, daha Başbakan, “Dininin ve kininin davacısı olacak gençlik” istememişti. Eğitimde 652 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile sistemin yapısı değişmemiş, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti anlayışında öğrenci yetiştirilmesi amacından vazgeçilmemişti. Kuran kursuna gitmede yaş sınırını kaldıran 653 saylı KHK gündemde bile yoktu. 4+4+4 yasası da. Ders programlarına üç din dersi eklenmemiş, imam ortaokulu açılmamış, okula başlama ve ortaokula geçme yaşı küçültülmemişti. Kıyafet yönetmeliği değiştirilip okullarda çağdaş giysi giyilmesi yasaklanırken türban serbest bırakılmamıştı. Ortaöğretim yönetmeliği değiştirilip, soran, araştıran ve eleştiren öğrenci yetiştirilmesinden vazgeçilmemişti. Çocukların camiye gitmesi, imam hatipleri seçmesi ve seçmeli din derslerine kayıt olmaları için çeşitli yöntemlerin kullanılmasına başlanmamıştı. Aile içi sorunların çözümünde imamlardan yararlanılmasına kalkışılmamıştı.

Bu arada Türkiye’nin dinamik ve duyarlı kesimleri, doğa-yurt-özgürlük ve eşitlik sevdalısı milyonlar, Gezi Parkı eylemlerini gerçekleştirdiler

Gezi eylemlerinin hemen ardından genel liseler ve öğretmen liseleri kapatıldı, okulların önemli bir bölümü imam hatiplere dönüştürüldü, şimdiden imam hatip sayısı bini geçti, imam hatipli öğrenci sayısı milyona ve Kuran kurslarına gidenlerin sayısı da iki milyona yaklaştı. Anadolu liseleri sınavını kazanamayanlar imam hatibe gitmek zorunda bırakıldı.

Gezi eylemlerinde özgürlüklere sahip çıkanlar, 2011’deki toplumsal değerlerle ilgili görüşlerin yukarıda özetlenen dönüşümlerden sonra nereye varır diye kaygılanırken bu kez, okullara mescit açma zorunluluğu getirildi ve sıra dini öğretimin anaokullarına kadar indirgenmesine geldi.

Durum kritik. Laik ve bilimsel eğitim olmadığında özgürlüğümüz, vicdanımız, akıl sağlığımız, doğayı ve dünyayı sağlıklı ve gerçekçi bir şekilde algılamamız, insana- bir birimimize-eşitliği-inançlara saygı duymamız, toplumsal barışı sağlamamız ve korumamız, huzur içinde yaşamamız tehlikede. Dün ve belki de önceki günlerde Beyazıt Meydanından (İstanbul) geçenler, Erbakan Vakfı tarafından hazırlanmış bir afişte, “II. Abdülhamit geçmiş değil gelecektir” ifadelerini okudular. Geleceği II. Abdülhamit olacak Türkiye, içinde bulunduğumuz, insan haklarına saygılı bilgi/ öğrenme/ teknoloji çağından uzaklaşıp Ortaçağa dönecek.

Laik ve bilimsel eğitime sahip çıkılmazsa, kendimize, birbirimize, dünyaya ve çağa yabancılaşacak noktadayız. Laiklik ve bilimselliğin güvencesi olduğu sanılan ordu da yok artık, Anayasa Mahkemesi de, Yargıtay ve Danıştay da, TÜBİTAK-TÜBA-YÖK ve üniversiteler de yok.

Bu durumda, laik ve bilimsel yaşama sahip çıkacak bir tek sen varsın arkadaş, sen. . Kadın/erkek, genç/ yaşlı, Türk/ Kürt/ …, Müslüman/ Müslüman olmayan, dindar/ateist, zengin/yoksul, okumuş/okumamış, işsiz/işçi/memur/emekli/ iş adamı/iş kadını, …; binlerce yılda üretilen Anadolu kültürünün ürünü   ve bu yurdun insanı olan sen varsın.  

Davranalım arkadaş, kendimize, çocuğumuza, yurdumuza ve geleceğimize sahip çıkalım.    

umut  |  Cvp:
Cevap: 14
14.02.2015- 19:13

Laiklik aniden neden moda oldu?
Kemal Okuyan


Geçmişte laiklik lafını duyduğunda tüyleri diken diken olanlardan “hata yaptık, önemsemedik” noktasına gelenler olduğunu biliyorum. Hayat öğretir, bu herkes için geçerlidir.

Bir de hep öğretenler var. Bir öyle bir böyle yapar, yeri geldiğinde her renkten bayrak sallar ve her durumda haklı çıkarlar.

Bunlar içinse, laiklik şimdinin modasıdır.  

En güzelini Nuray Mert yazmış, “şimdi laikliği savunma zamanı”… Açık açık da söylüyor, şimdi öyle geçmişteyse dindarların haklarını savunma zamanıydı diye… Katı laikçilikle filan mücadele edilmesi gerekiyormuş dün, bugün ise onların yaptığını AKP iktidarı eylemekteymiş.


İslamcı/muhafazakar kesimin, öteden beri ‘laiklik’le başının hoş olmadığını biliyoruz. Doğrusu, inananlar için, dinin kamu alanından kovulması kabul edilebilir, daha doğrusu uygulanabilir bir şey değil. Cumhuriyet’in kuruşundan bu yana, ‘laiklik’ten anlaşılan bu olduğu için, insanlar başörtüsüyle kamu hayatına katılamadı, açıkça cuma namazına gidiyorum diyemedi, çocuğuna gizlice dini eğitim aldırmak zorunda kaldı…

Hatırladım, tutarlı demokrat böyle olunuyordu. Kalsın!

Nuray Mert demokrat olabilir ama laiklikten zerre anlamadığı ortada. “Dinin kamusal alandan kovulması” derken, inananların toplumsal yaşantıdan dışlandığını ima ediyor, böyle bir şey hiçbir zaman olmadı, tersi ise, bazen özellikle yoğunlaşmak üzere, her zaman geçerliydi: Türkiye’de farklı inançlar ya da inanmayanlar üzerinde devlet ya da mahalle baskısı hiç eksik olmadı.

Gizlice dini eğitim meselesine gelince… Siyasal bilince sahip olmaya başladığım 1970’lerden bu yana, Türkiye’de çocukların dini eğitim alması ya teşvik edildi ya göz yumuldu. Mert’e göre ise dindarlar illegale çekilmişti!

Aynı ülkede yaşamıyoruz.

Burada Cumhuriyet dönemi uygulamalarını savunmak durumunda değilim. Kapitalizm gerici ideolojilerle hesaplaşmada tarihsel sınırlara sahiptir ama ikide bir “Katı Laikçilik” denmesinden de bıktım açıkçası. Türban yasağını muhafazakar bir toplumsal dokuya dokunamayan bir rejimin alan sınırlama girişimi olarak görüyorum. Nuray Mert gibiler sınırlanmasın demekteler, bense o toplumsal doku dönüşmeli diyenlerdenim. Aynı ülkede yaşamıyoruz, farklı diller konuşuyoruz.

Ama şimdi hepimiz laikliği savunur olduk!

Neden?

Sözü dolandırmadan söyleyeyim. Laiklik moda oldu çünkü;

1. Erdoğan dönemi kapanıyor.

2. Emperyalizm ve sermaye dünyası, Türkiye için yeni arayış içinde.

3. Kürt siyaseti uzun bir ardan sonra laiklik kartını kullanmaya karar verdi.

4. Laik duyarlılığı olanların direnci kırılamadı.

Bu dört olgu birbirine bağlı aslında.

“Ilımlı İslam” tezinde yaşanan fiyaskodan sonra, aslında ondan çok da uzak düşmeyen “ılımlı laiklik” devreye sokuluyor. Bir açıdan ölümü gösterip sıtmaya razı etmek. Ama başka açılardan çok daha ötesi!

Bu sefer ABD gerçekten de iyi oynadı, henüz daha dolandığı çarşafdan kurtulabilmiş değil ama IŞİD’i sahaya sürüp onun karşısına dikilerek, ılımlı laiklik için fetva vermiş oldu. IŞİD’çi barbarların Kobane’ye yöneltilmesi de bu planın parçasıydı, hem Kürt siyaseti test edildi hem de “ılımlı laiklik” önemli bir mevzi kazandı.

Görüldüğü gibi, süreç hızlı gelişiyor. Şimdi laikliği savunma zamanı!

Cemaat bile “ılımlı laik” pozisyona çekilirken liberallerin kuyruğa girmemesi düşünülemezdi elbette.

Cık, biz vazgeçtik. Laiklik yetmez, şimdi emperyalizme ve kapitalist sömürüye karşı mücadele zamanı!

(13 Şubat Boykotu, bugünün koşullarında başarılı olmuş, laiklik devrimci ve kamucu bir bağlamın içine yerleştirilmiştir. Moda olmaya başlaması, laikliği asla değersizleştirmiyor. Madalyonun bir yüzünde laikliği iğdiş etme girişimleri duruyorsa, diğer yüzünde yıllardır verilen aydınlanmacı kavga vardır ve orada Laikliği Yedirmeyiz yazmaktadır. Herkesin laikliği savunmaya başlaması, bu kavganın etkili olduğunu da göstermektedir.)

munzur  |  Cvp:
Cevap: 15
28.04.2016- 14:45

Alıntı Çizelgesi: tarihselmaddeci yazmış

Yıllardır laikliği savunan bir hareket olarak şunu söylemeliyiz ki, şu yazıları görmek için verdiğimiz çabaya değmiş. Türkiye solunu yıllardır laiklikten uzak tutmaya çalıştılar. Parababalarının yarı-laiklik anlayışı üzerinden laikliğin tamamı reddedildi. Dünya ve din işlerinin birbirinden ayrılması üzerine alınan tüm yol reddedildi. Hatta bazı zeki arkadaşlar, ortaçağcı gericilikle el ele verdi (Ufuk Uras zamanının ÖDP'si içindeki herkes dahil bu duruma, bugünün de HDP'si de aynı işi yapıyor).

Sekülerizm ile laiklik aynı anlamalara geliyor, birbirinden farkı yok. İngiliz laikliğinin farklı olmasının sebebi, kilisenin artık siyasete egemen olma olanağının ortadan kalkmış olması durumundan ileri gelmekte. Bunun da adına bizim "doğulu" entellektüellerimiz "sekülerizm" diyorlar yumuşatarak. Ancak din ile bu şekilde yumuşak mücadele edilemez. Kürt hareketinin Esad'a karşı giriştiği linç kampanyası sonucu Kürt halkının IŞİD ile karşı karşıya kalışı bunun en net göstergesidir.




Yorumunuza katılıyorum, bana göre de sekülerizm ile laiklik aynı anlama geliyor. Türkiye'nin laik düzeni AKP ile birlikte gerici bir düzene dönüşüyor. Türkiye solunun bu konuda mücadele bayrağı açmasını da olumlu buluyorum. Türkiye solunun yıllardır laiklikten uzak tutukları konusundaki görüşünüzü ise paylaşmıyorum. Ufuk Uras'ın ve HDP'nin ne kadar solda olduğunu tartışmak gereksiz. HDP ile AKP'nin laiklik konusundaki görüşlerinin farklı olmadığı ikisinin de aynı açıklamaları yapmasından belli. İkisi de uydurulmuş ''özgürlükçü laiklik'' terimini kullanıyor. Bu terimle aslında yapılmak istenen laikliğin sulandırılmasıdır. Laiklik esnetilmek istenmekte ve gerici bir anlama büründürülmeye çalışılmaktadır. Türkiye solunun bu gerici anlayışa karşı çıkmaması düşünülemez. Bugün kendisini sol olarak tarif edenlerin bir kısmının bu anlayışı savunması ve AKP ile aynı paralele düşmesi insanı isyan ettiriyor.

melnur  |  Cvp:
Cevap: 16
25.07.2021- 04:27

Laiklik ve sekülarizm


"Artık tahribatın yüzeysel onarımları yetmeyecektir; kalıcı bir laiklik hedefine ulaşılması ancak emeğin Cumhuriyetinin hedeflenmesi ve işçi sınıfının laiklik mücadelesini sahiplenmesiyle mümkündür."

Resim Ekleme

OĞUZ OYAN

Laiklik ve sekülarizm kavramları kadar hem kendi içlerinde sürekli tartışılan hem de birbirine düşürülen kavram çifti bulmak oldukça zordur. Bunu yadırgamamak gerekir. Somut toplumsal oluşumlarda yüzlerce yıllık tarihsel gelişmenin sonucunda ortaya çıkmış olan bu kavramlara, benzer olduğu kadar farklı anlamlar da yüklenmiştir. Bugün bile, değişken siyasal gelişmelere göre, bu kavramlara ilişkin yeni tanımlamalar, yeni anlam yüklemeler, yeni yorumlama çabaları sürmekte, bazen siyasal konumlanmalar buna göre oluşmakta, hatta bitmeyen akademik tartışmalar da buna eklenmektedir.

Sonradan açmak üzere baştan belirtelim: Tarihsel oluşum sürecinde Türkiye'de benimsenmiş olan kavram "laiklik"tir ve bizim de farklı bir arayışımız olamaz. Ancak bunun anlamı, "sekülarizm" kavramının üzerini çizmek, kullanımdan kaldırmak değildir. Kendimizi bir kavram fakirleşmesine mahkum etmeden bu tarihsel kavramları yerinde kullanmaya devam etmeliyiz. Bunu yaparken ne dayanaksız bir "rakip kavramlar" tuzağına düşmeli, ne de bu kavramlar arasına yapay sınırlar çizmeliyiz. Türkiye'de Cumhuriyet'in kuruluş dönemlerindeki laiklik uygulamasına eleştiri getirmeye yönelen liberallerin ve İslamcıların, uydurma "katı laiklik-özgürlükçü laiklik" karşıtlığını, bilim dışı bir yöntemle "laiklik-sekülarizm" kavram çiftine taşımalarına da hoşgörüyle bakamayız.

Kavramlar üzerine

Her ülkede din-devlet ilişkileri özgül tarihsel koşullara göre şekillenmiştir. Ama bu bizi, laiklik kavramının her ülkeye özgü olarak ayrı ayrı tanımlanabileceği gibi partikülarist bir anlayışa götürmez.1

"Laik" terimi etimolojik olarak Yunanca "laos" yani "halk" teriminden türediği için, laiklik kavramı, inancı ne olursa olsun tüm halk katmanları/yurttaşlar bakımından eşitlikçi ve yansız bir uygulama alanı yaratma iddiasına daha yakındır. Latince soecularis (ki o da "seculum-yüzyıl"dan türemiştir ve "yüzyıla ait/ çağdaş/ dünyevî" de demektir) kökeninden gelen sekülerleşme (secularisation) kavramı, dini olanı dünyevileştirme anlamını içerir ve bu bağlamda dinin reforma tabi tutulması üzerinden bir uzlaşma arayışını içinde barındırır.

Bir ilk yaklaşım olarak, Katolik gelenekten gelen toplumlarda Kilisenin devletin alanına aşırı müdahaleciliğine karşı verilen laiklik mücadelesinin de daha keskin bir Kilise-devlet ayrımına yol açtığı kabul edilebilir. Ancak Katolik kökenlere sahip devletler laik-seküler ayırımı bakımından da türdeş olmaktan uzaktır. Bu ayırımın daha keskin olduğu Fransa ile daha melez yapıda olduğu İspanya, İtalya, Portekiz örnekleri birbirlerinden farklılaşırlar.2

Protestanlık geçmişi olan ülkelerde ise, "sekülerleşme", eskiden dini otoriteler tarafından yerine getirilen işlevlerin dindışı/laik otoritelere aktarılması anlamındadır.3 Ancak bu süreç, reforme edilen Kiliseleri toplumsal   örgütlenme ve politik kurumsallaşma içinde tuttuğu ölçüde sivil toplumda bir dini eksene yer açmıştır. Bu ülkelerde vicdani özgürlüğe saygı duyulmakla ve herkesin inancı kendine aittir denilmekle birlikte, bazen bu özgürlüğün gerici bir ahlakçılığa dönüşmesinin yolu da açıktır.4

H. Pena-Ruiz'e göre5, Avrupa'da din ile politika arasındaki ilişkiler dört tipik biçime göre düzenleniyor; bunlar, yakın dönemdeki gelişmeler nedeniyle bazen birbiri içine de geçebiliyor. Geleneksel olan birincisinde, devlet-din ayrılığı şeklen kurulmamıştır; İngiliz protestanlığı gibi devlet dinleri söz konusudur. İkincisi, egemen devletlerin -bazen Vatican veya diğer dini otoriteler aracılığıyla- din konusunda belirli kamusal baskılar kurdukları melez sistemlerdir (İspanya, İtalya ve Fransa'da Alsace-Moselle bölgesi gibi). Üçüncüsü ikincinin varyantıdır; bir dinî vergiyle finansman sağlamak (Almanya) veya bir dini eğitim vermek ve devlet okullarına müdahalenin yolunu açmak üzere dinlere çeşitli avantajlar sağlamak biçiminde görülebilir. (Slovenya, İspanya, İrlanda gibi örnekleri vardır). Dördüncüsü, gerek kamu otoritesinin Kiliselerin içişlerine gerekse Kiliselerin kamusal alana her türlü müdahalesini dışlayacak biçimde Kiliseler ile devletin laik kurallara göre ayrılmasıdır.

Bu sonuncu biçime en iyi örnek Fransa olmakla birlikte, bu ülkede özel okulların kamudan destek alması (ki bunların önemli bir bölümü dini okullardır) ve Alsace-Moselle bölgelerine ayrıcalıklar tanınması dikkate alındığında, Fransa bile "din-devlet arasında tam ayrılık" ilkesini kısmen çiğnemektedir. Fransa'da, Alsace-Moselle bölgelerinde 1905 tarihli laiklik yasasının uygulanmamasının nedeni, o tarihte bu bölgelerin Alman egemenliğinde olması ve yeniden Fransa'ya katıldığında ise toplumsal tepkilerle karşılaşmamak adına özel statülerinin korunması ihtiyacıydı.6

Burada bir parantez açalım: Bu dört "tipik" biçim açısından bakıldığında Türkiye nereye otururdu? Eğer 1940'ların ortasına kadar giden kuruluş dönemi seçilseydi, her ne kadar Hanefiliğin resmi mezhep olarak benimsenmesine bakılarak birinci tipe yakın gibi gözükse de, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın nominal varlığı dikkate alındığında7, devlet ile din işlerinin birbirinden ayrıldığı dördüncü tipe daha yakın bir yere de oturabilirdi. 1950'lerin arifesinden itibaren yazılan tarih ise bambaşka bir hikayedir. İlk üç tipin bir karmasına doğru yol alındıktan sonra, AKP döneminde bir din devletinin kurucu unsurları şekillenmeye başlamıştır. Bu bakımdan Türkiye'deki mevcut durum, artık hiçbir Avrupa ülkesiyle kıyaslanamayacak bir gerilik düzeyindedir. Avrupa ülkelerinin bazılarında siyasi ve eğitsel alanda bazı dini ritüeller/semboller görülüyor olmakla ve siyasi alanda yeni-dinselleşme akımları ortaya çakmakla birlikte, bütün Avrupa devletleri ve halkları sekülerleşme/laikleşme yolunda Türkiye ile kıyaslanmayacak bir düzeydedirler.

Bununla birlikte, yukarıda sayılan dört tipolojiden birine veya birkaçının ortalamasına yakın duran ülkeler açısından bakıldığında, hiçbir Avrupa ülkesinin laikliğin üç temel ilkesine ideal biçimde uymadığı da görülmektedir. Pena-Ruiz ve birçok araştırmacının altını çizdiği bu üç ilke, -vicdani özgürlük; -manevi tercihleri ne olursa olsun (hiçbir inancı olmayanlar, agnostik ve ateistler dahil) tüm yurttaşların eşitliği; -hiçbir dini/mezhepsel tercihe dayanmayan kamu alanının yansızlığı.8

Laikliğin Geniş ve Dar Tanımları9

Laikliği, geniş ve dar kavramlar olarak da iki düzlemde ele alabiliriz. Geniş kavrayışta, vicdan özgürlüğünün tamamen serbest olduğu ve bunun gereği olarak devletin toplumdaki belirli bir dinsel/mezhepsel grubu temsil etmediği ve inançlar (ve inançsızlıklar) arasında ayırım yapmadığı rejimler kastedilmektedir. Ama vicdan özgürlüğü dışındaki ilkeler aşındırıldığı ölçüde kavramın esnekleştirilmesi riski vardır. Dar kavrayışa göre ise, inanç/vicdan özgürlüğü yanında, devlet ile dinin (devlet ile dinlerin/mezheplerin) birbirinden radikal/keskin ayrılığının sağlanması esastır.10

Bize göre, din ile devletin birbirinden keskin şekilde ayrılması sağlanmadan (dar kavram), laiklik ilkesinin kalıcılaşması her zaman sorunlu olacaktır. Kuşkusuz burada en öncelikli olan, eğitim ve yargı başta olmak üzere kamu kurumlarının dinin tahakkümünden kurtarılmasıdır. Liberaller tarafından savunulan "özgürlükçü laiklik" diye bir kavram ise tamamen uydurmadır. Aslında burada kastedilmek istenen şey, devletin mutlak veya göreli yansızlığı temelinde "din/inanç/vicdan özgürlüğü" kavramıdır. Geniş laiklik kavrayışına yakın gibi durmakla birlikte, burada, egemen olan dinin veya mezhebin siyaseti kendisine tâbi kılacağı, dolayısıyla laiklik öncesine dönüşe kapı açacağı tehlikeli bir süreç söz konusu olabilecektir. Türkiye pratiği bunun adeta tarihi laboratuarı gibidir.

Laikliğin geniş ve dar olarak kavramlaştırmasını izleyebilecek ikinci saptama şudur: İster geniş (daha yaygın olanı budur ve sekülerlik olarak da okunabilir), ister dar (Fransa örneği gibi) kavramlardan, isterse ikisinin toplamından/ bireşiminden/ eklemlenmesinden yola çıkılsın, gelişmiş sanayi toplumlarında tarihsel yönelişler genelde birbirine yakınsamaktadır. Başka deyişle, ister uzlaşmacı isterse radikal bir yol izlesin, ister anayasal bir ilkeye dönüşmüş olsun veya olmasın (ki anayasalara girmesi istisnadır; Japonya'da girmesi ise II. Dünya Savaşı yenilgisinin tavizidir), Batı toplumlarında laiklik halka malolmuş durumdadır. Dolayısıyla Avrupa ülkeleri, bugünkü Türkiye gibi Anayasasına göre sözde laik, ama uygulamalara göre tamamen anti-laik bir ülkedeki duruma benzer tehditlerle henüz tanışmış değillerdir. Bununla birlikte, laikliğe saldırılar her yerde başlamıştır; kapitalist sömürü ilişkilerinin gereksinimlerine göre laikliğin yeniden tartışmaya açılmayacağının bir garantisi yoktur.

Üçüncü saptama, Batı'da laiklik ile sekülerlik arasında çok keskin uygulama farklılıkları varmış gibi sert karşıtlıklar yaratılmasından kaçınılmasının doğru olacağıdır. Aynı şey, ABD ile Avrupa ülkeleri ve özellikle Fransa arasında temel bir karşıtlık olduğu varsayımı için de geçerlidir. Oysa, ABD'de laiklik kavramı -bu kavram bilinmeden- Fransa'dan bile önce uygulamaya geçirilmiş, Federal Devlet ile Kiliselerin ayrılması güvenceye alınmıştı.11 ABD'de devletin laik, toplumun dindar olduğu saptaması boşuna yapılmamıştır. İlginç olan, Birleşik Krallık'ta Anglikan kilisesi ile devlet ayrılığı sağlanmamıştır ama kiliselerin müdavimleri sürekli azalmaktadır; buna karşılık ABD'de kiliseler dolup taşmaktadır!

Dördüncü saptama, dinin tarihsel olarak bazen bağımsızlık mücadelelerinin ideolojik bütünleştiricisi olarak ortaya çıkabilmesidir. Türkiye'nin Kurtuluş Savaşında bu rolün kısa ama yoğun bir tarih dilimi açısından geçerli olduğu biliniyor. Buna karşılık Yunanistan'ın Osmanlı'ya karşı bağımsızlık mücadelesinde Ortodoks Kilisesi'nin rolü yüzyıllık bir kalıcılığa sahip olmuştur. İrlanda'da da, İngiltere'ye karşı bağımsızlık mücadelesinde din bir araç olarak kullanmıştır. Bunların izleri bu ülkelerde halen görülmektedir. Afrika'da Hristiyanlığı bir kolonizasyon aracı olarak kullanan emperyalist ülkelere karşı bazı yerlerde İslamiyet bir ulusal kimlik geliştirme aracı olarak kullanılabilmiştir. Ancak bugünkü anti-emperyalist mücadelenin, Afrika ülkelerinde de, militan bir laiklik konumlanmasından geçtiği açıktır.

Türkiye'deki Yaklaşımlar

Türkiye'de İslamcı ve liberal anlayıştan gelen araştırmacıların laiklik-sekülerlik kavramlarına bakışları "sekülerleşme"den yana açık bir tercihi yansıtır. İslamcı entelijansiyadan gelen Durmuş Hocaoğlu'na göre12, "Laiklik, Latin-Katolik tarzı bir dünyeviliktir ve "laiklik"in ideolojikleştirilmiş ve baskıcı bir devlet politikası haline getirilmiş şekli olan "laisizm" ise, kendisine karşı rüştünü ispat etmek için çok didiştiği Katoliklik gibi sert ve az-müsamahalı ya da müsamahasızdır". Bu bağlamda laisizm, Hocaoğlu'na göre, "ateizme meyilli bir gayri-dinilik halini alabilen bir 'lâ-dinilik' olmuştur". Buna karşılık "Sekülerlik, esas hüviyet olarak bir 'Anglo-Sakson-German/Protestan dünyeviliğidir ve laisizme nazaran daha mûtedildir". Ancak yazar her iki kavrama karşı da ihtiyatlıdır: "Ancak yine de, bu iki terimin arasında önemli kesişme noktaları bulunduğuna ve zaman zaman birbirinin yerine kullanıldığına da dikkat etmek gerekir. Her iki kavramda da "din" reddedilmemiş, yani din tam karşıya alınarak ateizme gidilmemiştir; fakat (...) her ikisinde de din ile hayat arasındaki bağlar asgariye indirilmeye çalışılmıştır".

Liberal yaklaşıma sahip araştırmacılar ise, laikleşme-sekülerleşme süreçlerinin tarihsel farklılığını yok saymadan, Türkiye'de erken Cumhuriyet tarzı bir "militan laiklik" politikasını hedefe koyarlar. Bu konuda eser verenlerden biri olan Mustafa Erdoğan'a göre13 "Demokrasi olmak iddiasındaki bir devlet 'lâisizm'i vatandaşlarına 'dayatma' hakkını kendinde görüp bu doğrultuda politikalar uygulamaya başladığı anda, bu iddiasından vazgeçmiş demektir. Çünkü, bu durumda o, demokratik bir devlet olmaktan çıkarak otoriter nitelik kazanmış olur. Kısaca, militan bir lâiklik politikası demokrasiye ters düşer". Önceliğin demokraside mi yoksa hem aydınlanma hem sosyalist devrimin temel dinamiğini oluşturan laikliğin benimsenmesinde mi olduğu kuşkusuz bir başka siyasi tercihtir.

Sosyalist yaklaşıma sahip yazarlar açısından bu tercih konusunda herhangi bir kafa karışıklığı yaşanmaz. Kadir Cangızbay'a göre, "Sekülarizm bir olgu. Laiklik ise bir ilke; ama etik bir boyutu da var. Birinin, kültürel laikliğin etik bir boyutu var. Diyor ki, ben insanım ve bu dünya insanların dünyasıdır; o yüzden de tanrı olsa da olmasa da insan-üstü bir mercie dayanarak yasama yapılamaz. Laikliğin güzel olan yanı bu". (...)   "Oysa zoolojik boyutunun ötesinde beşerî bir varlık olarak insan, kendi yapıp ettikleriyle var, yapıp ettiklerinin ürünüdür; yani, emektir, çalışmadır, iştir ve de en basitinden en karmaşığına kadar her iş, mutlaka ve mutlaka aklın rehberliğinde başarılabilir. Aklın yerine inancın temel alınıp rehber edinilmesi ise, insanın kendi kendisini kendi dışından verilmiş belirleyiciliklere teslim etmesinden, yani özgürleşip özneleşmekten peşinen vaz geçmesinden başka bir şey değildir".14

Laiklik ve sol üzerine yazan Özgür Şen15 "tüm eksik ve yetersizliklerine rağmen, cumhuriyet laikleşme yoluna hiç girmedi denemez. Böyle denilirse, zaten bugün Türkiye'deki temel mücadele anlaşılamaz". (...) "Laiklik Türkiye'de cumhuriyeti cumhuriyet yapan en temel özelliklerdin birisidir ve laiklik yoksa aslında cumhuriyet de yoktur". (...) "Dinci gericilik, karşısına ilerici bir pozisyonla çıkılmadığı ve siyasete ilerici şekilde müdahale edilmediği sürece siyasete ve toplumsal ilişkilere doğru yayılma eğilimindedir. Bu, dinci gericiliğin doğal ve içkin bir karakteridir. Üstelik bu yalnızca kendilğinden gelişen bir süreç değildir; burjuvazi iktidarda olduğu düzenin sürekliliğini sağlamak amacıyla dinsel olanı her zaman teşvik edecek, dinden bir ideolojik olgu olarak azami ölçüde faydalanacaktır". Kaldı ki, "aydınlanmacılıkla antiemperyalizm arasındaki ideolojik alışverişin Türkiye için ne kadar hayati olduğu" da açıktır.

Orhan Gökdemir16 de farklı patikalardan aynı noktaya geliyor: "Cumhuriyet Devrimi, cemaatlerden yeni bir halk yaratma işiyse, karşı devrim de halkı yeniden cemaate dönüştürme işidir. Bir cumhuriyet gününde karşı karşıya olduğumuz şey tam da budur. (...) Artık burjuvaziyle Aydınlanma'nın bağı kopmuştur. Tam tersine bu sınıf iktidarını ancak karanlığa yaslanarak sürdürebileceğini görüyor. (...) Ezilenlerinse bu denklemden bir çıkarı yok. Onların çıkarı bilimin, sanatın, felsefenin, tarihin özgürleşmesinde. Yeni bir Aydınlanma da ancak ve ancak sadece onların eseri olacaktır".

Serdal Bahçe17 bir adım öne giderek "Sosyalist Aydınlanma"nın çerçevesini çizmeye yöneliyor: "Burjuvazinin devrimciliği çok erken bir dönemde sona ermiştir. Kapitalizm egemen üretim tarzı haline gelince radikal burjuva düşüncesinin tüm vaatleri ve tüm hayalleri ıskartaya çıkarılmıştır. Temel dinamiği sermayedar ile işçi sınıfı arasındaki asimetrik ilişki olan bu toplumsal sistem sosyo-ekonomik eşitsizlikleri önce dünyevi araçlarla olumlamaya çalıştı; olmadı. Çaresiz bir şekilde akıl dışılığa ve dinselliğe yöneldi. (...) Artık kapitalizmin moral ve fiziksel olarak insanlığa verecek bir şeyi kalmamıştır. Kapitalizm uzunca bir süredir sosyalist aydınlanmanın saldırısı altındadır. (...) Sosyalist aydınlanmanın olası birkaç ilkesine değinmek gerekmektedir. Öncelikle sosyalist aydınlanmacı aklın nesneyle kurduğu ilişkinin burjuva aydınlanmacı aklın deneyimle kurduğu ilişkiye göre daha içerikli ve daha toplumsal olması gerekmektedir. (...) Sosyalist aydınlanma kamusal ortak bilince sahip bireyleri birbiriyle benzeştirmekten imtina edecek ve bireyin doğa ve toplumla kurduğu ilişkiyi bitmeyecek bir maceraya ve sürekli yetkinleşmeye dönüştürecektir".

Korkut Boratav18 ile tamamlayalım: "Siyasî İslam, iktidar gücünü kullanarak, kendi din anlayışını, sadece devlet kurumlarına değil, toplumsal hayata da hâkim kılmak istemektedir. Bu koşullarda, yani siyasi İslam iktidardayken, laikliğin klasik tanımı ("din ve devlet işlerinin ayrımı"), yetersiz kalabilecektir. (Bugünün) Türkiye'sinde laiklik, bu nedenle de, 'din kurallarının ve normlarının, devlet kurumlarını, hukuku, kamu yönetimini ve toplumu biçimlendirmesini engelleme' olarak anlaşılmalıdır. Belki de gündem, sadece teolojik (devleti ve toplumuyla Türkiye'yi İslamcı bir düzene dönüştürmek) değildir. Yani ideolojik İslam'a göre tehlike, Türkiye halkının, laikliği pasif olarak sineye çekmesi, bu yüzden 'gerçek İslam'dan uzaklaşması değildir. Sınıfsal bir gündem de vardır: Türkiye işçi ve köylü sınıflarının Müslüman kimliği, bunların zaman zaman sosyalist, devrimci hareketlere katılımına engel olmamıştır. İdeolojik İslam, halk sınıflarını kapitalizm ve sömürü düzeniyle uzlaşmaya yönlendiriyorsa, sınıfsal bir işlev de üstlenmiş olacaktır".

Bu son saptama veriliyken, Türkiye'deki laiklik mücadelesinin bundan böyle mutlaka sınıf mücadelesiyle birleştirilmesi, bu bakımdan da militan bir nitelik taşıması kaçınılmazdır. Şunu da gözardı etmemek gerekir: Türkiye'de laiklik mücadelesi sıfır noktasından başlayacak değildir; Arap-Müslüman toplumlarına kıyasla laik yaşam tarzı geniş bir toplumsal tabana sahiptir ve iktidar ayağının tasfiyesinden itibaren dinciliğin tahribatı hızla geri çevrilebilecektir. Ama artık tahribatın yüzeysel onarımları yetmeyecektir; gerçek ve kalıcı bir laiklik hedefine ulaşılması ancak emeğin Cumhuriyetinin hedeflenmesi ve işçi sınıfının laiklik mücadelesini sahiplenmesiyle mümkün olacaktır.


1.O. Oyan (2017), "Türkiye'de İslamizasyonun Kökenleri ve Araçları Üzerine", (edit) O. Gökdemir, G. Erbil, Z. Ağdemir, Yeni Bir Aydınlanma İçin. Gericiliğe Karşı Aydınlanma Mücadelemiz, içinde, Yazılama Yn., Ankara, s.175.
2.Henri Pena-Ruiz (2003), Qu'est que la Laïcité?, Ed. Gallimard, Paris, s.244.
3.Buradaki "dindışı" terimi, "dinsiz" anlamında değildir. Ortaçağ'da bile ruhban sınıf dışındaki herkes, dindar hatta sofu olsalar bile, "laik" olarak kodlanırdı. Ruhban-laik senyör ayırımı Rönesans'ın çok öncesine gider. Sekülerleşme ise, dini bir topluluktan/düzenlemeden seküler (dünyevî) veya laik bir yaşama geçişi içerdiği kadar, dini bir cemaate ait bir malın veya kurumun devlete veya bir kamu tüzel kişiliğine geçişini de içerir.
4.Pena-Ruiz (2003), s.245.
5.ibid, s.241-242.
6.Guy Haarscher (2005), La Laïcité, PUF, 3. baskı, Paris, s.100; Oyan (2017), s. 177. Bu nedenle, AKP iktidarının Fransa'da bir "ilahiyat fakültesi/üniversitesi" kurmak için seçtiği kentin, bu bölgenin başkenti Strasbourg olması şaşırtıcı değildi.
7.O. Oyan, "Laiklik: Bugünden Düne Bakış", Sol Gazete, 18 Mayıs 2021.
8.Pena-Ruiz (2003), s.242; Haarscher (2005), s. 3 ve 99.
9.Bu başlıkta, Oyan (2017), s.175-178'den geniş ölçüde yararlanıyoruz.
10.Haarscher (2005), s.3-7.
11.Haarscher (2005), s.102-105.
12.D. Hocaoğlu (1995), Laisizm'den Milli Sekülarizm'e, Laiklik Sorununun Felsefi Çözümlemesi, Selçuk Yn., Ankara, s. 48-49.
13.M. Erdoğan (2000), Demokrasi Laiklik Resmi İdeoloji, Liberte Yn., 2. baskı, Ankara, s. 268.
14.Kadir Cangızbay, "Laiklik Üzerine ", Eleştirel Pedagoji Dergisi, S.36, Kasım-Aralık 2014, s.29-36; veya aynı söyleşi için bkz. K. Cangızbay (2019), Post-Modern Pre-Modern'i Öpüyor: Siyasal İslam, Nika Yn., Ankara, s.140-155. C. Calhoun, J.VanAntwerpen, M. Juergensmeyer(der) (2017), Laikliği Yeniden Düşünmek, Nika Yn., Ankara, kitabının editörü Berk İlke Dündar da benzer yaklaşım sahipleri arasına yazılabilir: "Editörün Notu: Laiklik-Sekülerleşme Tartışması", s.7-10.
15.Özgür Şen (2014), Türkiye'de Laiklik ve Sol, Yazılama Yn., Ankara, s. 120 ve 126-127.
16.O. Gökdemir (2017), "Aydınlanma'dan Aydınlanmaya", (edit) O. Gökdemir, G. Erbil, Z. Ağdemir, Yeni Bir Aydınlanma İçin. Gericiliğe Karşı Aydınlanma Mücadelemiz, içinde, Yazılama Yn., Ankara, s.89-90.
17.S. Bahçe (2017), "Aydınlanma ve Toplumsal Sınıflar", (edit) O. Gökdemir, G. Erbil, Z. Ağdemir, Yeni Bir Aydınlanma İçin. Gericiliğe Karşı Aydınlanma Mücadelemiz, içinde, Yazılama Yn., Ankara, s.236-238.
18.K. Boratav (2017), "Aydınlanma, Laiklik ve Bilim", (edit) O. Gökdemir, G. Erbil, Z. Ağdemir, Yeni Bir Aydınlanma İçin. Gericiliğe Karşı Aydınlanma Mücadelemiz, içinde, Yazılama Yn., Ankara, s.65. Korkut Hoca, aktardığımız bu pasajın sonunda, "Maden faciasından sonra Soma'ya niçin çok sayıda cemaat seferber oldu; din adamları tevekkül telkin ederek isyan, protesto, hak arama eylemlerini niçin frenlediler?" sorularını soruyor.

https://haber.sol.org.tr/haber/laiklik-ve-sekularizm-309915

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]