Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Dünyadan
şibusa  |  Cvp:
Cevap: 17
22.10.2013- 21:37

Palmira

Sevra Baklacı



Sömürgecilerin bölgedeki politikalarının sonucunda, dünyanın gözü önünde onbinlerce insan hayatını kaybetti Suriye’de ve hâlâ kaybetmeye devam ediyor. Suriye’de savaşan silahlı çeteler, sadece insanları değil, insanlığın ortak mirasını da yok ediyor...

Tedmür (Palmira) dünyanın en güzel antik kentlerinden biri... Suriyeliler bu ona “Çölün gelini” diyorlar... Ülke dışından Suriye’ye gelenlerin ziyaret etmesi gereken en önemli yerlerden biri olduğu halde Suriye’ye gelişimden kısa bir süre sonra yolculuğun tehlike taşımaya başlaması sebebiyle Tedmür’e gidememiştim. Ancak Suriye’nin dünyaca ünlü dans grubu Enana’nın, tarihin tanık olduğu en kudretli kadınlardan biri olup birçok güçlü hükümdarın gösteremediği cesareti göstererek Roma’ya karşı ayaklanan Tedmür Kraliçesi Zennubiye’nin öyküsünü anlatan, olağanüstü gösterisini izleme fırsatı bulmuştum.

Şiire ve felsefeye olan ilgisiyle tanınan ve Yunanlı filozoflardan ders aldığı bilinen akıllı ve güzel kraliçe Zennubiye ile ilgili anlatılan efsaneye göre o, bir savaş sırasında Roma askerlerine esir düşmüş, kendi topraklarından koparılarak altın zincirlere vurulmuş ve ülkesi talan edilmişti.

Bir dönem Roma’ya dahi kafa tutabilecek parlak bir medeniyete ev sahipliği yapan bu kente giren vahşi teröristler, insanları tıpkı Zennubiye gibi topraklarından edip kenti yağmaladılar.

UNESCO tarafından 1980 yılında Dünya Miras Listesi’ne alınan ve tarihi M.Ö. 19. yüzyıla kadar gerilere giden antik tapınakları, tiyatro sahnelerini, çarşıları, koca koca sütunları yakıp yıktılar! Fenikelilerin tanrısı Baal adına inşa edilmiş ve müzeye çevrilmiş, eserlerin bir bölümü de zaten Fransa müzelerinde sergilenen, Baal tapınağına ait eserleri de çaldılar...

Suriye ordusunun güvenliği yeniden sağlamasının ardından kente dönüp binlerce yıllık eserlerin ne hale geldiğini gören halk “onları atalarımız alın terleriyle yapmıştı” diye gözyaşı döktü... Nasıl dökmesinler ki...

Bir de çölün ortasındaki kentte halkın en önemli geçim kaynaklarından biri olan koca koca hurma ağaçlarını ateşe verdiler. Ağaç düşmanlığı, tüm insanlık düşmanlarının ortak özelliği olsa gerek...

Sözüm, bu haydutlar tüm bunları yaparken “Esed”in henüz Esad olduğu, Başbakan’ın ona kardeşim dediği vakitlerde hiç Başbakan’ın bir diktatörle nasıl kardeş olabileceğini sorgulamayıp, sonradan “Esad, halkını ezen zalim bir diktatördür” propagandasını yapmaya başlayanlara... Bırakın insanları, tarihi eserleri yok etmenin “Esad’ın zalimliği” dahil, hiçbir gerekçesi olamaz. Asla... Dünyanın bölgede oynadığı güç oyununu görmezden gelip meseleyi Esad üzerinden tartışmak da art niyetliliktir.

İçinde bir ailenin yaşadığı bir evin kundaklandığını ve süren yangında kimi çocukların öldüğünü düşünün... Her şeyi bir kenara bırakıp evin babasının zalim bir adam olduğundan, aslında çocuklarına kötü davrandığından bahsetmek ne kadar abes ve gayri ahlakiyse şu durumda Esad’ın iyiliğini kötülüğünü tartışmak da aynı şeydir.

Çölün ortasında yapayalnız bir kent olan Tedmür’de doğan kız çocuklarının birçoğuna, hâlâ Zennubiye adı veriliyor. Adlarını aldıkları kraliçe döneminde yaratılan muhteşem eserleri göremeyecekleri için ne kadar da şanssızlar...



soL

şibusa  |  Cvp:
Cevap: 18
27.10.2013- 21:59

Suriye’yi bir de onlardan dinleyin

Sevra Baklacı


Suriye krizinin başında ülkemiz ve dünya, en az bir yıl Suriye’yle ilgili emperyalistlerin tasarladığı yanıltma haberlere mecbur bırakılmıştı. Bunun için Suriye’nin ulusal kanallarının yayınları da uydulardan kesilmişti.

Dünya medyasının çok büyük bir kısmı Suriye konusunda ağız birliği etmişken, onların iddialarının aksi olan doğru haberlere ulaşmak ta o haberleri yazmak da zordu. Sayıları az da olsa bunu yapan vicdanlı gazeteciler de vardı. Bir de Suriye’deki Suriyeli gazeteciler vardı. Hem silahlı grupların hedefinde olan hem de küresel medya ile savaşmak zorunda olan...

Bunlardan biri El İhbariye kanalında çalışan kameraman Abdullah Tabara idi. Hikayesini kendi ağzından dinledim...

Abdullah Deralı bir Hıristiyan. Daha önce El Arabiyye, NBC ve Abu Dabi TV’lerinde çalışmış, olayların başladığı ilk aylarda ise Suriye’nin İhbariyye kanalında işe başlamış.

“Başına gelen ilk olay kaçırılma olayıydı” herhalde, deyince “hayır, o değil, Dareyya’da dayak yemiştim, ilk oydu” deyip anlatmaya başlıyor. Dereyya’daki muhalif gösterileri çekmeğe gitmiş, ona taşlarla saldırmışlar. Daha sonra kopacak olan ayağına iki taş isabet etmiş. Çok da küfür etmişler. Birçok kez de çatışmaların ortasında kalmış Abdullah...

“Hiç korktun mu” diye sorduğumda, açıkça evet, diyor. Özellikle 4 önemli komutan suikasta uğradığında “onlara ulaşılıyorsa, bana rahatlıkla ulaşılabilir” düşüncesiyle izin alıp güvenli bir bölgeye veya yurtdışına gitmeği aklından geçirdiğini ama annesinin ondan daha cesur çıktığını ve “burada kalan insanlara ne olacaksa bize de olsun” dediğini anlatıyor. “Bir kadının benden daha cesur olmasını kabul edemezdim” diyor gülümseyerek ve kararını bu şekilde değiştirdiğini söylüyor.

Kaçırılma olayını ise şöyle anlatıyor Abdullah:

“Şam’ın El Tell bölgesine çekim için gitmiştik ve bir gecikme yüzünden silahlı çeteler bizi kaçırdı. Yedi gün ellerinde kaldık, yedi gün bize yetmiş sene gibi geldi. Psikolojimiz altüst oldu. Darp etmelerinden çok ölüm korkusu ve düşünmek kötüydü. Ölmek, ölümü beklemekten çok daha kolaydı. Öyle bir aşamaya geldik ki bizi nasıl öldürecekleri konusunda tahmin yürütmeğe çalışıyorduk. Hepsi sakallıydı, bazılarının başlarında ‘Allahu Ekber’ yazan siyah şeritler vardı. Aralarında Suudiler de vardı. Kameraman yardımcısı arkadaşımızı öldürdüler. Öldüğünü, ertesi gün kıyafetlerini bir “cihatçının” üzerinde görünce anladım. Ban birçok soru sordular. Ev adresimi sorduklarında “Ben zaten ölüyüm, adresi vererek neden ailemi de öldüreyim ki” diye düşünüp yanlış adres verdim.”

Onu Müslümanlar gibi namaz kılmaya mecbur etmişler. Hristiyan olduğu halde ona şahadet getirtmişler… Bunları anlatırken gülümsüyor. Neden gülümsediğini sorduğumda ise tek cümle ile “çünkü çok saçma!” diyor. Kur’an-ı Kerim ve “Mücahitlerin Ahlakı” diye bir kitap vermişler ona. Hristiyanlığa ve Hz. Meryem’e etmedikleri küfür kalmamış. “Ben Hz. Meryem’e İslam’da da saygı duyulur diye biliyorum. Ama çok küfür ettiler” diyor.
Tüm bunlar yetmemiş gibi, silahlı gruplar onları birbirlerine satmışlar. Fiyatta anlaşamayınca ise, gece birbirleriyle çatışıyorlarmış. Dolara mı satıldınız? diye sorunca “hem dolara hem de Suriye lirasına” diyor yine gülümseyerek. İlk üç gün hiç yemek yememiş, su içmemişler, sonradan yemek zorunda kalmışlar. Bazen bir sigara atılıyormuş bulundukları yere, sigarayı üçü paylaşıyormuş.

Bir gece şiddetli çatışmalar yaşanmış, ileride Suriye bayraklı bir tank gördüğünde ne olursa olsun gitmeliyim değip o hengâmenin içinde kendini ileri doğru atmış. O anı şöyle anlatıyor:

“Yürümek zorundaydım, bir cesetten sandaletlerini ödünç aldım. 10 metre koştuktan sonra yanıma üç genç geldi. Kim olduğumu sorduktan sonra bana “geçmiş olsun Suriye ordusunun yanındasın” dediler. Askerleri, tankları görünce inanamadım… 5 dakika sonra da Yâra’yı getirdiler. Komutan bana ailemi aramam için bir telefon verdiğinde numarayı hatırlayamadım ilk önce. Gece 2’ye doğru ailemle konuştum.”

Televizyon binasının önünde ailesi ve çalışma arkadaşları tarafından karşılanıyor Abdullah. Onu karşılayanlar arasında elinde Suriye bayrağıyla daha sonra silahlı çeteler tarafından katledilecek olan Yâra Abbas’ın bulunduğunu hatırlıyor.

Abdullah’ın hikâyesi burada bitmiyor. İşine geri döndükten sonra Şam’daki Opera Merkezinin önüne düşen havan topunu görüntülemek için oraya gidince, ikinci havan topu düşüyor ve ayağı kopuyor. Bir buçuk ay hastanede kalıyor. Ama yok, bununla da bitmiyor hikâye...

Hastanede bir hastabakıcı ona mazot iğnesi ile suikast düzenlemeğe çalışıyor. Ona refakat eden bir koruma ve kardeşi iğnenin renginden ve mazot kokusundan şüpheleniyor ve olay ortaya çıkıyor. Benzer şekilde hayatlarından olan birçok insanın olduğunu söylüyor. “Bunun adı ihanet!” diye ekliyor.
Abdullah halen El İhbariyye kanalında görevini sürdürüyor…

Biz Suriye’yi televizyon kanallarının lüks stüdyolarında Suriye’yi tanımayan ama tartışanlardan dinledik hep… Bir de devam eden savaşın ortasındaki Suriyeli bir gazetecinin anlattıklarından bakmanızı istedim Suriye’ye… Birçok insana garip gelecek bu hikâyenin benzerleri çok var aslında bu ülkede…


soL

şibusa  |  Cvp:
Cevap: 19
25.11.2013- 23:18

Öyle ya, Suriye kimin umrunda!


Külyutmaz Okur


Erdal Şafak, dün Sabah’taki yazısında diyor ki, Suriye’ye gidenler ülkenin hemen hemen tüm kentlerinde taş üstünde taş kalmadığını, Şam’ın hayalet kentlerle kuşatıldığını anlatıyormuş.

Ardından soruyor: “Peki, taş taş üstünde kalmamış Suriye nasıl ayağa kaldırılacak?”

Diyor ki, Marshall Planı gibi dış yardım yapılacak. “ABD'nin yanı sıra Avrupa ve Körfez ülkelerinin, hatta Rusya, Çin, Japonya gibi bölgede önemli çıkarları bulunan güçlerin de katılacağı umuluyor. Ya Türkiye? Elbette dışarıda kalması düşünülemez.”

Ya… O yıkımda parmağı olan Türkiye, yeniden yapımda da rol oynayacakmış.

“Hem sonra Türkiye niye dışarıda kalsın ki” diye soruyor Erdal Şafak, cevaplıyor: “Öyle ya; Suriye'nin yeniden inşası için gerekli olan araç-gereçlerin ve malzemelerin pek çoğu Türkiye'den karşılanacak.”

Bunları yazan kişinin, yıkımı analiz etmesini, savaş sonrası Suriye’deki muazzam insani ihtiyaçlardan bahsetmesini beklersiniz, değil mi?

İşte, mesleği bazen “insanlık dışı” bir hale getiren şey, tam da bu noktada ortaya çıkıyor: Bakış açısı.

Şöyle bağlıyor Erdal Şafak: “Evet, Türk müteahhitleri ve konut yapımcıları için yıllarca iş yapacakları bir pazarın kapıları ardına kadar açılacak ama, öte yandan da Türkiye'deki inşaatların maliyetlerinde kestirilemeyen, kestirilemeyecek artışlarla karşılaşılabilecek.

“Özetle, Suriye'de silahlar susunca yeni fırsatlar doğacak ama Türk ekonomisi için oluşturacağı -kaçınılmaz- riskler dengelenebilirse...”

Yıktık, yaparken para kazanırız ama bizde de fiyatlar artar biraz… Kafaları böyle çalışıyor.

Öyle ya, Suriye kimin umrunda!



soL

şibusa  |  Cvp:
Cevap: 20
09.01.2014- 01:38

Beddualarımız tutuyor’
Sevra Baklacı


2013’te Rusya’nın St. Petersburg kentinde düzenlediği basın toplantısında “Yerine gelecek herhangi bir yönetim, Esad yönetiminden iyidir” diyen Erdoğan’ın siyasi ve ahlaki dejenerasyonu tarihte not düşülecektir. Erdoğan’ın “herhangi bir yönetim” dediği El Kaide dâhil Suriye’de güç haline gelen tüm terör gruplarından başkası değildi. Evet, Erdoğan hiç çekinmeden dünya terör listesinde olan El Kaide’nin Esad yönetimine tercih edileceğini söyledi. Esad’ın yerine kimin geleceğinin de çok önemi yoktu aslında. Hükümeti devirmek, devleti yıkmanın ilk adımıydı…

Söz konusu toplantıda değil sadece. Başbakan Erdoğan, 12 Haziran seçimleri sonrası Türkiye’nin Suriye rejimi üzerindeki baskılarını artıracağını ortaya koyduğu andan bu güne kadar bulduğu her fırsatta, kimselerin ithamlarda bulunmasına gerek bırakmadan, Suriye ile ilgili hedeflerini belli eden açıklamalarda bulundu. Erdoğan’ın Kelimeleri açıktı. Cümleleri tefsir gerektirmiyordu. Suriye’deki ortakları terör güçleriydi.

Ama açık olan başka bir durum da vardı. Esad’ın kazanması, Müslüman Kardeşler hareketinin yenilgisi; dolayısıyla AKP dâhil bölgedeki bütün gerici dalgaların kırılması demekti. Erdoğan Batılı güçler tarafından Esad’ın karşısına dikildi ve yüreklendirildi. Ama işler yolunda gitmeyince yalnız bırakıldı. Erdoğan’ın Suriye hayalini gerçekleştirmek için ileri doğru attığı her adım, geri adımı güçleştirdi. Öyle ileri gitti ki Suriye’deki muhalifler bile onu dava etti.

Muhalifler tarafından Suriye’de silahlı terör gruplarına destek verdiği gerekçesiyle uluslararası ceza mahkemesinde hakkında dava açılan Erdoğan, Pakistan ziyaretinde gündeme dair “Dik duracağız, dikleşmeyeceğiz” deyip, Fethullah Gülen’ın bedduasını “Bize Bosna’nın, Şam’ın, Kahire’nin, Bağdat’ın, Myanmar’ın, 76 milyonun içinde başı yaşmaklı, gözü yaşlı ninelerin duaları yeter” diyerek yanıtladı.

Sormak gerekiyor, kimin duaları? Suriye’deki saldırıda çığlığı yeri göğü inleten babaların mı? Hiç dönmeyecek çocuklarının yolunu bekleyen annelerin mi? Kolu bacağı kopan askerlerin mi? Tecavüze uğrayıp satılan genç kızların mı? Evleri yıkılan, işlerinden olan, ülkelerini terk etmek zorunda kalıp kamplarda sefil olan ailelerin mi? Okul baskınlarında arkadaşları, kan içinde kalan, okula gidemeyen, sokakta oynayamayan, yani çocuklukları çalınan çocukların mı? Camileri yıkılan Müslümanların; Kiliseleri yakılan Hıristiyanların mı?

Erdoğan’ın bu cümlesini aktardığımda ilk önce tercüme hatası yaptığımı sanıp anlamakta güçlük çeken Suriyeli arkadaşlarımın çoğu yorum bile yapamadı. Kimi, “Dua değil ama beddualarımız tutuyor gibi görünüyor” derken kimi “Umarım bizim Ona, Suriye’de yaşananlarda doğrudan parmağı olan bir adama, gerçekten dua ettiğimize inanan insanlar yoktur Türkiye’de” dedi. Suriye’de insanlığa karşı işledikleri suçtan yargılanmadan gitmemesi gerektiği konusunda hemfikirdi.

Dua değil ama Suriye’yi yerle bir etmek için büyük çaba gösteren teröristlerin saldırılarından birinde, haber ajanslarınız Esad’ın yaptığı yalanını bütün yüzsüzlükle servis ederken, enkaz altındaki yavrusunun ölüsünü teslim almış bir babanın bedduası benim aklımdan hiç çıkmaz…




soL

şibusa  |  Cvp:
Cevap: 21
09.01.2014- 01:43

Suriye’yi ‘yardımlarınız’;mahvetti

Sevra Baklacı


Bir devletin herkesi bağlayan, herkesin riayet ettiği kanunlarla yönetilmesi onu “hukuk devleti” yapar. Ancak ülkemizde hükümetin hukukun işleyişine doğrudan ve açıktan müdahalesiyle karşı karşıyayız. Yolsuzluk ve rüşvet operasyonunu yapanlar görevinden alınıyor, Hatay’da şüpheli tır aratılmıyor, yani kanunda var olan hükümlerin uygulanmasına izin verilmiyor. Sonra İçişleri Bakanı çıkıp “Herkes işine baksın” diye de ahkam kesiyor. Oysa tarihe baktığımızda “Hukuk bir gün herkese lazım olabilir” sözünün defalarca doğrulandığını görebiliriz. Bir başka ifadeyle, “Ayarını bozduğun kantar, gün gelir seni de tartar”. O günün çok uzak olmadığını düşünüyorum.

Birkaç gündür konuşulan ve “devlet sırrı” denerek, hukuka aykırı bir şekilde aratılmayıp sonradan “insani yardım” taşıdığı ileri sürülen tırdan kaç tane gelip geçti şu ana kadar. “İnsani yardım” açıklaması, en az ayakkabı kutuları ile para sayma makinalarını eve polisin koyduğu iddiası kadar inandırıcılıktan uzak. Hükümetin Suriye’ye yardımının “ne” olduğunu ve “kime” yapıldığını bilmeyen yok.

Başına istenmeyen bir olay geldiğinde hemen “dış güçler”, “şer odakları” diye kendini savunan hükümet, Suriye’nin hem “dış gücü” hem de “şer odağı” durumunda epey zamandır.

Zaten Suriyeli Türkmenlere yardım götürdüğü iddia edilen tıra yapılan operasyonun, Türkiye’yi hedef aldığını belirten istihbarat uzmanı Prof. Birol Akgün’ün de “Türkiye yardım etmek de zorunda. Herkesin orada silahlı grubu var. Cumhuriyet tarihinden beri Türkiye’nin, Osmanlı bakiyesi gurupların hayatta kalması için dayanışma gösterecektir” sözleri de itiraf niteliğinde.

Yıllardır Hatay halkına yönelik uygulanan üvey evlat muamelesine son birkaç yıldır AKP’nin Suriye politikası da eklendi. Kenti Suriye’ye yönelik saldırıların bir üssü haline getirerek halkın damarına basılıyor.

Tırın içerisinde “insani yardım” olduğunu ileri sürerek işin içinden çıkmaya çalışan hükümet, Suriye’de yaşayan yakınlarına hükümete güven duymadıkları için kendi imkanlarıyla gıda, ilaç, battaniye, soba gibi insani yardım götüren Hataylı vatandaşları “terör kapsamında” tutuklayarak, Adana’daki Kürkçüler F tipi Cezaevi’ne gönderiyor. Bu yardımların önünü kesmek ve sınırın iki tarafındaki akrabaların bağlarını koparmak için El Kaide militanlarının kontrolünde olmayan, resmi giriş çıkışların yapılabildiği Yayladağı Sınır Kapısı’nı ise kapalı tutmaya devam ediyor.

Türkiye’deki kamplarda kalanların “Suriye’ye gidiyor, eylem yapıp geri geliyoruz” açıklamaları, desteğinden dolayı Erdoğan’a teşekkür etmeleri, uluslararası basında yer almadı mı? Bakanlarınız Suriye’de insanların kafalarını vücutlarından ayıran canilerle poz vermedi mi? Suriye’de Hıristiyan din adamlarını kaçırarak kafalarını kesen ve halen Türkiye’de yaşayan El Kaidecinin bu suçtan soruşturulmasına, “Suriye’nin iç meselesi” diyerek engel olmadınız mı? Kimi inandırabilirsiniz ki Suriye halkına insani yardım gönderdiğinize.

Suriyeliler arasında, adınız “Halep Hırsızı”. O yüzden eksik kalsın yardımınız. Savaşın içindeki halkın buğdayını, ekmeğini çalmayın yeter...

Suriye’de bu kadar insan toprağa düştüyse eğer, bunda sizin bu “İnsani yardımlarınızın” katkısı öyle büyük ki... Sizin Suriye’ye yardım göndermediğiniz gün, işte o gün savaş bitecektir. Tanrı tüm insanlığı yardımlarınızdan korusun!



soL

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]